tevil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tevil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TARİHSELCİLİĞİN ÇÖKÜŞÜ

Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddiası
Tarihselcilik diye anılan anlayışın sonunda gelip vardığı nokta, Kur'ân'ı -en azından onun belirsiz bir kısmını- bir insan sözü saymak oldu. Gerekçesi ise bu sonuçtan daha vahimdi. Tarihselciliğin çıkarımına göre, bazı ayetler ahlaken sorunluydu ve bunlar Allah'ın ahlakına yakışmıyordu (hâşâ!).

Mesela tarihselci zihniyet, Kur’ân’ın, Mekke dönemindeyken ehl-i kitâb hakkında olumlu ifadeler kullanmasının ve ardından Medine döneminde müslümanlar güçlenince ehl-i kitâba karşı savaş ilan etmesinin ahlaken bir çelişki olduğunu varsayıyor, bu konudaki ayetlerin politik bir dile ve üsluba sahip olduğunu iddia ederek bunların Allah'a değil Peygambere ait sözler olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Aksi halde Allah’ın ahlakiliği"nin gündeme geleceğini iddia ederek söz konusu ayetlerin ahlaken sorunlu olduğunu söylemiş oluyordu. Fakat Allah'ın (c.c.) ahlakını eleştirmeyi göze alamayıp Kur’ân’daki sorunlu ayetlerin (!) O'nun değil, olsa olsa bir insanın yani Peygamberin sözü olabileceğini söylüyordu. Tarihselciliğin bu çıkarımında, ahlaken sorunlu olduğu iddia edilen ayetlerin sebebi olarak Peygamber gösteriliyordu. Yine Mekke dönemindeki hükümlerin daha derinlikli ve ahlâkî içerikli olduğu, Medine dönemindeki hükümlerin ise yüzeysel ve siyasi olması hasebiyle dinî-ahlâkî tekamül bakımından sapmalara ve duraksamalara yol açtığı ithamında bulunan söz konusu anlayış, dinin temellerini eleştirmiş oluyordu. Bu dönemdeki hükümlerin Allah'ın izni dışında gelmesi söz konusu olamayacağına göre, bunların ahlaki tekamülde sapmaya ve duraksamaya yol açtığının söylenmesi doğrudan Allah'ın hükümlerine yani ayetlerine bir eleştiriydi. Zaten bu satırların  yer aldığı tebliğin başlığı da "Cihad Ayetleri" idi. (M. Öztürk, “Cihad Ayetleri: Tefsir Birikimine, İslam Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, 2016, s. 154-155, 157, 201-202)

Tarihselciliğin, esmâ-i hüsnâ ile ilgili de kabul edilemez iddiaları vardır. Bu yaklaşıma göre, Allah'ın, Kur'an'da kendisini yüceltmesi, büyüklüğünden bahsetmesi ve kendisi hakkında övücü sıfatlar kullanması düşünülemez, çünkü övünme ve iftihar, cahiliyye adetidir. Bu sebeple  Kur'an'da geçen esmâ-i hüsnâyı, Allah'ın sözleri değil Peygamberin sözleri olarak kabul etmek gerekir (!) Mesela Kur'an'da ayetlerin bir parçası olarak geçen Kebîr, Mütekebbir, Müntekım, Rahim, Rahman ve Vedûd gibi isimler bu anlayışa göre Allah'ın kendine verdiği isimler değildir, bunları Peygamber "kendi varlık tecrübesinden hareketle" formüle etmiş,  Allah'ı insan biçimci sıfatlarla tanıtarak kendi diliyle  Allah adına konuşmuştur. Bu esmânın her biri, şirk ve müşrik zihniyete karşı bir tepki ifadesidir. (Öztürk, Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, 2016, s. 222-227)

Tarihselciliğin Kur'an'da beşer sözü saydığı hususlardan biri de, ayetlerde bazı kafirlere yönelik olarak yer alan telin ve beddua ifadeleridir. Tarihselciye göre, başkasına beddua etmek bir acizlik ve çaresizlik göstergesi olup Allah'a yakışmaz. Böylece tarihselci, başta "Ebu Leheb'in elleri kurusun! Kurudu zaten." ayeti (Tebbet sûresi) olmak üzere kafirler ile İsrailoğullarına lanet ve beddua okuyan ayetleri Allah'ın değil Peygamberin sözleri saymaktadır. Ona göre, bu sözler Hz. Peygamberin yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. (Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 225-227) Halbuki bu tür ayetler geçmiş ulemamız tarafından gayet güzel açıklanmış ve hiç bir müslüman alim, tarihselcilerin bu anılan gerekçelerine dayanarak bazı ayetlerin Allah'ın sözü olmayıp Peygamber'in sözü olduğunu iddia etmemiştir. Bu yüzden Kur'an'ın bazı sözlerinin Allah'a ait olmadığı mahiyetindeki tarihselcilere ait iddia, Kur'an tarihi açısından çok büyük bir ithamdır. Günümüz Müslümanları arasında büyük şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır, karşılanmaya devam etmektedir.

Kur'ân'ın ehl-i kitabla ilgili ayetlerinin Mekke-Medine dönemindeki içeriği hakkında  ve  Medine dönemindeki savaşlara ait hükümlerle ilgili olarak tarihselciliğin kendini konumlandırdığı taraf da ilginçtir. Başta Peygamberimizin (s.a.s) yaşadığı çileli dönem olmak üzere, tarihte meydana gelen savaşların tek müsebbibi olarak müslümanları ve Kur’ân’ı gösteren bu anlayışın, o dönemdeki Müslümanların çektiği sıkıntıları ve düşmanlarının hasmane tutumlarını hiç dikkate almaması ve adeta ehl-i kitâb yanlısı bir tutum sergilemesi dikkat çekiyordu. Savaşla ilgili ayetlerde ahlaken isabetli olmayan bir şeylerin varlığını iddia etmesi garipti. Nitekim aynı anlayışın sahibi, bir gazetedeki köşe yazısında, şark kültürünün bir bireyi olmaktansa “şövalye ruhlu” bir birey olmayı tavsiye ediyor, şövalye ruhluluğun onurlu ve ilkeli yaşam demek olduğunu söyleyerek batı hayranlığını açığa vuruyor, şark kültürüne onursuzluk imasında bulunuyor, onu yalancılık, kalleşlik ve kindarlık gibi olumsuz sıfatlarla anıyordu.  (Mustafa Öztürk, Karar Gazetesi, 17 Kasım 2018) Aynı anlayışın sahibi, Allah’ın adını yüceltmek adına bir savaş yapılamayacağını, şayet iʻlâ-i kelimetullâh adına savaşmak söz konusu olacaksa, haçlı seferlerinin fetih sayılması gerekeceğini de söylemişti. (Öztürk, “Cihad Ayetleri”, s. 215)

Ahlaken sıkıntılı oldukları gerekçesiyle, ayetleri bir beşer ürünü saymak, bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç bir müslüman âlimin ileri sürmediği bir iddiadır. Bu ilk defa oluyor. Dolayısıyla tevilin ve yorumun bütün sınırlarını zorlayıp dışına taşıyor. Böylece bugüne kadar kuşkuyla bakılan ve nereye varacağı kestirilemeyen tarihselciliğin amacı ve misyonu da ortaya çıkmış oluyor.

Esasen bizim geleneğimizde nesih vardı, esbâb-ı nüzûl, ta'lîl, ictihad, kıyâs, istihsân, maslahat ve makâsıd gibi kavramlar vardı. Yeni türemiş olan tarihselcilik kavramını bir türlü kavrayamamıştık ve bu coğrafyada ona soğuk davranmıştık. Neyse ki tefsir dalındaki tarihselci akademisyenlerden Mustafa Öztürk, başta yukarıda zikrettiğimiz cihadla ilgili tebliği olmak üzere çeşitli yazılarında Kur’ân ayetlerinin Peygamber sözü olduğunu ileri sürerek bu ekolün amacını şüpheye yer bırakmayacak ölçüde açık etti. (Ayrıca bkz. Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 141-142, 144-148, 199-206, 214, 222-228; “Cihad Ayetleri", s. 201-202

Malumdur ki, düşünce dünyasında ortaya atılan teorilerin yerleşmesi veya tedavülden kalkması genellikle birkaç nesli bulan bir süreçtir. Tarihselciliğin bu kadar hızlı bir şekilde bu noktaya gelmesi ve en uç iddialar ile âdeta intihara teşebbüs etmesi, müslüman dünya ve özellikle de Türkiye müslümanları için hayırlı bile sayılabilir.

Mezkur yazarın, Kur’ân’ı ahlaken sorunlu bulan söylemi, bir tebliğin tek bir paragrafında ortaya çıkmış münferit bir iddia değildir. Zaten kendisi de, eleştiriler üzerine hemen ve doğrudan bir düzeltme ya da açıklama yapma gereği duymadı. Ağzımdan kaçan bir cümleydi diye savunma yapmadı veya özür de dilemedi. Günler sonra bir gazete yazısı yazdı fakat kendi söyleminin odak noktasında yer alan Kur'ân'ın, Allah'ın ve Peygamberin “ahlakiliğini” sorgulama meselesiyle ilgili olarak o yazıda hiçbir kelam etmedi. Sadece Kur’ân’daki mana-lafız ilişkisine yönelik görüşlere değindi. Kendi görüşünün yalnızca lafızla ilgili olduğunu iddia etti. Haddizatında, kıtal ayetleri ve benzeri ayetlerde ahlaki açıdan sorunlar bulunduğunun iddia edilmesi, ayetin lafzına değil anlamına ve içeriğine yönelik bir itirazdır. Bu ayetlerde anlama itiraz etmeden lafzın ve zarfın ahlakiliğinden söz etmek mümkün olabilir mi? Ayet savaşı emrediyorsa başka bir lafızla söylense de yine savaş emri anlamına gelecektir. Bu bakımdan yazarın, gelen eleştiriler üzerine geri adım atmak veya daha güçlü savunma yapmak yerine, asıl tartışma noktasını gözden kaçırmaya ve tartışmayı basit göstermeye yönelik bir tutum sergilediği söylenebilir.

Allah’ın ve Peygamberin ahlakiliğinin sorgulanmasında, ağızdan bir anda kaçan bir çift söz değil yıllardan beri süregelen, belli bir amaca doğru ilerleyen bir yaklaşım vardır. Yukarıdan beri verdiğimiz örnekler dışında, mezkur yazarın, birçok yazısında ve kitabında bu istikamette ifadeler bulunmaktadır. Mesela Kıssaların Dili kitabında,  Hz. İbrahim'in iman adına ahlakı bir tarafa bırakarak oğlunu kurban etmeye çalıştığını yazmıştı. Yine aynı kitaptaki satırlarda, bazı ayetlere bakınca "adalet ve ahlak tanrısı gibi görünen Allah'ın" her zaman böyle davranmadığı ve konjonktüre göre tavır alarak şiddete başvurduğu (!) ifade ediliyor, Allah hakkında yakışıksız cümleler kullanılıyordu. (Öztürk, Kıssaların Dili, 2010, s. 53-56, 62, 67, 73-74) Dolayısıyla Allah'ın bile konjonktür gereği ahlak dışına çıktığı ima ediliyordu. Daha doğrusu, Allah ahlak dışına çıkmayacağına göre, ahlak dışına çıktığı değerlendirilen ayetlerin O'na değil Peygambere nispet edilmesinin zemini hazırlanıyordu. Bu esnada zihnin geri planında, Allah'tan ve dinden bağımsız bir ahlakın varlığı tasavvur edilmiş oluyor ve Yüce Allah ile onun ayetleri buna göre eleştiriye ve yargılamaya tabi tutuluyordu. Başka bir deyişle tarihselcilik, ahlakın kaynağına ahlak öğretmeye kalkışıyordu.


Kur’ân’da çelişki bulunduğu iddiası
Mezkur yazarın, yazılarında defalarca tekrarladığı ve genellikle oryantalistler ile Ömer Özsoy'a dayandırdığı iddiaya göre, Kur’ân çelişkilerle ve tekrarlarla dolu bir kitaptır. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, s. 18-19, 26-27)

Söz konusu iddiaya kendisinin de katıldığını belirten yazar, bu esnada "Bu Kur’ân Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı." (Nisa 4/82) ayetini ve benzeri ayetlerin mesajını yeterli görmemektedir. Hatta önceki ulemânın, çelişkinin ancak zahiren olabileceği ve hakikatte Allah kelamında tutarsızlık olamayacağı, zahiren var olduğu söylenen çelişkilerin ise nesih gibi hususları bilmemekten kaynaklandığı vb. tenzih ve teslimiyet dolu üslubunu bir tarafa bırakarak, bu çelişkilerden kurtulmanın ancak kendi yöntemini (tarihselciliği) kabul etmekle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. 
(Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, 18-19, 43-49) Kendi yönteminden maksadın ise bazı ayetleri insan sözü saymak olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılmıştır. Dolayısıyla ona göre, çelişki iddia edilen noktalarda bir kısım ayetleri insan sözü saymamız halinde bunlar feda edilebilecek ve geriye de herhangi bir çelişki kalmayacaktır. Bu yaklaşımın Kur’ân'ın tahrifiyle eşdeğer olması bir yana, çelişkiyi giderecek tek yöntemin bu olduğu iddiası, “tarihte ilk defa ben buldum” tavrı bakımından Sözde Kur’ân İslamı'nı savunanların yaklaşımına benzerlik arz etmektedir. Ve bu noktada şu soru çok anlamlı olmaktadır: Madem çelişkilerden kurtulmanın yolu tarihselcilikse, Yüce Allah bunun için niye bu kadar süre beklemiştir? Allah (c.c.) kendi kitabını asırlar boyunca çelişkilerden kurtarmaktan aciz mi olmuştur ki hâşâ onu korumak için yirminci yüzyılda birilerinin tarihselciliği keşfetmesine mahkum olmuştur? 

Kişisel aklı ve indî görüşleri vahyin üstünde görme anlayışı
Ahlak zemininden yola çıkma iddiasıyla, insan aklını ayetlerin üstünde görmeye başlayan bu anlayışın bir süre sonra bazı ayetleri değersizleştirmesi ve bu ayetlerin içeriğinden dolayı da Peygamberi itham etmesi, tarihselciliğin bugüne kadarki gidişatına göre beklenen bir tavırdı.

Nitekim tarihselci yazarın geçmişte sıklıkla tarihselci yorumu neshe benzetmesi de aklın rolünü vahyin üstüne çıkarmaya matuftu. Nasıl ki bazı ayetler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır, işte tarihselci yorum da bunun gibidir ve bazı ayetlerin bugün için hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz, diyordu
Bu esnada açıkça bir hususu ıskalamaya ve dikkatten kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü tarihselci bakış açısı, insan aklını esas alarak bazı ayetleri hükümsüz ilan ederken, nesih ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Nesih meselesinde  akıl sadece yorumlayıcı tarzda bir role sahipken tarihselci anlayışta akıl, vahiy gibi hatta onu dahi ortadan kaldıran mutlak şâri' rolündedir.* Aradaki bu farktan dolayı benzetmenin yerinde olmadığının fark edilmesi üzerine bu sefer de tarihselci anlayış, ictihad ile de nesh olur diyerek ayetlerin açık ve kesin hükümlerinin bile kişisel görüşlerle kaldırılabileceğini söyledi ve kıyıdan köşeden bulup Mâtürîdi'ye isnat ettiği bir cümle ile bu söylemini meşrulaştırmaya çalıştı. (Öztürk, Karar Gazetesi, 11 Şubat 2017; “Kur’ân'ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan, Sınır ve Sorunları”, 2015; "Cihad", s. 366-367) Halbuki mevrid-i nasta ictihad olamayacağı ve "nass"ı reddeden bir yorumun ictihadın ıstılâhî tarifine bile sığmayacağı hususu bütün ümmetçe müsellemdi. İmâm Mâtürîdî de ümmetten farklı düşünmüyor, nassın belirlediği hükümler alanında ve nassa karşı re'y/ictihad ileri sürülemeyeceğini hatta hakkında icma olan meselede tartışma yapılamayacağını, icmâın bağlayıcı olduğunu birçok yerde ifade ediyordu. (Örnek olarak bkz. Te'vîlât, III, 229-234, 320; V, 407; IX, 562, 617; X, 419-420)

Mâtürîdi’ye isnat edilen cümledeki nesih kelimesinin, ne neshin meşhur olan ıstılahi anlamıyla ne de tarihselciliğin Kur’ân'ı beşer sözü sayan yaklaşımıyla alakası vardı. Kitabının başına, "Kur’ân'ı re'y ile tefsir eden kişi cehennemdeki yerini hazırlasın." sözünü koyan Mâtürîdî'nin re’y ile Kur'ân'ın neshedilmesine izin verdiği düşünülebilir mi? Mâtürîdî'nin çarpıtmaya konu olan söz konusu ifadeleri ise hükmün gerekçeye/illete bağlı olduğunu, gerekçenin/illetin olmadığı yerde hükmün de bulunmayacağını ifade etmektedir ve öteden beri fıkıh usulünde bilinen bir kuraldır. (Te'vîlât, V, 407)

Kaldı ki, Mâtürîdî gibi bir nevi ekol oluşturmuş meşhur bir alimin bir görüşünü, ekolü izleyen öğrencilerinin kitaplarına bakmadan ve o görüşün tarihte ilmi çevrelerde nasıl yankı bulduğunu araştırmadan tek bir metinden ya da kitaptan öğrenmeye çalışmak ve o kitabı ilk defa gören kişi edasıyla, söz konusu kitaba âdeta antik kazılarda bulunmuş bir levha muamelesi yapmak ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olabilir? Bu yaklaşım aynı zamanda, bir metni ortaya çıktığı tarihi şartların bütününe göre yorumlamak gerektiği şeklindeki tarihselciliğin kendi kabulleri bakımından da çelişkili ve tutarsızdır.

Tevil alanının dışına taşma
Tarihselcilik hakkında ve özellikle de onun, ayetleri beşer sözü sayma iddiası karşısında açık eleştirilerde bulunmamız ve adeta intihar ettiği gibi yakıştırmalar yapmamız, bu söylemi yorum ve tevil sınırları içinde görmediğimizdendir. Akademik çalışmalarda, birtakım çıkarımları ahlak bağlamına çekerek İslam’ın kutsallarına ve bilhassa iki temel kaynağına (Kur'ân'a ve Peygambere) ahlaka aykırılık eleştirisinde bulunmak, bir Müslüman için kabul edilebilir değildir. Bu tür iddiaların İslami ilimler bakımından ictihad kapsamında değerlendirilemeyeceğini, batıl tevil kapsamında dahi sayılamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü söz konusu iddialar, İslamî ilimlerin ilke ve yöntemlerine bağlı kalınarak ulaşılmış sonuçlar değildir. Bu sebeple esasında bunlara karşı ilmî cevaplar üretmeye çalışmak da gereksizdir.

İnanmayan biri, Kur'ân hakkında ithamlarda bulunsa da müslüman bir kişinin ayetleri beşer sözü sayması asla düşünülemez. Kur’ân'da, ayetlerin beşer sözü olmadığını açıkça ifade eden ve onları beşer sözü saymaya çalışan müşriklerin zalimliğinden bahseden birçok ayet vardır. Çünkü Kur'ân'ın beşer sözü olduğuna dair iddialar Kur'ân'ın ilk indiği dönemde müşrikler tarafından dile getirilmiş ve bunun üzerine iddiaları reddeden ayetler gelmiştir. (Bakara 2/23-24; Âl-i İmrân 3/7, 78-79; Nisâ 4/82; En'âm 6/91; Yûnus 10/37-40; Hûd 11/12-13; İbrahim 14/10-11; Nahl 16/103-105; İsrâ 17/86-88; Enbiya 21/3-19; Kasas 28/48-53; Mümin 40/1-4; Casiye 45/1-8; Ahkâf 46/1-10; Hâkka 69/38-52)

Örneğin bir müşriğin iddiaları karşısında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 
"(Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!ᅠSonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!ᅠ Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.ᅠEn sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. "Bu" dedi, "Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.ᅠBu, insan sözünden başka bir şey değildir." Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?ᅠ Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz;ᅠ İnsanları kavurur." (Müddessir 74/16-29, DİB, Kuran Yolu Tefsiri)

Eleştiriye tahammülsüzlük
Tarihselcilik adına dinin kutsallarını değersizleştirmeye çalışanlarda görülen dikkat çekici bir husus, yukarıda ifade edildiği biçimde Allah Teala ve Peygamberi (s.a.s) hakkında yakışıksız ifadeler kullanmaya cür'et ettikleri ve eleştiride sınır tanımadıkları halde, kendilerine yapılan en ufak bir eleştiriye bile tahammül edememeleri, "akademik özgürlük tehlikede!" diye seslerini yükseltmeleridir. Sanki kendi kitaplarına ve yazılarına karşı, Allah'ın kitabına gösterilen saygıdan daha fazla saygı beklemektedirler. Kanaatimizce, İslam ilahiyatçısı sıfatıyla, dinin temelleri hakkında bu kadar aşırı değerlendirmelerde bulunmanın ve Yüce Allah hakkında alay edercesine bir üslup kullanmanın akademik özgürlükle bir alakası yoktur. Kaldı ki, söz konusu tarihselcilere yöneltilen itirazlar da, birer sözlü eleştiridir. İslam’ın temellerini ve kutsal kitabını eleştirenlerin, kendilerinin de eleştirileceğini ve karşıdan gelen tenkitlerin de eleştiri özgürlüğü içinde olduğunu bilmeleri gerekir.

Ve sonuç
Epey bir süredir Türkiye'de ilahiyat camiasının gündemine sokulmak istenen ve bugünlerde, Kur’ân'ın bir insan sözü olduğunu ispat etmek (!) gibi beyhude uğraşlar peşinde koşan tarihselciliğin mahiyetinin ve maksadının ne olduğu artık netleşmiş gözükmektedir.

Bütün bunlardan sonra illa da tarihselciliği tanımlamak gerekecekse şöyle denilebilir: “Tarihselcilik, dinî hükümlerin bir kısmının zamana ve örfe dayalı oluşu gerçeğini istismar ederek ilme henüz yeni başlayanların zihinlerini bulandıran, akla vahyi reddetme yetkisi veren ve nihayetinde Kur’ân'ın dahi insan sözü olduğunu, çağımızda insanlığın referans alabileceği ilahî bir kaynak bulunmadığını iddia ederek yola sadece beşer aklıyla devam edilmesini öngören, İslâmî bünyeye yabancı, sistemleşememiş, ithal görüşler yığınıdır.”

------------------------------


18.12.2018
Dr. Bilal ESEN
(İslam Hukuku Bilim Dalı)





 









İSLAM DÜNYASINDAKİ KARDEŞ KAVGALARINDA DİNÎ ANLAYIŞLARIN ROLÜ

        İç ve Dış Etkenler

Dünya üzerinde Müslümanların yaşadığı coğrafya, bugün belki de tarihin en zorlu sürecinden geçmektedir. Fakirlik, yoksulluk ve cehalet bir yana, savaşlar, kıyımlar ve dehşetler yaşanmaktadır. Şüphesiz ki, bu durumun ortaya çıkmasında harîcî nedenlerin rolü inkar edilemez. Uzun yıllar boyunca süren sömürgeler, istilalar ve işgaller, İslam ümmetini zayıf düşürmüştür. Savaş ve işgaller yanında, çeşitli dünya ülkelerinde yaşayan Müslümanlara karşı uygulanan horlayıcı ve ayrımcı tutumlar, Müslümanları derinden yaralamıştır ve yaralamaya devam etmektedir.

 Diğer yandan, sözünü ettiğim harici nedenlerin de etkisiyle kırılma geçiren Müslümanlardan bazılarının, yaralı halleriyle aşırılıklara sapıp uç noktalara sürüklendikleri ve din adına yanlışlar yaptıkları görülmektedir. Kimileri ““cihad” ve “tekfir” gibi kavramları kullanarak yine kendi gibi Müslümanlara karşı savaşırken kimileri ise, hizipçilik ve cemaatçilik taassubu ile kendini diğer Müslümanlardan üstün görerek onlardan uzaklaşmakta ve tefrikaya neden olmaktadırlar.

 Müslüman coğrafyanın yaşadığı sıkıntılarda harici etkenleri göz ardı etmeden kendimize bakacak olursak, içimizde neden bu kardeş kavgaları yaşanıyor diye sormamız gerekmez mi? Bu kavgalara neden olanlar ve bilfiil kavgaya iştirak edenler nerde yanlış yapmaktadırlar ve bunlar hangi düşünceye yapısına sahiptirler?

Geleneğimizin kodlarını kaybetme tehlikesi


Bugün Müslümanlar arasındaki çekişmelere neden olan en önemli zihniyet problemi, uzun bir tarihi tecrübe yaşayan Müslüman geleneğinin ve bu gelenekteki dini anlama ve yorumlama ilkelerinin bazılarınca tamamen göz ardı edilmesidir.

Tarihte Hz. Peygamber devrinden sonra birçok itikadî ve fıkhî mezhep ortaya çıkmıştır. Hatta sahabe arasında bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Fakat bu tarihî tecrübede, uç ve şaz görüşler, İslâm toplumlarında genel olarak kabul görmemiş, “orta yol” denilen ve mutedil bir arayışı temsil eden görüşler daha çok kabul görmüştür. Böylece orta yolu temsil eden bir Müslüman geleneği doğmuştur. İşte bu gelenek, farklılıkları olsa da, aynı kökten ilham alan oluşumları tarihsel süreç içerisinde bünyesinde tutmayı başarmıştır.

Doğrunun peşinde koşmak ve hakkın yanında olmak Müslümanların şiarıdır. Bununla birlikte, İslam bizden sadece hakkı savunmayı istememekte aynı zamanda müminlerin kardeş olduğunu vurgulayarak, barış içinde bir toplum inşa etmemizi ve tefrikaya düşmememizi de istemektedir.

Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.” (Âl-i İmrân 3/103) (وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَميعاً وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَاناً)

Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.  (Hucurat 49/10)   (انَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ )

Muhammed, Allah'ın Resülüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih 48/29) (مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذينَ مَعَهُٓ اَشِدّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ  )

Allah Rasulü (s.a.s) de şöyle buyurmaktadır:

Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” (وَلَا تَنَافَسُوا، وَلَا تَحَاسَدُوا، وَلَا تَبَاغَضُوا، وَلَا تَدَابَرُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللهِ إِخْوَانًا ) (Müslim, “Birr”, 28. )

İşte bu naslardan hareketle, her bir müminin diğer mümine karşı nasıl davranacağına dair ve özellikle de kendileriyle aynı fikri paylaşmadığımız taraflara karşı nasıl tutum takınılacağına dair İslam geleneğinde bazı prensipler oluşmuştur. İşte bu prensipler, milyarlarca Müslümanın kavga etmeden ve İslam kardeşliğini zedelemeden bir arada yaşayabilmesinin, ilmî tartışma yapabilmesinin yollarını bize öğretmektedir.

İnanç ve akâid sahasında, Müslüman geleneği, bir taraftan her türlü sapkın düşünceyle ve bid‘atlarla mücadeleyi öngörmüştür. Çünkü itikadiyyât ve akliyyât sahasında doğru tektir. Diğer taraftan da Müslüman geleneği ““Ehl-i kıble tekfir edilmez.” ilkesini benimsemiştir. İnanç konularında “te’vil”e dayalı olarak farklı yorumlar ileri sürenlere karşı “tekfir” kavramını kullanmak, bu geleneğe ve bu geleneğin beslendiği Kur’an kültürüne aykırıdır. Haksız yere bir insanın kanını dökmek, en büyük cürümdür. Ne yazık ki, bu genel tutumdan ve orta yoldan ayrılan bazı kimseler tarihte Hâricilik gibi fırkalar adı altında Müslümanlara birçok acılar yaşatmışlardır. İslam’a hizmet adı altında Müslümanlara zulmetmişlerdir.

Fıkıh sahasında ise Müslüman geleneği, dinî hükümlerin tamamının kesinlik ifade etmeyeceği ve bazılarının zannî olabileceği fikrine dayanan “ictihad” nazariyesini kabul etmiştir. Fıkhî bir hüküm hakkında Allah katındaki doğru tek olsa da, farklı fertlere göre birden çok doğru olabilir. Ebu Hanife bu hususu, “Allah katında doğru tektir; her müctehid de doğruya isabet etmiştir” şeklinde formüle etmiştir. Dinî hükümlerin bir kısmı, açık ve kesin bir kısmı ise, kapalı ve yoruma açıktır. Çünkü her meselenin hükmü, açık ve kesin olarak naslarda bulunamamaktadır. Böylece her müçtehidin meseleye farklı yönden bakması sonucu, zannî yorumlar ortaya çıkmaktadır ki, ictihad alanındaki görüşlerden hiç biri diğerini yok etmeye kalkışamaz. Bu hususu geleneğimiz, “İctihad, ictihad ile nakz olunmaz” (الِاجْتِهَاد لَا يُنْقَضُ بِمِثْلِهِ) ilkesiyle ifade etmiştir. Hangi hükümlerin kesinlik hangilerinin ise zannîlik ifade ettiğini tespit hususunda, başka bir deyişle İslam dinin temel kaynakları ve bunlardan hüküm elde etme yolları hakkında, uzun tecrübeler ve ilmi çalışmalar sonucunda “fıkıh usûlü” ilmi meydana gelmiştir. Bu ilimde ortaya konan kaideler, hangi hükmün ne derecede bağlayıcılık ifade ettiği gibi hususlarda bize yol göstermektedir.

İctihadî sahada herkesin görüşü kendine göre doğrudur, fakat mutlak doğru değildir. İctihad nazariyesinden haberi olan Müslüman; yoruma açık olan bir konuda, görüşü farklı olan diğer bir Müslümanı sapıklıkla suçlamaz onunla kavga etmez. Ne yazık ki bu konuda da tarihte bazı kimseler Müslüman çoğunluktan ayrılarak, kendi görüşlerinin mutlak doğu olduğunu iddia etme cüretini göstermişler ve kendi kısır algılarıyla nasları zâhirleriyle yorumlamışlardır. Halbuki dinî öğretimde, mutlak doğru ile izafî doğruların, başka bir deyişle kesin bilgi ile ictihadî bilginin birbirinden ayrılması bir zorunluluktur. Bu ayrım yapılmadığında, kişiler kendi zannî yorumlarını ve sübjektif kararlarını din yerine koyabilmektedirler. Kimi insanlar, bazı nasların farklı yorumlara müsait olabileceğini reddederek tarihteki bütün mezhep ve yorumlara karşı çıkmakta ve “Kur’an böyle söylüyor” diyerek, aslında kendi şahsî yorumlarından ibaret olan görüşlerini Kur’an derecesine çıkarmaktadırlar. Bundan sonra da kendileri gibi düşünmeyenleri fıskla itham etmekte veya din dışı saymakta, onlara karşı sözlü ve fiili saldırıda bulunmaktadırlar.

Tarihî tecrübeden ders almayanlar

Tarihi tecrübeden ve Müslüman geleneğinden ayrılan söz konusu şaz görüşler, tarihte pek revaç bulmasa da, bilgi kirliğinin yaşandığı çağımızda kendine taraftar bulabilmekte ve yaşadığımız birçok acının, kardeş kavgasının nedeni olmaktadır.

Günümüzde, başta “tekfir” kavramı olmak üzere birçok kavramı, Müslüman kardeşlerine karşı bir silah gibi kullananlar ve Müslümanlar arasında kan dökenler, öncelikle kendi geçmişlerinden ve geleneklerinden kopukturlar. Sadece kendi kısır düşünceleriyle hareket eden ve İslam tarihinde elde edilen tecrübeleri reddeden bu kişiler, yaptıklarıyla en çok Müslümanlara zarar vermekte ve esasında İslam’ın düşmanlarını sevindirmektedirler.

Bazı Müslümanların diğerlerine karşı cihat ilan etmesi asla kabul edilemez. Zira Kur’an ve Sünnet, Müslümanın canını ve kanını haram kılmış, Müslümana karşı bir cihadı asla emretmemiştir. Hiç kimse, bir zulme karşı cihad iddiasıyla başka zulümlerin yaşanmasına neden olmamalıdır. Bugün Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihad; taassuba, fakirliğe, cehalete ve tefrikaya karşı cihattır.

Kendi “imam”ını hakikatin ölçüsü sayanlar


Günümüzde Müslümanların ayrışmasına yol açan önemli problemlerden biri de, hakikatin Kur’an ve sünnet ilkelerinde değil kişilerde aranması ve bazı kişilerin hakikatin ölçüsü haline getirilerek yüceltilmesidir. Bu durumdaki bir takım insanlar, yücelttikleri kişilerin peşinden sürüklenmekte, hem doğruda hem de yanlışta onların destekçisi olabilmektedirler. Özellikle sufî anlayışı ve imamet inancını hayata geçirme iddiasında olan bazı çevrelerde bu tür yanlışlara çokça rastlanmaktadır.

Halbuki Kur’an’ı Kerim’de Yüce Allah bizlere: “Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin” (Nisa 4/59) (فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ في شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ) buyurmuştu.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) de: “Size iki şey bırakıyorum, bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuz şaşırmazsınız: Bunlardan biri Allah’ın kitabı, diğeri ise Allah’ın elçisinin sünnetidir” buyurmuş ve hakikatin ölçüsünü göstermiştir. Buna göre, her Müslüman doğru ve yanlışı Kur’an ve sünnet penceresinden değerlendirebilmeli ve kendi liderini ya da imamını körü körüne desteklemekten vazgeçmelidir. Yüce Allah’a isyan olan yerde mahlûka itaat olmayacağına göre, günümüzde kendi cemaatini kavgaya çağıran ve Müslümanlar arasında tefrika tohumları ekmeye çalışan önderlere karşı Müslümanlar uyanık olmalıdırlar. Hiçbir Müslüman, kendi cemaatinin menfaatini İslam ümmetinin menfaatinin üstünde görmemelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 18 Haziran 2014 tarihinde İslam dünyasına 8 dilde “sağduyu, barış ve kardeşlik” çağrısı yapmıştır. Bu çağrıda İslam dünyasında yaşanan krizler, siyasi ve askeri gerilimler ile mezhep ve meşrebe dayandırılmak istenen çatışmaların İslâm dünyasının güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaştığı vurgulanmıştır. Son zamanlarda Irak ve Suriye ekseninde yaşanan kaos ortamının gerilimi daha da tırmandırdığı, bu süreçte üretilen karşılıklı şiddet içerikli beyanlar, cihad ilanları ve mukaddes mekânların tahribine dönük tehditlerin yaklaşmakta olan kitlesel faciaların ön sarsıntısı mesabesinde olduğu uyarısı yapılmıştır. Bu uyarılardan sonra şöyle bir çağrı yapılmıştır: “Bugün, âlimlere düşen en büyük görev, Müslüman toplumları ayrıştırmaya yönelik fetvalar vermek yerine; İslam dünyasındaki farklılıkları bir rahmet ve zenginlik olarak görüp barış içinde birlikte yaşamanın ahlakını ve hukukunu yeniden inşa etmek olmalıdır. Bugün, mezhep çatışmasını ve akan kanı durdurmayan bir sözün hiçbir kıymeti olmadığı gibi, akacak kana sebep olacak fetvaların da hiçbir değeri yoktur. Aksi takdirde bütün İslam âlemi suç ortamına, bütün İslam âlimleri de suç ortağına dönüşür. Bütün bu olup bitenleri sadece kaygıyla izlemek yetmez. Elim sonuçlar doğuracak bir çatışmayı engellemek için bütün dini liderler ve âlimler kararlılıkla birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidir. Bu hepimizin dini, ahlaki ve vicdani görevidir.”

Yine 08-10 Aralık 2014 tarihlerinde gerçekleştirilen V. Din Şurası sonuç bildirgesi 3. Maddesinde, çağımızda din görünümü altında baskı, şiddet ve vahşet üreten, dinî duyguları istismar edenlere karşı uyarıda bulunulmuştur. Hakikati sadece kendinde gören, hedefine ulaşmak için her yolu mubah sayan, dinî hizmetleri güç devşirmeye ve çıkar sağlamaya matuf bir araca dönüştürenler bulunmaktadır. Esasında dinî değerleri hiçe sayarak pragmatist tutumu esas alan yapılara karşı toplumsal bir bilinç geliştirilmesinin önemi vurgulanmış ve bunun gereği olarak insan yetiştirme süreç ve mekanizmalarını yeniden gözden geçirilmesi talep edilmiştir.

Dinî eğitim ve öğretimin gözden geçirilmesi


İşte bu noktada, İslam dünyasındaki kardeş kavgalarından dersler çıkartarak, nasıl bir eğitim-öğretim yapacağımız ve kaliteli insanı nasıl yetiştireceğimiz meselesine gelmiş bulunuyoruz. Şurası muhakkaktır ki, günümüzde dinî eğitim, eskinin aynısı olamaz, taklitten ibaret olamaz. Çünkü zaman değişmiş ve şartlar değişmiştir. 

Günümüzde medya ve internet başta olmak üzere çeşitli kaynaklar bilgiyi elde etmeyi kolaylaştırmış fakat bir bilgi kirliliğine de yol açmıştır. Dünya üzerindeki birçok insan, İslam’ı sahih kaynaklarından ve sahih yorumuyla öğrenmemekte hatta bazen insanlar İslam’ı, onun düşmanlarından öğrenmektedirler. Dinî bilginin doğru kaynaktan halka aktarılması için ilahiyatçılara ve din görevlilerine büyük vazifeler düşmektedir.

Bugün, geleneksel bilgi mirasıyla günümüz olgusunu birlikte değerlendiren, bilgi ve bilim üreten bir anlayışın esas alınması kaçınılmazdır. Bunun için sırf bilgi yetmemekte, geçmişten gelen tecrübe ile geleceği yeniden inşa edecek bir yeteneğe ve pedagojik ilkelere sahip olmak gerekmektedir.

Müslümanlar arasında tefrikaya yol açan “tekfir” hastalığı gibi problemleri yok etmek için sadece kitaplar basmak yetmez. Müslümanların, din eğitimi veren bütün müesseselerini ve müfredatlarını yeniden gözden geçirme mecburiyetleri vardır.

Teorik doğru, pratikte yanlış olabilir


Öğrenilen her teorik bilgi, pratiğe doğru olarak yansımayabilir. Doğru bilmek, doğruyu uyguladığımızı göstermez. Çağın şartlarını doğru okumadan saf niyetlerle hayata geçirilmeye çalışılan birçok doğru, pratikle uyumsuzluğa ve yanlışa yol açabilmektedir. Bugün cihad ve tekfir gibi kavramları çokça kullanarak Müslümanlar arasında fitneye sebep olanların düştüğü bir hata, zihinlerindeki doğruları, pratikte yanlış uygulamaları veya uygulayacak alan bulamadıklarından yanlış alanlara uygulamalarıdır.

Bir başka husus, öğrenilen bilginin hangi maksada hizmet ettiğidir. İslam’a hizmet etmesi gereken bir bilgi, bizzat İslam’a ve Müslümanlara zarar veriyorsa, İslam düşmanlarını sevindirecek eylemlere yol açıyorsa, bu bilgiyi veren eğitimi sorgulamamız gerekmektedir.

Bir bilgiyi öğrenmek kadar, buna zıt olan başka görüşlere ve bizim gibi düşünmeyen insanlara karşı nasıl tavır takınılacağı, bir arada yaşama kültürü ve öteki insanların hakkı gibi konularda da bilinçlenmek gerekmektedir.

Bilgiyi hayata geçirirken, fertlerin ve devletin yetkisini de birbirine karıştırmamak gerekir. Şunu bilelim ki, başka insanların hakkı söz konusu olduğunda, kişiler kendi başlarına devlet yetkisini kullanamazlar, kendileri ortaya çıkıp münferit kararlarla başkalarını yargılama ve ceza infaz etme yetkisine sahip değildirler. İslam’a göre, yargılama da ceza verme de, meşru şartları taşıyan devlete ait bir görevdir.

Her kişi, yetki ve sınırlarını bilmeli, haddi aşmamalıdır. Tarihimizdeki ünlü mutasavvıflardan Yunus Emre’nin dediği gibi;
           İlim, ilim bilmektir.     
           İlim kendin bilmektir
           Sen kendini bilmezsen
           Ya nice okumaktır.

Dr. Bilal ESEN
17 Aralık 2014