YARDIM PARALARI, HANGİ AMAÇLA TOPLANDIYSA ANCAK ORAYA...

Yardım toplama konusu, zamanımızda kimilerinin çok gevşek davrandığı ve dinî hassasiyetlerin göz ardı edilebildiği bir alan. Meseleyi zihnimize yakınlaştırmak için, zaman zaman karşılaştığımız bazı sorularla başlayalım.
1. Kur'an kursu yapılacak diye milletten toplanan paralarla inşa edilen bir bina, lojmana çevrilebilir mi?
2. Kur'an kursu yapılacak diye toplanan paralarla inşa edilen bir bina, bir kurumun idare merkezi ya da hizmet binasına dönüştürülebilir mi?
3. Cami hocasının oturacağı bir lojman olsun diye toplanan paralarla alınan bir eve başkası oturtulabilir mi ya da bunu hocaya kullandırmadan, camiye gelir getirsin diye başkasına kiraya vermek olur mu?
4. Cami için toplanan paralardan cami dernek başkanına maaş bağlanabilir mi?
5. Milletin bağışlarıyla inşa edilen bir vakıf binasının ya da Kur'an kursunun tapusu, bir şahıs üzerine kaydedilebilir mi?
6. Halka açık bir su kuyusu veya camiye şadırvan yapılması için toplanan paralar, Kur'an kursu inşaatına harcanabilir mi?
7. Afrika'daki muhtaçlar için toplanan yardımların bir kısmı, mesela vakıf merkezinin Beykoz'daki binasının inşaat veya tadilatına harcanabilir mi?
8. Gazze için toplanan yardımlar Suriye'ye gönderilebilir mi? 
9. ...
Şimdi bu sorular, cevabı çok zor sorular mı? Hayır! Cevapları çok kolay.
Esasında bunların cevabını herkes bilir. Çünkü vicdanlı ve dürüst olan her insan, sözünün eri olması gerektiğini bilir. Parayı toplarken başka konuşup icraata gelince başka davranmaz.
Toplanan yardımlar vakıf hükmündedir. Hangi şartla ve hangi hayır için toplanmışsa ancak onun için harcanabilir. Bunun dışında başka bir yere harcanamaz. Aksi halde geri dönüp, bağışçıların tamamından yeni izin alınması ya da paraların iade edilmesi gerekir. Kısacası yardım toplayanlar sadece birer aracıdırlar. O yardımları istedikleri yerde kullanamazlar. 
Bu nedenle yardım toplayan kişi ve kuruluşların dürüst ve net olmaları, şeffaf olmaları ve insanlara yanlış bilgi vererek bağış toplamaktan kaçınmaları çok önemlidir. Kandırarak toplanan her bir kuruşun vebali vardır. Maâzallâh!



YARDIM PARALARINI BAŞKA YERE HARCAMAK OLUR MU?

Yardım toplama konusu, zamanımızda kimilerinin çok gevşek davrandığı ve dinî hassasiyetlerin göz ardı edilebildiği bir alan. Meseleyi zihnimize yakınlaştırmak için, zaman zaman karşılaştığımız bazı sorularla başlayalım.

1. Kur'an kursu yapılacak diye milletten toplanan paralarla inşa edilen bir bina, lojmana çevrilebilir mi?

2. Kur'an kursu yapılacak diye toplanan paralarla inşa edilen bir bina, bir kurumun idare merkezi ya da hizmet binasına dönüştürülebilir mi?

3. Cami hocasının oturacağı bir lojman olsun diye toplanan paralarla alınan bir eve başkası oturtulabilir mi ya da bunu hocaya kullandırmadan, camiye gelir getirsin diye başkasına kiraya vermek olur mu?

4. Cami için toplanan paralardan cami dernek başkanına maaş bağlanabilir mi?

5. Milletin bağışlarıyla inşa edilen bir vakıf binasının ya da Kur'an kursunun tapusu, bir şahıs üzerine kaydedilebilir mi?

6. Halka açık bir su kuyusu veya camiye şadırvan yapılması için toplanan paralar, Kur'an kursu inşaatına harcanabilir mi?

7. Afrika'daki muhtaçlar için toplanan yardımların bir kısmı, mesela vakıf merkezinin Beykoz'daki binasının inşaat veya tadilatına harcanabilir mi?

8. Gazze için toplanan yardımlar Suriye'ye gönderilebilir mi? 

9. ...

Şimdi bu sorular, cevabı çok zor sorular mı? Hayır! Cevapları çok kolay.

Esasında bunların cevabını herkes bilir. Çünkü vicdanlı ve dürüst olan her insan, sözünün eri olması gerektiğini bilir. Parayı toplarken başka konuşup icraata gelince başka davranmaz.

Toplanan yardımlar vakıf hükmündedir. Hangi şartla ve hangi hayır için toplanmışsa ancak onun için harcanabilir. Bunun dışında başka bir yere harcanamaz. Aksi halde geri dönüp, bağışçıların tamamından yeni izin alınması ya da paraların iade edilmesi gerekir. Kısacası yardım toplayanlar sadece birer aracıdırlar. O yardımları istedikleri yerde kullanamazlar. 

Bu nedenle yardım toplayan kişi ve kuruluşların dürüst ve net olmaları, şeffaf olmaları ve insanlara yanlış bilgi vererek bağış toplamaktan kaçınmaları çok önemlidir. Kandırarak toplanan her bir kuruşun vebali vardır. Maâzallâh!

GÖÇLER... BİZİM GÖÇLERİMİZ

Çok değil daha 130-140 sene öncesiydi. Ruslara yenildiğimiz 93 harbi başta olmak üzere kaybedilen her savaş, Balkanlardan, Kafkasya'dan... milyonlarca müslümanın Anadolu'ya göç etmesine sebep oldu. Yüzbinlercesi katletildi, hastalık gibi sebeplerle yollarda telef oldu. Onlarca yıl boyunca Anadolu'ya göçler devam etti. Hatta Cumhuriyetten sonra bile.

Yaşadığımız yer neresi olsun, ister Balkanlar, ister Anadolu, ister Orta Doğu, isterse Orta Asya... Şu dünyada insanlar yaşadığı müddetçe birbirinin vatanına, hak ve hukukuna göz dikenler hep olacaktır. Tarih savaşlarla ve göçlerle yazılmaya devam edecektir.

İbret almak, millet ve devlet varlığımızı güçlü tutmak varken, neden birbirimizle kavga ederek kendimizi zayıflatıyoruz? Şimdilerde sürekli birbirleriyle uğraşan ve aralarındaki ihtilaflarda hoş olmayan yöntemlere başvuran müslümanlar acaba o acıları ne çabuk unuttular da bu hale geldiler?

Dünü bilmenin geleceğe hazırlanmak olduğu idrakiyle yakın geçmişimizdeki acı olaylardan bir kısmını okumak isteyenler için bir link:

https://www.bursaarastirmalarimerkezi.com/1877-78-osmanli-rus-savasinda-bulgaristandan-turk-gocu/?fbclid=IwY2xjawGdowlleHRuA2FlbQIxMAABHd4mvjXXQdDKlWRs4ayLe-Li5UYKaDtSsuSgZLw92Weeivo1mfKmZ_hutw_aem_-3l7JbxXbOroit2fwU0j4Q




Peygamberimiz (s.a.s) Miracda kimi görmüş?

Peygamberimizin (s.a.s) Mi'racda kimleri gördüğü meselesi tarih ilminin bir konusu değildir. Bir iman ve istikamet meselesidir.

O, kimi ve neyi gördüm dediyse ona inanırız. O'nun haber vermediği gaybi konularda kimseye inanmayız. Bu sahada uyduruk bilgileri dine ve Peygamberimize isnat etmenin küfür kadar tehlikeli olduğunu ve istikametten sapmak olduğunu biliriz. Bunu yapanların öbür dünyada birer cehennem odunu olacaklarına ve ateşte cayır cayır yanacaklarına inanırız. Çünkü yanacaklarını bizzat o Nebi haber vermiştir. 

İnanç konularındaki kaynağımız vahiydir; Allah elçisinin verdiği bilgilerdir.

Keşifler, rüyalar, menkıbeler, masallar, destanlar, şıhlar, üçler, yediler, kırklar... -sakalı ve sarığı ne kadar uzun olursa olsun- dine bidat karıştıranlar... şarlatanlar, meczuplar... Bunların hiçbiri bizim inancımızın kaynağı değildir, olamaz.

BOŞAMA HAKKIM VAR, DİYE GURURA KAPILANLAR...

 Zamanımızdaki birtakım kocaların eşlerini korkutmak veya baskı altına almak için "boşadım" gibi sözleri kolaylıkla kullandığı görülüyor. Boşama konusunda kendilerine din tarafından yetki verildiği gururuna kapılarak ve adeta bunun sarhoşluğu içinde büyük sözler sarf edebiliyorlar. Sonra en büyük pişmanlığı da aslında kendileri yaşıyorlar. Çözüm bulmak umuduyla bir oraya bir buraya koşuyor, bütün aile mahremiyetlerini etrafa saçıyorlar.

Halbuki, bugün, boşanmanın en iyi yolu, öyle sözler sarf etmeden mahkemeye gitmektir. Mahkeme süreci işe ciddiyet katar ve daha sağlıklı düşünmek için zaman tanır. Zaten sırf dinen boşandığını söyleyip resmiyette evli ama dinen ayrı gözükmek gibi durumlar birçok sıkıntılara ve istenmeyen hadiselerin yaşanmasına sebep oluyor. Din ve resmiyet ayırımı yapmak ve dinî nikah ya da imam nikahı adı altında gizli saklı ilişkiler yürütmek, din ve aile kavramlarının da zihinlerde kirlenmesine yol açıyor.

Ayrıca eşine böyle "boş ol" gibi söyler söyleyen erkeklere hukuktan da kötü bir haberim var. Böyle sözlerle evliliğe dinen son verip sonra resmiyette de boşanmak için mahkemeye gidildiğinde, kocanın geçmişte söylediği o sözler aleyhine olabilir. Bizzat dinlediğim bir hukukçu diyor ki, mahkeme kocanın bu sözleri söylediğini tespit ederse, boşanma davasında kocayı kusurlu sayabilir. Çünkü bu sözler, dini kullanarak eş üzerinde baskı kurmak, başka bir deyişle, "dinsel şiddet" uygulamak olarak değerlendirilebilir. Bu ise kocayı birtakım tazminatlar ödemeye ve özellikle de boşanma sonrasında süresiz nafaka ödemeye mecbur bırakabilir. Yani o büyük sözleri söylemenin büyük sonuçları var. Hani derler ya, insan ağzındaki sözün sahibidir ama ağzından çıktıktan sonra o sözün esiri olur. Yine boşuna dememişler: "bin düşün, bir söyle!"

Velhasıl büyük sözler söyleyip büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmaya lüzum yok. Biraz daha sükunetle düşünüp aklı başında hareket etmek lazım.

Herşeyden evvel boşanmak hiç hoş bir şey değil. Ailenin devamı esastır. Sorunlar büyüdüğünde de önce bütün çarelere başvurmalı, gerekirse aile çevresinden akil insanlarla birlikte evliliği yoluna koymaya çalışmalı. Yine de olmuyor ve boşanmaktan başka çare yoksa, gidip bu işi mahkemede çözmek gerekir. Başka yollara tevessül edip meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmemeli.

Cenab-ı Allah bütün ailelerimize dünya ve ahirette huzur versin.

KAMU MALINA DİKKAT ETMEK, EN ÇOK DA MÜSLÜMANLARA YAKIŞIR

Devlet malı, emanettir. Onda her vatandaşın hakkı vardır. Sadece belli kişi ve kesimlerin menfaati için kullanılamaz. Hukuka, tabiî hukuka, dine ve ahlaka uygun olarak kullanılması gerekir.

Şayet müslümanlardan bazıları, umumun menfaatine harcanması gereken devlet malını, hukuk ve ahlak ilkelerine aykırı olarak, kendi kişisel çıkarları, kendi grup ve hizip menfaatleri için harcayacak olurlarsa, bu sadece bir haramzadelik değildir. Aynı zamanda gelecekteki bütün iyilik ve ahlak çağrılarına da büyük bir darbedir. Bizzat kendileri bunlara aykırı davrandığından dolayı diğer insanlar artık dinî ve ahlakî değerlere çağıran hiç bir kimseye güvenmez hale gelirler. Müslümanlık noktasındaki kötü örnekler, gelecek nesillerdeki müslümanların da işlerini zorlaştırır. İşte bu hususun bir sonucu olarak, Peygamberimizin (s.a.s) bildirdiği üzere, bir kötülükte öncülük yapan, bundan sonra o kötülük çığırından ilerleyenlerin günahlarından da pay üstlenir.

Kendisine bu dünyada hesap soracak bir gücün bulunmadığı zannıyla devlet malını ahlaka aykırı şekilde kullanan ve harcayanların, başka dönemlerde, devlet malını çarçur edenleri eleştirme hakları olabilir mi? Hatta onların yaptıkları usulsüzlükleri de tasvip etmiş olmuyorlar mı? Ele verir talkımı...

Bu satırları okurken bazıları içinden şunu geçirebilir: Gazze'de insanlık ölürken, şu uğraştığın meseleye bak!

İçinden bunu geçiren varsa biraz daha derin düşünsün. Gündemin ön sıralarında Gazze'nin bulunması; bugünlerde müslümanların her türlü haramı işlemelerini, tüyü bitmemiş yetimin hakkını, garibanların ve referansı olmayanların haklarını çiğnemelerini helal hâle mi getiriyor? Orada büyük bir zulüm var diye, buradaki müslümanların devlet malını çarçur etmeleri, birbirlerinin haklarını çiğnemeleri, grupçuluk yapıp diğer gruplara karşı ayrımcılık ve ayak oyunları yapmaları helal hâle mi geliyor? Orada zulüm var diye, dünyanın diğer yerlerinde emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker rafa mı kalktı? Helal-haram hükümleri, farzlar ve vacipler tatile mi gitti?

Böyle usulsüzlükler yapıp devlet malına haram yoldan el uzatanların, neticede düşmanlarından bir farkı kalır mı? Bir taraftan “Savaş, ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.” derken diğer yandan aynı o düşman gibi ahlak ve hukuk ilkelerini çiğnemek olur mu? Müslüman hangi davanın savaşçısıdır?

Eğer dünyanın herhangi bir yerinde büyük bir zulüm ve haksızlık varsa, bu tür zamanlarda hak, hukuk ve adaletin kıymetinin daha iyi anlaşılması gerekmez mi? Vicdanlı insanların, böyle zamanlarda, ahlaki değerlere daha fazla sahip çıkmaları gerekmez mi?

Düşüncesini derinleştiren müslüman tutarlı olur, özü sözü bir olur. 

Zamanımızdaki birtakım Müslümanların tutarsızlıkları ve riyakarlıkları öyle boyuta ulaştı ki, kimi insanlar müslümanım diyenlere artık inanmaz oldular. İslam davası büyük zarar görüyor. İşte bu hale düşenlerden olmamak ve uyarma görevini ihmal nedeniyle ahirette mahçup olmamak için A'raf Süresi 164. ayet fehvasınca bir "mazeret'imiz olsun. Uyarıcılar her zaman olmalıdır. Bu dünyada kimsenin kendisini hesaba çekmeyeceğini düşünenlere, öbür dünyayı ve asıl hesap sahibinin kim olduğunu hatırlatanlar hep var olmalıdır.

Hadi diyelim, geçmişte bir şeyler oldu, gelin bari bundan sonra helale-harama, kul ve kamu hakkına dikkat edelim.

İYİ Kİ...

Gençliğimde "iyi ki yapmışım" diyebileceğim bir şeyler varsa, bunlardan biri, çokça roman okumaktır. Kaliteli ve seviyeli romanlar okumanın kişisel gelişime büyük fayda sağladığı kanaatindeyim. 30 yaşından önce en az 30 roman bitiren, harika bir iş çıkarmış olur.

"İyi ki yapmamışım" diyebileceğim şeylerden biri de, belli bir dinî grubun ya da şahsın kitaplarına odaklanmak ve bunlara bağlanıp kalmaktır. İyi ki böyle yapmamışım.

Kanaatimce bir gencin düşebileceği en büyük tuzaklardan biri, kendini bir cemaat ya da dinî gruba ait hissederek onların kutsallaştırdığı bazı kitap ve risalelere kendini kaptırması, anlamasa bile adeta ibadet edermişçesine o kitapları mırıldanmaya çalışmasıdır. Bizim gençliğimizde böyle okumalar yapanlar, sonunda zehirlendiler. Önce kendi grupları dışındaki müslümanları görmez oldular, sonra devletine ve milletine ihanet edecek boyuta vardılar.

Hangi dinî grup olursa olsun, kendini belli şahısların kitaplarıyla sınırlayanlar, dünyaya tek bir pencereden, tek bir bakış açısıyla ve adeta at gözlüğüyle bakıyorlar. Hem dinî anlayışları kıt, hem de insani yönleri zayıf olarak yetişiyor ve toplumun diğer kesimleriyle iletişim sorunu yaşamaya mahkum oluyorlar.

Dün bazı kitaplar, nasıl ki birtakım insanları zehirleyip onları vatana ve millete zararlı hale getirdiyse, aynı kitaplar veya benzerleri yarın başkalarını da bu hale getirebilir. Çünkü, yoldan çıkan o kimselerin kimler olduğundan ziyade onların yetiştiği zemine, onları zehirleyen kaynakların ve yanlış yöntemlerin neler olduğuna bakmak lazım. Ve hepsinden uzak durmak lazım.

Elhamdülillah ki, Cenab-ı Allah bizi onlardan korumuş.

BUGÜN 15 TEMMUZ

15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'nde; geçmişten bugüne, Bedir'den Malazgirt'e, Kurtuluş savaşından 15 Temmuz'a kadar, dinin muhafazası, özgür bir vatanın bekası ve millet varlığımızın selameti için can pahasına mücadele veren, bütün şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve şükranla anıyorum. 15 Temmuz'da bizlere acı yaşatanların kimler olduğunu asla unutmamayı ve benzerlerine karşı tedbirli olmayı temenni ediyor, onların gayriahlaki yol ve yöntemleriyle hareket eden, devlet kadrolarını ele geçirmeye ve ülkemizi kendi çıkarlarına peşkeş çekmeye çalışan her türlü dinî, siyasî ve ideolojik oluşumu lanetliyorum. 

MUHARREM AYI BAŞLADI

Bugün başlayan Muharrem ayının İslam dininde mübarek sayılması, Peygamberimizin  (s.a.s)  bildirmesine dayanıyor. Yani bu ayın mübarek olması, asla Peygamberimizin vefatından sonra yaşanmış siyasi olaylardan dolayı değildir. 

Dolayısıyla Muharrem ayını, Peygamberimizden öğrendiğimiz şekilde değerlendirmeye çalışmak lazım. Bu ayda, beş vakit namaz gibi mutat ibadetlerimize ilaveten, yapılabilecek en doğru hareket, zaman zaman oruç tutmaktır. Bu oruç da, İslam'ın öğrettiği oruçtur. Sahuru vardır, iftarı vardır. Aynı Ramazan ayındaki gibi bir oruçtur. Su içmek de orucu bozar, et yemek de bozar, hoşaf içmek de bozar. Özellikleri değiştirilmiş başka türlü bir oruç, İslam'ın orucu değildir.

Bu duygu ve düşüncelerle Muharrem ayı bütün Müslümanlara mübarek olsun.

BAŞKA BİR ÜLKEDE İKAMET EDECEK OLURSAN

 Sağduyulu Suriyeliler arasında son yıllarda dolaşan bir paylaşım:

(Adil Davud:)  Elli yıllık gurbet hayatımdan şunu öğrendim: 

"İsteyerek veya istemeyerek başka bir devlette ikamet etmeye karar verdiğinde, o ülkedeki halkın dilini öğren! Onlara nazik davran, gelenek ve göreneklerine saygı göster! Onları rahatsız edebilecek kötü alışkanlıklarından vazgeç! Siyasi önderlerini eleştirme, sembollerini aşağılama ve tarihî geçmişlerini hafife alma! Onların erdemli işlerini öğren, kötülüklerinden uzak dur! Onlara karşı mütevazı ol, büyüklük taslama! Hallerini beğenmeyip ayrılmak istediğinde, onlarda iyi bir izlenim bırakarak ve selametle ayrıl."

Kaynak: https://x.com/waelh1399/status/1783773472440598636

HADİS KİTAPLARI HAKKINDA

 Gündemde hadis tartışmaları varken, şimdiye kadarki tahsil ve müktesebatımdan aklımda kalan bazı hususları dile getirmek isterim.

Öncelikle mevcut hadis kitaplarından hiçbirinin sahibi ve müellifi, Peygamberimiz (s.a.s) değildir. Hadis kitapları, hadisçilerin derlemeleridir. Onlar kendi araştırmalarına göre hadis olduğuna kanaat getirdikleri rivayetleri bu kitaplarda toplamışlardır. Kimi yerlerde hata da etmiş olabilirler. Peygamberimizin, ısmet sıfatına sahip bulunuyor olması, ona isnat edilen rivayetleri toplayanların da hatasız olduğu anlamına gelmez. Hiçbir hadis kitabı Kur'ân-ı Kerim gibi korunmuş ve mükemmel değildir.

Başka bir ifadeyle, kütüb-i sitte arasından adında "sahih" ifadesi bulunanlar dahil aslında her hadis kitabı tek başına değerlendirildiğinde bir nevi ictihad kitabıdır. Bu kitapların müellifleri şöyle demiş oluyorlar: Benim ictihadıma göre, bu kitapta topladığım rivayetler hadistir, yani bunlar sahih rivayetlerdir. Ancak başka bir hadisçi veya fakih bu tespite katılmıyor olabilir ya da oradaki bir hadisin varlığını kabul etmekle birlikte yorumunun farklı olması gerektiğini düşünüyor olabilir. Hatta bazı hadis kitaplarının sırf sahih rivayetleri toplamak için yazılmadığını da hatırlamak gerekir. Müellif, hadis diye rivayet edilen birçok malzemeyi bir arada toplamış, kimisinin zayıf kimisinin sahih vb.  olduğunu belirtmiş veyahut da kendisi sadece bir aktarıcılık yapıp değerlendirmeyi diğer ulemaya bırakmış olabilmektedir.

Öteden beri bilinmektedir ki, bir âlimin sahih kabul ettiği hadis diğerine göre zayıf olabilir. Ama öyle rivayetler de vardır ki, onların kimisinin hadis olduğunda âlimlerin çoğu, kimisinin hadis olduğunda ise hepsi ittifak etmiştir. Sıhhatini tartışmaya gerek bile bulunmayan mütevatir hadisler de vardır. Dolayısıyla, bir rivayetin, kendisiyle amel edilmesi gereken bir hadis olduğunun tespiti sadece bir kitapta bulunmasına bağlı değildir. 

Herhangi bir rivayetin sahih olup olmadığını tespitten sonra ondan hüküm çıkarmak da başka bir iştir.

Hadisleri anlama ve yorumlamada birçok faktör devreye girer. Söyleniş sebebi, gayesi, o dönemde ne anlama geldiği, devrin şartları, örf, kime hitap ettiği, fertlere mi yoksa devlete mi görev yüklediği... Diğer hadislerle nasıl uyuştuğu, Kur'ân ile nasıl uyuştuğu vs. İşte mezhepler de bu gibi konulardaki değerlendirme farklılıklarından doğar.

Bir hadisi, yalın haliyle ve sırf sözlük anlamıyla değerlendirmeye almak çoğu zaman uygun düşmez. Mesela bugünlerde kimileri hadis diye şunu çokça naklediyorlar: "Kim dinini değiştirirse onu öldürün." Buna göre, mesela bir hristiyan din değiştirdi ve müslüman olduysa, bu hadise göre onun öldürülmesi mi gerekir? Sırf hadisin metnine bakarsanız, onu anlama ve yorumlamada başka bir hiç bir şeyden yararlanmazsanız, varacağınız sonuç budur. Kaldı ki, her bir fert böyle hadislerden çıkarım yapıp kendi kendine hüküm uygulayabilir, infaz yapabilir mi? Bu rivayetlerin hepsi zamanlarüstü bir hüküm mü içeriyor yoksa belli koşullarda mı söylenmiş? Bunların yorumlanmasında âlimlerin farklı değerlendirmeleri olmuş mu acaba? Bütün bunlara rağmen öyle bir rivayetten çıkarılacak hüküm kesin mi olacak zanni mi olacaktır? 

Dolayısıyla, hadisleri anlamak ve onlarla amel etmek, basit akıl yürütmelerle ve sloganlara başarılabilecek bir iş değildir. Hele hele Buhârî'ye iman etmek ve zayıf bile olsa hadise iman etmek gibi hususlardan söz etmek çok yanlıştır. Böyle sözlerle ancak cahillere malzeme verilmiş olur. Hadisler liyakatli ilim adamları tarafından yorumlanmadan onlardan çıkarımlarda bulunup amel etmeye ve başkalarına tahakküm etmeye kalkışmak çok riskli ve tehlikeli bir harekettir.


VİRAJA NASIL GİRİLİR?

 Geçmişte -adeta iman edercesine- bir hadisçinin kitabına bağlanmaya çağıran bazılarının, bugünlerde o kitaptaki bir kısım rivayetlere itibar etmemeye başladıklarını görünce…

Anlıyoruz ki, ne kadar iddialı konuşursak konuşalım, din hakkında konuşurken, hakikate yalan katmak, abartmak ya da tartışmayı sertleştirmek veya çirkinleştirmek doğru değil.

Unutmayalım ki, her düz yolun eninde sonunda bir virajı vardır, bunu önceden hesap edemeyen ve taşıma kapasitesini ya da hız sınırını aşan, virajı alamayınca devrilir. Konuşurken ve bir fikri savunurken ileride viraj olabileceğini hesap edip ona göre konuşmak lazım. Sürekli köşeli ve sert cümleler kurmamak lazım. Yoksa keskin dönüşler, sadece dönene zarar vermekle kalmıyor, yoluna ve davasına da zarar veriyor. Böyle ani dönüşler şimdiye kadar, yolda ne kadar hurda yığını ve enkaz bıraktı! O enkazla karşılaşan nice toylar yoldan döndü. İbret almayacak mıyız?

İstikametini doğru zannedip bir kula ya da Kur’ân dışındaki bir kitaba, taparcasına bağlanan, viraja geldiğinde onunla birlikte devrilebilir, hem onun yükü hem de kendi yükünün altında kalır.

Kısacası, istikamet üzere yürüdüğü görülen birinin izinden gitmek mümkündür ama peygamber değilse, kendini ona tamamen bağlamamalı. Takip mesafesini korumalı. Böylece viraja gelindiğinde öndeki devrilse bile arkadakine bir manevra alanı kalır.



BİRİSİ ÖTEKİNİN GÖZÜNÜ ÇIKARDIYSA... FETVASI NEDİR?

 Anlatıldığına göre, büyük fakihlerden, yani İslam hukukçularından biri olan İmam Şâfiî, yanında eğitim görüp nihayetinde kadı (hâkim) veya müftü olmak üzere yola çıkacak olan bir öğrencisine veda ederken, nasihat olarak şöyle der:

- Sana birisi gelir de, falan kişi benim gözümü çıkardı, diye şikayette bulunup hüküm isterse sakın ona inanıp hemen karar verme. İyi düşün, belki de bu kişi ötekinin iki gözünü birden çıkarmıştır.

Çok önemli ve büyük bir ders.

Birçok tarafı olan bir meselede, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek için bir tarafı dinlemek asla yeterli olmaz. Karı-koca ilişkileri, aile içi miras meseleleri, kavgalı gürültülü hadiseler ve alışverişler gibi bir çok konu, bütün tarafları dinlemeyi gerektirir.

Ne yazık ki, zamane fetvacıları, bu konularda pek olgun değiller. Özellikle tv'lerde ve sosyal medyada hergün fetva verme heveslisi bazı kişiler, yayına bağlanan ya da kendileriyle iletişim kuran tarafın sözlerini doğru kabul edip diğerlerinin gıyabında ahkâm kesiyorlar. "Sen haklısın... onlar sana zulmetmiş..." vs. Hatta mesela bir adamın hiç haberi olmadan, karısının tek başına beyanıyla, aile yuvasını yıkan, talak gerçekleşmiş diye karar veren haddini bilmez bir sürü zevat var. Acaba birgün kendi haberleri olmadan, birisi de onların hanımlarının boş olduğuna fetva verse, ne hissederler? 

Tek tarafın sözüne inanıp böyle veballi işlere karar vermek, çok yanlış. Nelere mal olacağı düşünülmeden hakikat iyice araştırılmadan böyle "belli" kişiler hakkında adres göstererek karar verilebilir mi? Buna ancak fitne-fesat fetvacılığı denir.

Hadi, günlük sohbetlerde, yanımızdaki kişilerin başkalarını şikayet ettiğine sıklıkla şahit oluyoruz. İnanıp inanmamak bir yana, bu tür durumlarda insanlar genellikle dinledikleri kişiye hak vermiş gibi yaparlar ve onu yüzüne karşı pek mahcup etmek istemezler. Ama din ve fetva işleri böyle midir? Birilerinin keyfine göre sonuçlandırılabilecek meseleler midir bunlar?

Allah'tan korkmak lazım. Fitne ateşine odun taşımamak lazım.

Zaten çağımızda birçok kişi dini ve fetvayı, kendisi için değil daha ziyade başkasını suçlamak için kullanmaya çalışıyor. Kendi günahlarından ziyade başkalarının günahları hakkında sorular soruyor. Aldığı bilgiyi de bir sopa gibi kullanıp başkasını sıkıştırmaya çalışıyor. Halbuki, akıllı insan kendi kusuruyla uğraşır, başkalarının kusuruyla değil.

Fetvacıların da biraz daha akıllı olmaları lazım. Başkalarının sorunlarını çözme hevesine kapılmadan, kendi sorunlarına odaklanmaları lazım. Zira fetvacıların asıl sorunu, verdikleri her bir fetvanın ahirette bir hesabının olmasıdır. İyice araştırmadan, tarafları tam dinlemeden, gelişigüzel şekilde ahkâm kesenler, cehenneme girmeye en hevesli olanlardır.



Kurban bayramında nerede ve hangi zamandayız?

 Hacılar Mekke'de, tamam.

Hacca gitmeyenlerse bir taraftan kendi ülkelerinde veya kurban hizmeti için gittikleri ülkelerde. Ama hepimiz bir taraftan da Mekke'deyiz. Çünkü tekbirlerle başlayıp kıbleye doğru kılınan namazla devam eden bir bayramda, o mukaddes kıbleyi ve mübarek çevresinde haccedenleri, orada her an neler olup bittiğini düşünmemek mümkün mü? Bedenimiz burada ama gönlümüz ara ara gidip geliyor oraya.

Ülkelerinde olanlar, bayramda elbette akrabalarıyla beraber olacaklar. Hatta toplumda tanıdık ve tanımadık herkesle bayramlaşacak, bir toplumda yaşamanın güvenini hissedecek ve hissettirecekler. Fakat bayramlaşırken sadece şimdiyi yaşamayacaklar. Bayramı bize hediye eden Allah elçisinin zamanındaymış gibi hissedecekler kendilerini. Onun, bayrama ruh veren güzel sözlerini ve örnek yaşamını hatırlayacaklar. Onun ashabı hangi inanç ve duygularla birbirleriyle bayramlaştılarsa, o inancı yenileyecek ve o duyguları hissedecekler.

Bin dört yüz küsur yıl önce, karanlığın ve vahşetin ortasında bir nur gibi parlayan, bütün insanlığa iyilik ve merhamet vadeden o güzide toplumun misyonunu, şimdi kendi üzerlerinde hissedecekler. Çağdaş dünyanın ilkel karanlığı karşında, yeryüzünü ve Gazze gibi coğrafyaları cehenneme çeviren vahşet ve merhametsizlik karşısında hâlâ insanca ve müslümanca var olabilmenin mümkün olduğuna dair inançlarını tazeleyecekler. Bu inancı ve duyguları taşıyan kardeşleriyle bayramlaşırken ve birbirlerine sarılırken aslında bütün coğrafyalardaki mazlumlar adına bayramlaşacak ve birbirlerine sarılacak, insanlığın onuruyla ve kirlenmemiş vicdanla kucaklaşacaklar. 

Hem  binlerce yıl öncesine de gidecek, azgınlığın ve tanrıtanımazlığın temsilcisi konumundaki Nemrut karşında tevhid mücadelesi veren Hz. İbrahim'i ve Hz. İsmail'i anacaklar. Muktedirlerin bütün şirk ve küfür propagandalarının hüküm sürdüğü bir zamanda Allah'a teslimiyet göstermenin ne anlama geldiğini yeniden idrak edecekler. Bu idrakla  daha güçlü bir şekilde Allah'ı anacak her namazdan sonra yeni bir heyecanla tekbirler getirecekler.

Kurbanlarını tekbirler eşliğinde keserken, sevdiklerini bile Allah uğruna feda edebilme azminin ve teslimiyet şuurunun doruğuna ulaşacaklar. Allah'ın emriyle kesilen kurbanların, nasıl da insanlığa fayda sağladığını, ümitleri zayıflamış nice insana ve nice farklı bölgeye iyilik adına yeni bir ümit aşıladığını fark edecekler. Kurban kesebilenler ya bizzat kurbanlarının başında bulunurken bu duyguları yaşayacaklar ya da uzak yerlerde kendileri adına vekaletle kesim yapılırken, onlar da duygularıyla o manzaraya buradan iştirak edecekler, gönülleri bir orada bir burada olacak.

Hülasa, bayramda asla bir yerde ve zamanda değiliz. Tarihin binlerce yıllık derinliğinde ve dünya üzerinde insan bulunan her coğrafyadayız. Gerek bedenimizle gerek gönlümüzle, her bir müslüman kardeşimizin yanındayız.

Aynı inancı ve duyguları paylaşan bütün dostlara selam olsun.

Kardeşlerinin bayramına iştirak etmek için vatanından yüzlerce kilometre uzakta hizmet edenlere selam olsun.

Bayramınız mübarek olsun.



KAÇAK ELEKTRİK... KAÇAK HAC...

Kaçak haccın günah olduğuna dair farklı ülkelerden fetva mercileri açıklamalar yaptılar. 

Sebebini anlamayanlar için kısaca özetleyelim: Kaçak hac yapanlar, esasında başkalarına zarar veren, sıkıntı yaşatan ve onların haklarını gasp edenlerdir.

Ömründe bir defa hac yapma lütfuna erişmiş biri olarak bu meseleyi ve ilgili tedbirleri şöyle anlıyorum.

Hac milyonların buluştuğu bir ibadet. İşlerin düzgün gitmesi iyi bir plana bağlı. Mesela, Arafat'a çıkarken, oradan inerken ya da Müzdelife ve Mina'ya giderken hangi yoldan kaç bin kişi geçecek, bu binler için hangi saat ve dakikalar arasında bir rota planlanacak, onların geçişi esnasında izdiham olmaması için hangi grupların önceden o rotayı boşaltmaları gerekecek? Hangi dakikada hangi tünelden kaç bin kişi geçecek? Arafat'taki bir-iki gün boyunca ya da Müzdelife ve Mina'da kimler hangi çadırlarda kalacak? Çadırların kapasitesi kaç kişi? Hacıları götüren ve getiren otobüslerin kapasitesi kaç kişi? Kurulacak hastane ve sağlık ocaklarının kapasitesi kaç kişi?

İşte bütün bunlar bir plan istiyor. Plana aykırılık olursa maazallah geçmişte olduğu gibi izdihamlar ve hatta ölümler söz konusu olabilir.

Maalesef oraya farklı ülkelerden onbinlerce kişinin kaçak gittiği söyleniyor. Bunlar plan dışı kişiler. Bu kaçaklar, başkalarına tahsis edilmiş ve kapasitesi sınırlı otobüslere binmeye kalkarlarsa, başkalarının çadırlarına dalarlar ve onları sıkıştırırlarsa, geçiş için açık bulundurulması gereken yollarda oturup kalkar ve ambulansların geçişine bile engel olurlarsa, oturmaya ve beklemeye uygun olmayan yerlerde bekleyip buralarda yiyip içer ve çevreyi pisletirlerse bunları yapmak, başkalarının hakkına tecavüz değil midir? Orada resmi yollarla gelen hacıların verdiği paralarla kurulmuş olan hastane ve sağlık ocaklarına gidip parasız muayene olmaya kalkmak, muayene hakkı olmadığı halde muayene kuyruğunda izdiham oluşturmak bir vebal değil midir?

Bütün bunları anlamak ve hac yapayım derken kul hakkına girmemek için en üst düzeyde bir hassasiyete sahip olmak gerekmiyor mu?

Helali-haramı ve kul hakkını önemsemeyenin, hayatını kaçakçılıkla sürdürenin, bindiği otobüsün ve kaldığı çadırın ücretini ödemeyenin, evinde ve bahçesinde bile bir ömür boyu kaçak su ve elektrik kullanmaya alışmış ve kendi masraflarını başkalarının üzerine yıkmayı adet edinmiş birinin, haccı kabul olur mu?

Hele bir de kaçak yollardan hacı götürmeye çalışan, onların parasına göz diken, yüzlerce insanı mağdur edip dolandıranlar varsa, bunların ahirette yatacak yeri olur mu? Öldüklerinde bunları mezar kabul eder mi?


KURBANI, İSTİSMARA KURBAN ETMEMEK

Kurban, bazı dinî grupların, derneklerin ve hatta örgütlerin, kendi yapılarını malî bakımdan güçlendirmek için istismar ettiği mevzulardan biri. Yoksulları gözetmek, arka plana itilebiliyor. Bu tür yöntemler ahlaki değil.

Hayır kuruluşları, cemaatler ve dernekler, söz verdikleri şekilde kurbanları mutlaka usulüne uygun şekilde kesmelidirler. Ayrıca kurban sözleşmelerinde ve afişlerinde, kurbandan elde ettikleri gelirleri nereye harcayacaklarını açıkça belirtmeliler.
Böyle bir açıklama yapmadan mesela, "Afrika'daki muhtaç kardeşlerinle paylaş" şeklindeki bir kurban kampanyasında, masraflar ödendikten sonra, artan paraların tamamının Afrika'daki muhtaçlar için harcanması gerekir. Orada kesilen kurbanları çok ucuza mal edip geri kalan parayı vakfın ve derneğin kasasına koymak, sonra da bu parayı, vekalet veren bağışçıların haberi ve izni olmadan, başka amaçlarda kullanmak, lüks ve şatafata harcamak ahlaki değildir. (Kimi kuruluşlarda toplanan paranın yüzde 30-40'ının bu şekilde kasaya konulduğu söyleniyor.) Böyle bir kurban kampanyası işi ticarete dökmektir. Kurbanda ticaret de yapılabilir ama bunu yardım kuruluşu adı altında yapmak halkı aldatmak olur. Vekalet verenlerin bilgisi ve izninin olmadığı işler yapmak güveni kötüye kullanmaktır.
Kurban organizasyonunu ticaret için yapacak olan, bunu ticari tabela altında yapar ve ticaretinden kendisine kâr kalır. Marketlerin ve bazı hayvancılık işletmelerinin yaptığı kurban organizasyonları böyledir. İşi usulune uygun yaparlarsa elde ettikleri kâr da helaldir.
Kurban organizasyonunu yoksullara yardım kampanyası için yapana ise kâr kalmaz, sevabı kalır. Onun kârı ahirettedir. Örneğin Afrika'daki muhtaçlar için kurban kampanyası yürüten bir hayır kuruluşu, yaptığı masrafları ödemek haricinde kurbandan hiç bir kazanç elde etmiyor ve kurban için topladığı tüm parayı Afrika'daki muhtaçlara harcıyorsa işte asıl olması gereken budur. Bunu yapabilecek, sahabe ahlaklı müslümanlar bu çağda kıt olsa da, var olduğuna inanıyoruz.
Yardım kuruluşu adı altında ticaret yapanlar ise, bağışçılara haber vermeden bunu yaptıkları sürece, dürüstlükleri hep kuşkulu olacaktır.
Hele bir de kurban kampanyası düzenlediği halde kurbanları kesmeyenler varsa ya da dinde yeni kurban türleri icat ederek kendi kuruluşlarına menfaat temin etmeye çalışanlar varsa onlar tamamen dolandırıcıdırlar. Her müslümanın, böylelerine karşı uyanık olması gerekir.



Siz hiç "reklam giderleri için kullanacağız" diye bağış toplayan, zekât, fitre veya kurban parası toplayan bir vakıf/dernek gördünüz mü?

Maksadın daha iyi anlaşılabilmesi için önce bir olayı hikâye ederek başlayalım.

Şeriata Uygun Mu?”

Bir yardım kuruluşunun yetkilileri, parasal konulardaki bazı işlemler için bir katılım bankasına giderler. Kendilerine kolaylık gösterilmesini isterler. Görüşme boyunca, memnun olmadıkları herhangi bir cevapla karşılaştıklarında, arada bir "sizin bu söylediğiniz/yaptığınız, şeriata uygun mu?" diye serzenişte bulunurlar.

Görüşme bittikten sonra, bina çıkışında gayet lüks makam araçları, yardım kuruluşunun yetkililerini beklemektedir. Uğurlamaya banka yetkilileri de gelmiştir. Araçların model ve konforu bankacılardan birinin de dikkatini çekince şaşırmış bir şekilde sorar:

- Bu araçlar sizin mi?

- Hayır, bizim değil, vakfın.

- Peki, vakfın parasını böyle lüks araçlara harcamak şeriata uygun mu?


Hikâye bu kadar. (Yaşanmış bir olaydır.)

Bu olay, dinî hassasiyetleri öne çıkararak faaliyet yürüten bazı sektörlerdeki kimi icraatlar hakkında bizi düşünmeye sevk ediyor.

Özelde yardım kuruluşu hüviyetinde olan kuruluşların, genelde ise halktan toplanan bağışlarla faaliyet yürüten bütün sivil toplum kuruluşlarının, icraatlarında son derece dikkatli olmaları, kuruluş amacına uygun şekilde ve kendilerine teslim edilen paraların bir emanet olduğu bilinciyle hareket etmeleri beklenir. Bu kuruluşlara teslim edilen paraların her biri, belli bir amaçla verildiğine göre o amacın dışına çıkmamaları beklenir.

Yardım Kuruluşlarının Harcama Kalemleri

Zaman zaman bu tür kuruluşlardan bazılarının, gelişigüzel harcamalar yaptıkları, muhtaçlara yardım için toplanan paralarla, mesela Afrika’ya gidecek kurban paralarıyla kendilerine bina aldıkları veya yaptıkları... gibi haberler duyulmakta ve medyaya yansımaktadır. İdarecilerine tahsis edilen lojmanların ve araçların lükslüğü gibi mevzular da dedikoduya sebep olabilmektedir.

Yine neredeyse bütün yardım kuruluşlarının, kendilerini ayakta tutmak, daha fazla yardım toplamak ve kampanyalarını duyurmak için çok yüksek meblağları reklam, afiş, promosyon ve benzeri yerlere harcadıkları, reklam filmlerine akıttıkları duyulmaktadır. İnternet ve sosyal medya, bunların reklamları ve filmleriyle (“sponsorlu” paylaşımlarıyla) doludur. Söylentilere göre bazı vakıf ve dernekler, sosyal medya için ayda onbinlerce TL'yi aşan harcama yapıyor, yardım toplamak için yayınladıkları tanıtım filmleri için yüzbinlerce lira harcıyorlar. Gerçekten de, harcanan bu paraların kaynağı nedir acaba?

Kuruluşa bağışlanan her bir kuruş, belli bir amaçla verildiğine göre, acaba hayra harcansın diye verilenlerden bir kısmı reklamlara gidiyor olabilir mi? Lüks ve şatafata gidiyor olabilir mi? Bunlara harcanan para kimin parasıdır? Yoksa reklama ve şatafata harcansın diye, birileri özel bir bağış mı yapmıştır? Siz hiç bugüne kadar, bir yardım kuruluşunun, reklam giderlerinde kullanmak üzere bağış topladığını duydunuz mu? Lüks makam aracı alınacak diye para topladığını duydunuz mu? Olsa olsa, iş görmeye yetecek kadar bir hizmet aracı alınacağı söylenmiş olabilir. Peki, o lüks ve şatafat neyin nesidir?

Yardım faaliyetinin dışında kalan bu tür işler için, acaba bağışlardan, zekâtlardan ve kurban paralarından harcanıyor olabilir mi? Bu konuda, onlara parasını emanet eden halkın bilgisi ve rızası var mıdır? Hangi şartlarla para topluyorlar ve topladıklarını hangi şekilde harcıyorlar? Bağışçıların, başka bir deyişle vâkıfların, şartlarına uyuluyor mu?

Denilebilir ki bu tür şatafat ve reklamlar, bağışlardan karşılanmıyor, vakfın ve derneğin başka gelirleri de var; mesela kira getiren gayrimenkulleri var, şirketleri var...

Peki, öyleyse soralım: o şirketlerin kuruluşuna kaynaklık eden paralar ve gayrimenkuller ilk başta, tamamen amaçsız şekilde mi o kuruluşa bağışlanmıştır? Hedefi hayır olmayan bir şirket kurulsun ve o şirketin gelirleri de keyfi şekilde harcansın, diye birileri o vakfa/derneğe bağış mı yapmıştır geçmişte? 

En başa dönülecek olursa esasında onların da bir amaçla verildiği, keyfi harcamalarda kullanılsın, diye verilmediği görülecektir. Dolayısıyla, vakıf ve derneklerin, güncel yardım kampanyaları dışında ellerine geçen bu gibi malları ve gelirleri de, reklamlarda, lüks ve şatafatta harcayabileceklerine ilişkin bir gerekçe bulmak zordur.

Toplanan Yardımların Amacı

Şurası muhakkak ki, yardım kuruluşları belli amaçlar için ve belli şartlarla yardım toplamaktadırlar. Dolayısıyla para hangi amaç için ve hangi şartlarla toplanmışsa ancak oraya harcanmalıdır. Bunun dışında kuruluşun idari giderlerinin ve diğer harcamalarının nereden karşılanacağının en başta iyi düşünülmesi ve düzgün ayarlanması gerekir. Bunlar, bağış paralarıyla gerçekleştirilecekse, bağışçılara bilgi verilmesi, onlardan izin alınması gerekir. Bu tür masraflar için gerekirse ayrıca bir yardım kalemi oluşturulmalıdır ki, bağışçılar ne için yardım yaptıklarını bilsinler. Mesela bazen bir bağışçı, zekât gibi bir ibadetten söz etmeksizin vakfın genel hayır hizmetlerinde kullanılmak üzere parasını veya bir gayrimenkulünü bağışlayabilmektedir. Bu tür bir bağışın, lüks ve şatafata kaymamak kaydıyla kurumsal "masraflarda" kullanılabilmesi mümkün olabilir. Ancak mesela zekât diye toplanan, depremzedelere yardım diye toplanan, Suriye, Arakan, Gazze için... toplanan paralar, dernek binasının masrafları için, elemanlarına lojman için ya da makam arabası için kullanılabilir mi? İşte buna evet demek mümkün değildir.

Vakıf ve Dernek Gibi Kuruluşların Tüzüklerinin Şeriata Uygunluğu

Denilebilir ki, vakfın/derneğin tüzüğü, reklam ve idari masraflar için harcamaya ya da lüks makam aracı almak gibi işlere izin veriyor.

Şu var ki, tüzüğü yapan da vakfın/derneğin elemanları ve idarecilerdir. Tüzükte yazıyor diye, paralar bağışçıların amacı dışında bir yere kullanılabilir mi? Burada öncelikle tüzüğün, bağışçıların iradesine ve dinî kurallara uygun hazırlanması gereği vardır. Bir yetkinin tüzükte yazıyor olması, mevcut hukuk ve mevzuat bakımından yeterli sayılsa bile dinî bakımdan asıl yetki, bağışçılarla yapılan vekâlet/aracılık sözleşmesinde nelerin söz verildiğine bağlıdır. Bu sözlere ve dinî hükümlere aykırı şekilde davranmaya tüzüğün izin vermiş olması, Allah katındaki mesuliyeti ortadan kaldırmaz.

Özellikle dinî bir vazife olan zekât, fitre ve kurban gibi konularda tüzüğün üzerinde bir "tüzük" vardır. O da dinî ahkâmdır. Dinî ahkâma uyulmazsa ibadet yerine getirilmiş olur mu? Zekât ve fitre mi tüzüğe uyacak, yoksa tüzük mü zekât ve fitreye uyacaktır?

Mesela ülkemizde, nerdeyse yüz yıldan beri zekât ve fitre gibi bağışlar toplayan bir kurumun tüzüğünde, gelen bağışların önemli bir kısmının idari giderler için, diğerlerinin ise sportif faaliyetler ve benzeri etkinlikleri desteklemek için kullanılacağı yazılıdır. Daha ilginç olan, o tüzükte, bağışların asıl olarak muhtaçlara veya felaketzedelere verilmesi yönünde bir madde de bulunmamaktadır. Bu nedenle o kuruluş da geçmişte bu yönde hareket etmiş, zekât ve fitre dâhil bütün bağışları bu şekilde harcamış hatta medyadan duyulduğuna göre içinde haram işlenen toplantılar ve dine uygun olmayan faaliyetler bile yapmıştır. Yoksullara yönelik bir proje yapmak hiçbir zaman bir önceliği olmamıştır.

Yaptıkları, kendi tüzüklerine uygun olabilir ancak dinimizdeki zekât ve fitre ahkâmına asla uymaz. Bu nedenle bu tür kuruluşların zekât ve fitre toplaması ve bunları yoksullardan başka yerlere harcaması veya kendi masraflarına kullanması caiz değildir. (Bunlar zekât âmili falan da değildirler. Nitekim bu hususu başka yazılarda dile getirdik.) Bu şekilde davrandıklarında, zekât ve fitreler dinen eksik ya da tamamen geçersiz olur. Tüzükte öyle yazıyor olması, yapılanların dinen geçerli olmasına yetmez.

Dolayısıyla ibadetlerle ilgili faaliyet yürüten kuruluşların tüzüklerinde dine aykırı bir şey olmamalıdır. Ayrıca bunlar, aracılık/vekâlet türünden iş yaptıklarına göre “ibadet ahkâm”ı yanında bir de “vekâlet ahkâmı”na uymaları, güveni kötüye kullanmamaları, bağışçıların amacına aykırı olacak şekilde onlardan habersiz ve izinsiz işler yapmamaları gerekir. Aksi halde yarın Allah'ın huzurunda hesap verme vakti geldiğinde tüzükleri onları kurtaramaz.

Belki sözü biraz uzattık ama maksadımızı inşâallâh anlatabilmişizdir. Sürçülisan ettikse affola.

İLGİLİ YAZILAR

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

FAKİRİN HAKKI









BİR BİD'AT UĞRUNA HAYVAN KATLETMEK

Kimileri, Peygamber kurbanı diye bir şey uydurmuşlar. Büyükbaş bir hayvanın her bir hissesini 28 paya bölmüşler, toplamda tam 196 kişiden para toplayıp bununla bir büyükbaş keseceklermiş. Halbuki, bir hisse birden fazla kişinin parasıyla kesilirse kurban sayılmaz. Buna "kurban" ismi verilemez. Bir bid'at uğruna hayvan katledilmiş olur. Bu tür hareketler din sömürüsü değil de nedir? Kurs veya öğrenci yurdunda et ihtiyacı olup bağış toplamak isteyenler, et istiyoruz diye kampanya yapabilirler. Buna kurban adını vererek zihinleri bulandırmanın ve kurbanın mahiyeti hakkında insanları yanlış yönlendirmenin manası nedir?

Maalesef geçmişten beri din istismarcıları boş durmuyorlar. Milleti sömürmek için sürekli bir şeyler uyduruyorlar. İstismarcı bazı örgütlerin yapısı dağıldı ama ahlakı ve yöntemleri demek ki hâlâ yaşıyor. Bunlara karşı uyarıda bulunmak ise her müslümanın vazifesi.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, ülkemizde bazı yerlerde de birçok insandan para toplanarak, "caminin kurbanı", "kursun kurbanı" veya "afet kurbanı" diye kampanyalar yapıldığını duyuyoruz. Oysa kurban insanın/gerçek kişinin ibadetidir; insan olmayanların, binaların ve tüzel kişilerin kurbanı mı olur? Bir hisseye birden fazla kişi ortak olursa, böyle kesilen hayvan kurban sayılır mı? Sırf kan akıtmak bir ibadet değil.  Kurban şartlarını taşımayan bir kan akıtmaya  yücelik atfetmek, dinimizde yoktur. Kurbanın bir değerinin olması, dine uygun olmasına bağlıdır. Bir de bu kampanyaların sözde dinle ilgili kişiler tarafından yürütüldüğünü duymak, tamamen hayal kırıklığı meydana getiriyor.

Artık din konusunda böyle insanlara nasıl güveneceğiz de kurbanımızı veya başka ibadetlerimizi bunlara emanet edeceğiz? Bunlar birkaç tane değil ortalıkta böyleleri dolu. 

Şu sosyal medyada gezinirken bile şimdiye kadar adını sanını hiç duymadığımız onlarca kuruluşun kurban reklamlarıyla karşılaşıyoruz. Bunlar dinî ahkamı ne kadar biliyorlar? Ne kadar güvenilirler? 

Müslümanlar olarak dolandırıcılara karşı çok uyanık olmamız lazım.








AVUCUNDA KOR TUTMAK GİBİ

Devlet malını yönetirken...
Vakıf malını yönetirken...
Zekat, kurban... vekaletlerini yönetirken...
Aynı sırat köprüsünden geçer gibi bir hassasiyet gerekiyor. Bu hassasiyeti gösterebilenler, inşaallah yaptıkları o önemli işlerin mükafatını da ahirette kat kat alacaklardır. Mazlumların, muhtaçların ve yetimlerin hayır duaları onlarla olacaktır.
Bir iş ne kadar önemliyse karşılığı da o denli büyüktür. İşte o yüzden Peygamberimiz (s.a.s), ahiret gününde o büyük hesap meydanında herkes ateşten kavrulurken özel bir gölgede gölgeleneceklerin başında "âdil devlet başkanı'nın olacağını haber verdi.
Öte yandan bu önemli işlerde hassasiyet göstermeyip şeytana ve nefislerine uyanlar da, o denli büyük azaba uğrayacaklardır. Maazallâh!

Bu konuda gösterilecek hassasiyete bir örnek, Hz. Ömer'in meşhur, devlet mumu hikayesidir. 

VEKÂLETLE KURBAN FIKHINDAN... 2) Öğrenci yurtları için, vekâletle kurban kampanyası yapmak

Normal şartlarda öğrenciler tarafından tüketilmek üzere kurban eti bağışlanabilir ve yurdun bağlı olduğu kuruluş da, bu doğrultuda kurban bayramı kurbanı (udhiyye) için kampanya yapabilir. Çünkü bu kurbandan, zengin-fakir, herkese ikram edilebilir.

Ancak,

Öğrencilerden yemek gibi masraflar için yurt ücreti alınıyorsa, hüküm değişir:

a) Ticari olarak işletilen bir yurdun yemeklerinde kullanılmak üzere kurban kampanyası yapılamaz. Çünkü idare, zaten o yemeklerin ücretini öğrenciden almaktadır. Yapılan sözleşme gereği öğrenci ücretini ödeyecek, idare de buna göre bir yemek menüsü hazırlayacaktır. Şayet idare, bazı yemekleri bağışlanan kurban etlerinden karşılayacak olursa, o takdirde kendi cebinden çıkması gereken parayı, bağışlardan ödemiş olur. Dolayısıyla aslında burada kurban bağışı, öğrencilere değil idareye fayda sağlamış olur. Öğrencilerin yediği değişmezken, idareye kalacak kâr artmış olur. Hâlbuki vatandaşlar kurbanları, idarenin kârı artsın diye değil öğrenciler için bağışlamışlardır. Aksi bir uygulama, vekalet ahkamına aykırıdır.

b) Yurt, ticari olarak değil de, bir eğitim hizmeti ve sosyal yardım biçiminde faaliyet yürütüyorsa yani, öğrencilerden ücret almıyor veya cüzi bir ücret alıyor da geri kalan masrafların bağış ve yardımlarla karşılanacağını onlara bildiriyorsa, o takdirde bağışlanan kurban etlerini yemeklerde kullanması mümkündür. 

Peki, bir öğrenci yurdunun ticari olup olmadığı nasıl anlaşılır?

Bu konuda sadece adına veya vergi levhasına itibar etmek yeterli olmayabilir. Adı vakıf ya da STK yurdu olmasına rağmen, ticari amaç güdenler olabilir. Örneğin, ticari olarak işletilen bir yurtta öğrenciden alınan bir ücretle, aynı veya yakın kalitede hizmet veren bir vakıf ya da STK yurdunda öğrenciden alınan ücret birbirine yakın ise demek ki bu da ticaridir. Böyle bir vakıf ya da STK, o öğrenci yurdu için kurban kampanyası yapamaz, yapmamalıdır. Aynı yemek için hem vatandaşlardan bağış toplamak hem öğrencilerden ücret almak dürüstlüğe yakışmaz. Öğrenciden ücret alınmasına rağmen yemekler kurbanlardan karşılanacak olursa, o takdirde yemek ücretlerini o oranda iade etmek veya indirim yapmak gerekir.

Şu da var ki, böyle bir yurtta, öğrenciler için bağışlanan kurban etleri, normal menüde kullanılmazsa, günlük menü haricinde, farklı zamanlarda öğrencilere özel ve müstakil ziyafetler şeklinde verilecek olursa, Allahü a’lem, bunda beis olmaz.