tarihselcilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarihselcilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İLAHİYAT ALANINDA GÜZEL ŞEYLER OLUYOR

Bugünlerde umut verici gelişmelere şahit olduğumuzu düşünüyorum. İlahiyat alanındaki aykırı sesler bile şimdiye kadar dile getirdikleri bazı fikirlerle deizmin ve ateizmin değirmenine su taşımaya alet edildiklerinin artık farkına vardılar, söylemlerini yeniden gözden geçirmeye başladılar.

Bu tespiti yaparken maksadım, koskoca bir camiada hiç bir güzellik bulamamış da birkaç ihtida (!) öyküsüne sarılmış bir görüntü vermek değil. Fakültelerimizde tabii ki güzellikler ağırlıktadır ve aldığımız eğitimde bize en ufak bir hayrı dokunanlara minnettarız.
Şu da var ki, sessiz çoğunluğu bir yana bırakırsak, sesini yükseltmekle maruf bazı akademisyenlerin son zamanlardaki fren seslerini duymamak ve yola bıraktıkları lastik izlerini görmemek bir eksiklik olur. Bu sesler ve izler öyle sanıldığı gibi çevre kirliliğine yol açmıyor. Bunlara şahit olmanın ayrı bir güzelliği var.

Neler oldu peki?
Başta o aykırı sesler olmak üzere neredeyse bütün ilahiyatçılar, son zamanlarda, kendilerinin ileri sürdüğü bazı "yenilikçi" fikirlerin deizme yaradığını gördüler ve bundan beri olduklarını belirten açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Belki deizmle ilgili bir derneğin kuruluş bildirgesinde bazı ilahiyatçıların referans gösterilmiş olması, belki de tarihselcilik adına ileri sürülen bazı görüşlerin, ayetlerin ahlaka aykırılığını iddia edecek ve Kur'ân'ı beşer sözü sayacak kadar ileri gitmiş olması bu noktada tetikleyici oldu ve "dinin güncellenmesi" meselesiyle deizm arasına mesafe koymaya yönelik biraz da mahcubiyet içeren tespitler artmaya başladı.

Aykırı görüşleriyle tanınan kimi akademisyenler, yenilikçi olsalar da tarihselci olmadıklarını, kimileri tarihselci olsalar da deizme kayan tarihselcilerden olmadıklarını beyan eden yazılar yazdılar, yazıyorlar. Bu yazıların önemli bir kısmı sosyal medya paylaşımları biçiminde. Temennimiz bunların akademik makalelere ve kitaplara da dönüşmesi.

Fazlurrahman'ın fikirlerini Türkiye'ye getiren ve yayan kimseler dahi, bazı tarihselcilerce ileri sürülen uç iddialardan rahatsız olmuş durumdalar ve şimdilerde fazlurrahmancılığın deizmden farkını ortaya koymaya çalışıyorlar.
Gerçi problem sadece deizmden sakınmakla bitiyor mu? Çünkü bizim geleneğimize göre sakıncalı işler sadece deizmle nitelenmiyor, bununla sınırlı değildir. Ehl-i bid'atın bid'atından başlayıp fısk, haram, kebîre, sağîre ve mekruh diye devam eden nitelemeler de var. Bu kavramların da bize söylediği birşeyler var. Geleneğimiz ya hep ya hiç diye bir kısırlığı bize dayatmış değil. Sayılan kavramlar ve benzerlerinden her biri, sakıncalı işler yapanlara yönelik tepkinin veya kucaklamanın ne derece olacağına dair işaretler veriyor. Yelpazenin iki ucu arasındakine benzer dereceler ve kademeler kabul edilmiş. Aksi yöndeki iddialar haksızdır. Münkerler detaylı ayırımlara tabi tutulduğu gibi maruflarda da kısır bir ikilik yok. Farzı var, vacibi var, müstehabbı... var.

Son günlerde yaşananlarla ilgili umudumuz, bu rüzgardan, aykırı seslerin tümünün etkilenmesi, yarardan çok zarar getiren tartışmaların bırakılması,  İslam'ın ve müslümanların sesini yükseltecek yerde deizmin sesi haline gelmekten vazgeçilmesi.
Onlardan, üfürükçülerin nefesine, kahinlerin safsatalarına inanmalarını veya tekkede el alma merasimine dahil olmalarını beklemiyoruz. Ama haklarında ne doktorlar ne profesörler teşhis koymuş, buna bir baksınlar da pansumandan kaçmasınlar istiyoruz. İleri sürdükleri görüşlerin vehametini ortaya koyanlara kızıp onların kişiliklerine saldırmalarının ve hakaret etmelerinin kimseye bir faydası yok. Sövüşmeyi bir ilahiyat dili haline getirmek, bu alandaki bütün kazanımların heba olmasına yol açacak bir potansiyeli barındırıyor.

Sözün burasında bir dua etmek geldi içimden. Yüce Allah'tan hastalıklarımıza şifa, dertlerimize devâ, ümmet-i Muhammed'in gençlerine ve tüm fertlerine kavî iman nasip etmesini diliyorum.

07.02.2019
Bilal ESEN



TARİHSELCİLİK ve NESH MUKAYESESİNE DAİR KÜÇÜK BİR NOT

Günümüzde tarihselciliği savunanlardan bazıları, Kur'an'da nesh meselesiyle ilgili olarak, hangi ayetlerin hangi ayetleri neshettiğine ilişkin Allah'ın açık bir beyanı bulunmadığını, mensuh ayetlerin sayısı konusunda geçmişteki alimler arasında birden fazla görüşün ortaya çıktığını ve nesh konusunun tam manasıyla yorum/ictihad konusu olduğunu söylemektedirler. Bu tespiti şu sonuca ulaşmak amacıyla yapmaktadırlar: Madem ki neshte re'y ve ictihadın rolü vardır, öyleyse tarihselcinin de kendi yorumu ve ictihadına dayanarak ayetleri neshetmesi/hükümlerini kaldırması mümkündür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, geçmişteki alimlerin nesh ile ilgili görüşlerinden ve neshte re'yin de devreye girip girmediği tartışmasından yola çıkarak yukarıdaki çıkarımı yapmanın yerinde olmadığı açıktır. Çünkü böyle bir çıkarımda, ayetin ayeti neshi değil, kişisel aklın/re'yin ayeti neshi gündeme getirilmiş olmaktadır. Ayetler arası neshte, nâsih ve mensuhtan oluşan iki tarafta da birer ayet bulunur ve bunlardan birinin diğerini neshettiğine dair bir alametin bulunması gibi bazı şartlar aranır. Akıl, bu iki ayetin dışında üçüncü bir unsurdur ve yorumlayıcı roldedir. Tarihselci ise bir tarafa ayeti diğer tarafa kişisel aklını koymaktadır. Yani kendi aklını, birbirine zıt gözüken iki ayeti yorumlayan üçüncü bir unsur olarak değil bir ayetin hükmünü tamamen kaldıran bir delil, neshin bir tarafını oluşturan ikinci bir unsur olarak görmektedir.

Bundan da öte, son zamanlarda tarihselcinin asıl sorunu, hükmünü kaldırdığı ayeti Allah'ın sözü değil Peygamberin sözü saymasıdır. Böylece, deyim yerindeyse, ayetin ayetliğini yok saymış oluyor ve geriye neshedilecek bir ayet de kalmıyor. Örneğin tarihselci, savaş ve cihadla ilgili ayetlerin Allah'ın ahlakiliğine yakışmadığını, Mekke döneminde ehl-i kitabı öven Allah'ın Medine döneminde iken onlara savaş ilan etmesinin çelişkili olduğunu söylemekte ve böyle bir çelişki Allah'a yakışmayacağına göre bu tür meselelere yer veren savaş ayetlerindeki dilin/lafzın Peygambere ait olduğunu iddia etmektedir ki, bu iddia nesh meselesinden apayrı bir konudur. Esasında sözkonusu iddialarda, sadece ayetin diline/lafzına itiraz yoktur, anlamına da itiraz vardır. Çünkü savaş emri başka bir lafızla ifade edilse de sonuç aynı olacaktır. Kıtâl da denilse harp de denilse sonuçta ayet, karşı tarafla ölümüne çarpışmayı emrediyor olacaktır. Tarihselci, savaşa itiraz ettiğine göre doğrudan manaya ve ayetin hükmüne itiraz etmektedir. Dolayısıyla tarihselci yorumun sadece Kur'an'ın lafzı konusunda farklı bir yaklaşım içinde olduğunu söylemek isabetli olmayacaktır.

Bir başka açıdan tarihselci, yukarıdaki iddialarıyla Peygamberi de itham etmekte ve bazı ayetlerin Allah'ın rızası dışında ve O'na rağmen Peygamber tarafından formüle edildiğini ve Kur'an'a sokulduğunu ima etmiş olmaktadır. Zaten tarihselci, Medine dönemindeki ayetlerin geneline karşı farklı bir yaklaşım içindedir ve bu dönemdeki hükümlerin ahlakî tekâmül bakımdan "sapma ve duraksama"ya sebep olduğunu ileri sürmekte, Mekke dönemindeki hükümleri "daha derinlikli ve ahlakî içerikli" bulmaktadır. Tarihselci, bir başka söyleminde de vahyin mahiyet bakımından genel/küllî/tümel olduğunu, vahiyden tikel ayetler oluşturma faaliyetinin ise bizzat Peygamber tarafından yapıldığını ileri sürmektedir ki, bu söylem Mekkî ayetler de dahil bütün Kur'ân'ı Peygamber sözü saymaya varacak bir genellemeye ve bilinçli muğlaklığa sahiptir. Muğlaklık diyoruz, çünkü tarihselcilerin söylemlerinin tutarlı bir sistemden yoksun olması ve kimi zaman kapalı veya çelişkili kimi zaman da din karşıtlığını temsil eden en aykırı fikirlere yol verecek biçimde açık uçlu olması sadece "dindaş"ları tarafından değil bizzat kendi fikirdaşları tarafından dahi eleştirilmektedir. Bu uç söylemlerin deistlerin fikirlerine  yaklaştığını söyleyen de yine başka bir tarihselcidir.

Kur'ân'ı veya bazı ayetlerini Allah'a izafe etmekten vazgeçip Peygambere izafe etmek, ayetin ayetliğini kaldırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu aşamadan sonra tarihselci, Peygamber sözü haline getirdiği sözkonusu ayetlerin hükmünü kaldırmak için başka bir nâsih ayet bulma ihtiyacı hissetmemiş oluyor. Çünkü Peygamberin/beşerin sözünü re'yle ortadan kaldırmak, ona göre daha kolaydır. Belki de bu noktada sünnet ve hadis inkarcılarının argümanlarının da onun imdadına yetişeceğini düşünmektedir.

Kısacası tarihselcinin yaptığı faaliyet, iki ayetin birbirini nesh etmesinden ve bu neshte ictihadın rol oynayıp oynamadığından çok farklı bir şeydir. Ayeti ayetlikten çıkardıktan sonra nesihten de re'y ve ictihaddan da söz etmek anlamsız hale geliyor. Kaldı ki, ayeti ayetlikten çıkarmak için ictihad etmenin kabul edilmez oluşu bir yana ayetin varlığı halinde dahi ona karşı ve ona rağmen ictihad yapılamayacağı hususu, ictihad teorisinin en temel ilkelerindendir.

Tarihselci yorumun neshle mukayesesinde şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Neshte, tarih bakımından sonra gelen bir ayetin önceki ayetin hükmünü kaldırması söz konusu iken tarihselciler bunun tam tersini iddia etmekte ve tarih bakımından daha sonra gelen Medenî ayetlerin hükümlerini bırakıp yalnızca daha önceden gelen Mekkî ayetlerin hükümlerinin esas alınabileceğini söylemektedirler. Hatta bazı tarihselciler Mekkî ayetlerin dahi evrensel olmadığını Peygamberin risaletinin bütünüyle yerel ve tarihsel olduğunu iddia etmektedirler ki, bu, günümüzde dikkate alacağımız bir vahiy bulunmadığını ve her alanda yola tamamen beşer aklıyla devam edileceğini öngörmekte olup farklı bir bağlamda ayrıca tahlil edilebilir.

Son olarak, bir noktaya da temas etmiş olalım. Tarihselciler arasındaki bu görüş ayrılıklarına rağmen onlar hakkındaki herhangi bir değerlendirmenin de genelleme içerdiği söylenebilirse de, bu tür değerlendirmelerde gündemde öne çıkan ve tartışılan tarihselci savların merkeze alındığı bellidir. Bu yazının amacı, tarihselci yorumu neshe benzetenlerin sağlıklı bir mukayese yapmadıklarını tasvir etmekle sınırlıdır.

30.01.2019
Bilal ESEN


"HOCA"LAR TÜRLÜ TÜRLÜ

Şu zamanda "hoca" diye anılanlardan;

a) Kimisi balarısı gibi. Çayırların, bayırların, dağların ve ovaların en temiz yerlerinde geziyor. Bin bir çiçekten en güzel özleri topluyor, bal yaparak size sunuyor.

b) Kimisi de sivrisinek gibi. Hep bataklıklarda dolaşıyor, nerden bir kötü koku alsa oraya konuyor. Sonra da gelip bütün mikrobunu size bulaştırıyor. 

Tercih sizin.
"Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!"

17 Ocak 2019
Bilal Esen

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK MÜ?

Farz edelim ki, kuzu eti almak için para verdiğiniz bir kasap size domuz eti vermiş. Eve gittiğinizde veya eti yedikten sonra gerçeği öğrendiniz. Bu durumda o kasap, "kimse bana karışamaz, benim özgürlüğüm var" diyebilir mi? Burada mesele "domuz eti satma özgürlüğü" meselesi midir? Yoksa bir aldatmaca meselesi mi? Aldığı paranın hakkını vermemek ve dürüst olmamak ahlaksızlık değil de nedir?

Peki, çocuğunuzu gönderdiğiniz okulda, İslam'ı anlatması ve öğretmesi gereken bir din hocası, faraza, İslam'a tamamen aykırı fikirleri İslam diye anlatıyor ve deizm propagandası yapıyor olsa, burada mesele ifade özgürlüğü ve "akademik özgürlük" meselesi midir yoksa...?

Velhasıl, akademik özgürlük meselesini iyi düşünmeli.

TARİHSELCİLİK TARİHSELCİLİĞE KARŞI ya da TARİHSELCİLİK - DEİZM İLİŞKİSİ

Tarihselcilik adı altında deizm propagandası yapıldığı yönündeki kuşkular artıyor. Nitekim bugünlerde bir tarihselci yazarın bile diğer tarihselcileri tenkit ettiğini ve onların fikirlerinin deistlerin fikirlerine yaklaştığını belirten bir gazete yazısı kaleme aldığını görmüş bulunuyoruz. Arada "biraz" fark olduğunu söyleyen söz konusu yazar, bir tarihselcinin, tarihselciliği kendi tekelindeymiş gibi göstermesini ve "ben onu cami avlusuna bırakılmış buldum ve tebenni ettim/evlat edindim" demesini de eleştiriyor. Yazar, deizme kayan tarihselciliğin Fazlurrahman çizgisinden bir ayrılış olduğu tespitini yapmakta ve bu kopuşa karşı tepkisini facebook paylaşımlarında da sürdürmektedir:
"Deizm"e kayan tüm zevatın, Fazlurrahman'ın teorisyenliğini (teolojisini) yaptığı "Tarihsel Yaklaşım" metodolojisi ile hiç bir ilgisi yoktur. Merhumun bütün çabası, Kur'an'ı ve İslam'ı çağın seküler istiğnasına karşı bir mukabele (karşı meydan okuma) olarak vazetmektir. Dürüst ve namuslu olan herkes, bunu böyle bilmesi gerekir." (Kaynak )

"Allahı gereği gibi takdir edemeyip: "Allah, bir insana (peygamber) bir şey (vahiy) indirmemiştir." (6/91) diyen cahiliyye dönemi "Deist"leri ile bugünküler ve bizimkiler arasında ne fark var?" (Kaynak)
"Tarihselcilik, Fazlurrahman'ın ve muakkiplerinin çalışmalarında gayet net olarak ortaya konduğu gibi, Kur'an'ı indiği Antropolojik-Sosyolojik ve Politik İktisat(Tarihsel) koşullarında anlamaya çalışır. Kur'an'ı veya ayetleri "eleştirmez". (Kaynak: Bir önceki alıntının alt kısmında yazarın kendine ait yorum)
Bu alıntılardaki cümlelerin, ahlaka aykırı ayetler bulunduğunu söyleyerek adeta Kur'ân'ı eleştiren ve Kur'ân'ı Allah'ın sözü değil Peygamberin sözü sayan tarihselcilere bir reddiye olduğunda şüphe yoktur. Hatta yazar daha açık bir ifade kullanarak, yukarıda ilk alıntı olarak yer verdiğimiz paylaşımının altındaki yorumlardan birini şöyle cevaplıyor:
"Bu tip kanaatler, boş lakırdılardır. Allah, defaale vahy cümlelelerinin kendisine ait olduğunu söylüyor. Buna ya inanırsın veya inanmazsın. Kimse o özel ilşikiye muttali olamıyacağı için fikir/yorum beyan edemez. Ederse de boş konuşmuş olur vesselam."
Tarihselciliği tarihselcilerden korumaya çalışan yazara göre, tarihselliği savunanların, teoriyi dört başı mamur bir şekilde ortaya koyamamış olmaları, karşı eleştirilere alan açmıştır. Bu noktada yazar şu benzetmeyi yapıyor: “Ürmesini bilmeyen it, yatağına kurt çağırır.”

Görüyoruz ki, tarihselci fikirdaşlar birbirlerini, başkalarının eleştirmediği biçimde eleştiriyor ve deizme yaklaşmakla itham ediyor ki, bunun tercümesi, İslam dairesinden dışarı doğru gidiyorsunuz, fren yapın, demektir. Çünkü deizmden kastın ne olduğu taraflarca malumdur. Bilmiyoruz belki de bu bir aforoz tehdididir ama henüz tarihselcilikte böyle bir yetki olduğundan haberdar değiliz.

Tarihselciliği korumaya çalışan yazarın, "tarihselciliğin çöküşü"nden bahsedenleri de yanılgı içinde olmakla eleştirdiği söylenebilir. Fakat bizim coğrafyamıza ithal edilen tarihselciliği, propagandasını yapanların dilinden anlamaya çalışanların bir kusuru olmadığını düşünüyoruz. Tarihselci anlayışın mahiyetinin ve maksadının ne olduğu konusunda önce tarihselciler kendi aralarında bir anlaşabilirlerse kendilerinin mi yoksa onların fikirlerini tasvip etmeyen müslüman çoğunluğun mu yanılgı içinde olduğu meselesine ancak o zaman sıra gelir.

Şu durumda tarihselcilerin, gelen eleştiriler sebebiyle birbirlerini sorgulamaya başladıklarını görmek "akademik özgürlük" bakımından ümit verici gözüküyor. Gelinen noktada tarihselci görüşlere katılmayan ilahiyatçıların da en az, tarihselciliği korumaya çalışan yazar kadar "cesur" olmalarını beklemek haksız bir talep değildir, diye düşünüyorum.

Tarihselciliği korumak adına diğer tarihselcileri eleştiren söz konusu gazete yazısını okumak isterseniz: http://m.karar.com/gorusler/tarihselcilige-dair-yanilgi-1083029

("Tarihselciliğin Çöküşü" başlıklı yazımı okumak isteyenler blog sayfamdan okuyabilirler: https://bilalesen.blogspot.com/2018/12/tarihselciligin-cokusu.html )


13.01.2019
Dr. Bilal ESEN




AÇIKLAMA: YÖRÜNGE DERGİSİNİ ve YÖNETİCİLERİNİ KINIYORUM

Değerli dostlarım,
Tarihselciliğin Çöküşü başlıklı yazıma, bir gazete köşesinden eleştiri yöneltilmiş. İçerikle ilgili cevap hakkımı ileriye bırakarak şimdilik şunu belirtmek isterim ki, blog sayfamda bu başlıkla yer alan yazım, benden habersizce ve izinsizce YÖRÜNGE isimli bir derginin hem internet sitesinde yayınlanmış hem de matbu olarak piyasaya sürülmüştür. Durumu haber aldıktan sonra e-posta yoluyla o dergiye ulaştım. Yazımın yayınlanmasına hiçbir şekilde rıza göstermediğimi belirttim ve gereğini yapmalarını istedim. Bunun üzerine kendisini derginin genel yayın yönetmeni olarak tanıtan biri, nasıl olsa ileride izin alırım düşüncesiyle yayınladığını ifade eden hiç inandırıcı bulmadığım bir e-posta gönderdi. Halbuki kendisiyle de dergiyle de bugüne kadar hiçbir tanışıklığım ve ilişkim olmamıştır.
Aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü üzere, söz konusu dergi, blog sayfamdaki yazıyı kendi manşeti ve kapak yazısı olarak takdim ettiği gibi şahsımı da kendi yazarlarından biri gibi göstermiştir. Aynı sayısında tarihselci Mustafa Öztürk ile de bir röportaj yayınlayan bu derginin, fikren birbirine zıt iki yazıyı hem de usulsüzce ve izinsizce bir araya getirerek ne yapmak istediğini de anlamış değilim.
Yayın ahlakı ve hukukuyla bağdaşmayan bu tavrından ötürü YÖRÜNGE dergisi ile yöneticilerini kınıyor, yaptıkları yanlışı bir an önce telafi etmelerini bekliyor ve anılan ihlal sebebiyle hukuki haklarımı saklı tuttuğumu belirtiyorum.
(Tarihselciliğin Çöküşü başlıklı yazımı okumak isteyenler blog sayfamdan okuyabilirler: https://bilalesen.blogspot.com/2018/12/tarihselciligin-cokusu.html)

05.01.2019
Bilal ESEN


TARİHSELCİLİĞİN ÇÖKÜŞÜ

Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddiası
Tarihselcilik diye anılan anlayışın sonunda gelip vardığı nokta, Kur'ân'ı -en azından onun belirsiz bir kısmını- bir insan sözü saymak oldu. Gerekçesi ise bu sonuçtan daha vahimdi. Tarihselciliğin çıkarımına göre, bazı ayetler ahlaken sorunluydu ve bunlar Allah'ın ahlakına yakışmıyordu (hâşâ!).

Mesela tarihselci zihniyet, Kur’ân’ın, Mekke dönemindeyken ehl-i kitâb hakkında olumlu ifadeler kullanmasının ve ardından Medine döneminde müslümanlar güçlenince ehl-i kitâba karşı savaş ilan etmesinin ahlaken bir çelişki olduğunu varsayıyor, bu konudaki ayetlerin politik bir dile ve üsluba sahip olduğunu iddia ederek bunların Allah'a değil Peygambere ait sözler olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Aksi halde Allah’ın ahlakiliği"nin gündeme geleceğini iddia ederek söz konusu ayetlerin ahlaken sorunlu olduğunu söylemiş oluyordu. Fakat Allah'ın (c.c.) ahlakını eleştirmeyi göze alamayıp Kur’ân’daki sorunlu ayetlerin (!) O'nun değil, olsa olsa bir insanın yani Peygamberin sözü olabileceğini söylüyordu. Tarihselciliğin bu çıkarımında, ahlaken sorunlu olduğu iddia edilen ayetlerin sebebi olarak Peygamber gösteriliyordu. Yine Mekke dönemindeki hükümlerin daha derinlikli ve ahlâkî içerikli olduğu, Medine dönemindeki hükümlerin ise yüzeysel ve siyasi olması hasebiyle dinî-ahlâkî tekamül bakımından sapmalara ve duraksamalara yol açtığı ithamında bulunan söz konusu anlayış, dinin temellerini eleştirmiş oluyordu. Bu dönemdeki hükümlerin Allah'ın izni dışında gelmesi söz konusu olamayacağına göre, bunların ahlaki tekamülde sapmaya ve duraksamaya yol açtığının söylenmesi doğrudan Allah'ın hükümlerine yani ayetlerine bir eleştiriydi. Zaten bu satırların  yer aldığı tebliğin başlığı da "Cihad Ayetleri" idi. (M. Öztürk, “Cihad Ayetleri: Tefsir Birikimine, İslam Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, 2016, s. 154-155, 157, 201-202)

Tarihselciliğin, esmâ-i hüsnâ ile ilgili de kabul edilemez iddiaları vardır. Bu yaklaşıma göre, Allah'ın, Kur'an'da kendisini yüceltmesi, büyüklüğünden bahsetmesi ve kendisi hakkında övücü sıfatlar kullanması düşünülemez, çünkü övünme ve iftihar, cahiliyye adetidir. Bu sebeple  Kur'an'da geçen esmâ-i hüsnâyı, Allah'ın sözleri değil Peygamberin sözleri olarak kabul etmek gerekir (!) Mesela Kur'an'da ayetlerin bir parçası olarak geçen Kebîr, Mütekebbir, Müntekım, Rahim, Rahman ve Vedûd gibi isimler bu anlayışa göre Allah'ın kendine verdiği isimler değildir, bunları Peygamber "kendi varlık tecrübesinden hareketle" formüle etmiş,  Allah'ı insan biçimci sıfatlarla tanıtarak kendi diliyle  Allah adına konuşmuştur. Bu esmânın her biri, şirk ve müşrik zihniyete karşı bir tepki ifadesidir. (Öztürk, Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, 2016, s. 222-227)

Tarihselciliğin Kur'an'da beşer sözü saydığı hususlardan biri de, ayetlerde bazı kafirlere yönelik olarak yer alan telin ve beddua ifadeleridir. Tarihselciye göre, başkasına beddua etmek bir acizlik ve çaresizlik göstergesi olup Allah'a yakışmaz. Böylece tarihselci, başta "Ebu Leheb'in elleri kurusun! Kurudu zaten." ayeti (Tebbet sûresi) olmak üzere kafirler ile İsrailoğullarına lanet ve beddua okuyan ayetleri Allah'ın değil Peygamberin sözleri saymaktadır. Ona göre, bu sözler Hz. Peygamberin yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. (Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 225-227) Halbuki bu tür ayetler geçmiş ulemamız tarafından gayet güzel açıklanmış ve hiç bir müslüman alim, tarihselcilerin bu anılan gerekçelerine dayanarak bazı ayetlerin Allah'ın sözü olmayıp Peygamber'in sözü olduğunu iddia etmemiştir. Bu yüzden Kur'an'ın bazı sözlerinin Allah'a ait olmadığı mahiyetindeki tarihselcilere ait iddia, Kur'an tarihi açısından çok büyük bir ithamdır. Günümüz Müslümanları arasında büyük şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır, karşılanmaya devam etmektedir.

Kur'ân'ın ehl-i kitabla ilgili ayetlerinin Mekke-Medine dönemindeki içeriği hakkında  ve  Medine dönemindeki savaşlara ait hükümlerle ilgili olarak tarihselciliğin kendini konumlandırdığı taraf da ilginçtir. Başta Peygamberimizin (s.a.s) yaşadığı çileli dönem olmak üzere, tarihte meydana gelen savaşların tek müsebbibi olarak müslümanları ve Kur’ân’ı gösteren bu anlayışın, o dönemdeki Müslümanların çektiği sıkıntıları ve düşmanlarının hasmane tutumlarını hiç dikkate almaması ve adeta ehl-i kitâb yanlısı bir tutum sergilemesi dikkat çekiyordu. Savaşla ilgili ayetlerde ahlaken isabetli olmayan bir şeylerin varlığını iddia etmesi garipti. Nitekim aynı anlayışın sahibi, bir gazetedeki köşe yazısında, şark kültürünün bir bireyi olmaktansa “şövalye ruhlu” bir birey olmayı tavsiye ediyor, şövalye ruhluluğun onurlu ve ilkeli yaşam demek olduğunu söyleyerek batı hayranlığını açığa vuruyor, şark kültürüne onursuzluk imasında bulunuyor, onu yalancılık, kalleşlik ve kindarlık gibi olumsuz sıfatlarla anıyordu.  (Mustafa Öztürk, Karar Gazetesi, 17 Kasım 2018) Aynı anlayışın sahibi, Allah’ın adını yüceltmek adına bir savaş yapılamayacağını, şayet iʻlâ-i kelimetullâh adına savaşmak söz konusu olacaksa, haçlı seferlerinin fetih sayılması gerekeceğini de söylemişti. (Öztürk, “Cihad Ayetleri”, s. 215)

Ahlaken sıkıntılı oldukları gerekçesiyle, ayetleri bir beşer ürünü saymak, bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç bir müslüman âlimin ileri sürmediği bir iddiadır. Bu ilk defa oluyor. Dolayısıyla tevilin ve yorumun bütün sınırlarını zorlayıp dışına taşıyor. Böylece bugüne kadar kuşkuyla bakılan ve nereye varacağı kestirilemeyen tarihselciliğin amacı ve misyonu da ortaya çıkmış oluyor.

Esasen bizim geleneğimizde nesih vardı, esbâb-ı nüzûl, ta'lîl, ictihad, kıyâs, istihsân, maslahat ve makâsıd gibi kavramlar vardı. Yeni türemiş olan tarihselcilik kavramını bir türlü kavrayamamıştık ve bu coğrafyada ona soğuk davranmıştık. Neyse ki tefsir dalındaki tarihselci akademisyenlerden Mustafa Öztürk, başta yukarıda zikrettiğimiz cihadla ilgili tebliği olmak üzere çeşitli yazılarında Kur’ân ayetlerinin Peygamber sözü olduğunu ileri sürerek bu ekolün amacını şüpheye yer bırakmayacak ölçüde açık etti. (Ayrıca bkz. Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 141-142, 144-148, 199-206, 214, 222-228; “Cihad Ayetleri", s. 201-202

Malumdur ki, düşünce dünyasında ortaya atılan teorilerin yerleşmesi veya tedavülden kalkması genellikle birkaç nesli bulan bir süreçtir. Tarihselciliğin bu kadar hızlı bir şekilde bu noktaya gelmesi ve en uç iddialar ile âdeta intihara teşebbüs etmesi, müslüman dünya ve özellikle de Türkiye müslümanları için hayırlı bile sayılabilir.

Mezkur yazarın, Kur’ân’ı ahlaken sorunlu bulan söylemi, bir tebliğin tek bir paragrafında ortaya çıkmış münferit bir iddia değildir. Zaten kendisi de, eleştiriler üzerine hemen ve doğrudan bir düzeltme ya da açıklama yapma gereği duymadı. Ağzımdan kaçan bir cümleydi diye savunma yapmadı veya özür de dilemedi. Günler sonra bir gazete yazısı yazdı fakat kendi söyleminin odak noktasında yer alan Kur'ân'ın, Allah'ın ve Peygamberin “ahlakiliğini” sorgulama meselesiyle ilgili olarak o yazıda hiçbir kelam etmedi. Sadece Kur’ân’daki mana-lafız ilişkisine yönelik görüşlere değindi. Kendi görüşünün yalnızca lafızla ilgili olduğunu iddia etti. Haddizatında, kıtal ayetleri ve benzeri ayetlerde ahlaki açıdan sorunlar bulunduğunun iddia edilmesi, ayetin lafzına değil anlamına ve içeriğine yönelik bir itirazdır. Bu ayetlerde anlama itiraz etmeden lafzın ve zarfın ahlakiliğinden söz etmek mümkün olabilir mi? Ayet savaşı emrediyorsa başka bir lafızla söylense de yine savaş emri anlamına gelecektir. Bu bakımdan yazarın, gelen eleştiriler üzerine geri adım atmak veya daha güçlü savunma yapmak yerine, asıl tartışma noktasını gözden kaçırmaya ve tartışmayı basit göstermeye yönelik bir tutum sergilediği söylenebilir.

Allah’ın ve Peygamberin ahlakiliğinin sorgulanmasında, ağızdan bir anda kaçan bir çift söz değil yıllardan beri süregelen, belli bir amaca doğru ilerleyen bir yaklaşım vardır. Yukarıdan beri verdiğimiz örnekler dışında, mezkur yazarın, birçok yazısında ve kitabında bu istikamette ifadeler bulunmaktadır. Mesela Kıssaların Dili kitabında,  Hz. İbrahim'in iman adına ahlakı bir tarafa bırakarak oğlunu kurban etmeye çalıştığını yazmıştı. Yine aynı kitaptaki satırlarda, bazı ayetlere bakınca "adalet ve ahlak tanrısı gibi görünen Allah'ın" her zaman böyle davranmadığı ve konjonktüre göre tavır alarak şiddete başvurduğu (!) ifade ediliyor, Allah hakkında yakışıksız cümleler kullanılıyordu. (Öztürk, Kıssaların Dili, 2010, s. 53-56, 62, 67, 73-74) Dolayısıyla Allah'ın bile konjonktür gereği ahlak dışına çıktığı ima ediliyordu. Daha doğrusu, Allah ahlak dışına çıkmayacağına göre, ahlak dışına çıktığı değerlendirilen ayetlerin O'na değil Peygambere nispet edilmesinin zemini hazırlanıyordu. Bu esnada zihnin geri planında, Allah'tan ve dinden bağımsız bir ahlakın varlığı tasavvur edilmiş oluyor ve Yüce Allah ile onun ayetleri buna göre eleştiriye ve yargılamaya tabi tutuluyordu. Başka bir deyişle tarihselcilik, ahlakın kaynağına ahlak öğretmeye kalkışıyordu.


Kur’ân’da çelişki bulunduğu iddiası
Mezkur yazarın, yazılarında defalarca tekrarladığı ve genellikle oryantalistler ile Ömer Özsoy'a dayandırdığı iddiaya göre, Kur’ân çelişkilerle ve tekrarlarla dolu bir kitaptır. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, s. 18-19, 26-27)

Söz konusu iddiaya kendisinin de katıldığını belirten yazar, bu esnada "Bu Kur’ân Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı." (Nisa 4/82) ayetini ve benzeri ayetlerin mesajını yeterli görmemektedir. Hatta önceki ulemânın, çelişkinin ancak zahiren olabileceği ve hakikatte Allah kelamında tutarsızlık olamayacağı, zahiren var olduğu söylenen çelişkilerin ise nesih gibi hususları bilmemekten kaynaklandığı vb. tenzih ve teslimiyet dolu üslubunu bir tarafa bırakarak, bu çelişkilerden kurtulmanın ancak kendi yöntemini (tarihselciliği) kabul etmekle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. 
(Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, 18-19, 43-49) Kendi yönteminden maksadın ise bazı ayetleri insan sözü saymak olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılmıştır. Dolayısıyla ona göre, çelişki iddia edilen noktalarda bir kısım ayetleri insan sözü saymamız halinde bunlar feda edilebilecek ve geriye de herhangi bir çelişki kalmayacaktır. Bu yaklaşımın Kur’ân'ın tahrifiyle eşdeğer olması bir yana, çelişkiyi giderecek tek yöntemin bu olduğu iddiası, “tarihte ilk defa ben buldum” tavrı bakımından Sözde Kur’ân İslamı'nı savunanların yaklaşımına benzerlik arz etmektedir. Ve bu noktada şu soru çok anlamlı olmaktadır: Madem çelişkilerden kurtulmanın yolu tarihselcilikse, Yüce Allah bunun için niye bu kadar süre beklemiştir? Allah (c.c.) kendi kitabını asırlar boyunca çelişkilerden kurtarmaktan aciz mi olmuştur ki hâşâ onu korumak için yirminci yüzyılda birilerinin tarihselciliği keşfetmesine mahkum olmuştur? 

Kişisel aklı ve indî görüşleri vahyin üstünde görme anlayışı
Ahlak zemininden yola çıkma iddiasıyla, insan aklını ayetlerin üstünde görmeye başlayan bu anlayışın bir süre sonra bazı ayetleri değersizleştirmesi ve bu ayetlerin içeriğinden dolayı da Peygamberi itham etmesi, tarihselciliğin bugüne kadarki gidişatına göre beklenen bir tavırdı.

Nitekim tarihselci yazarın geçmişte sıklıkla tarihselci yorumu neshe benzetmesi de aklın rolünü vahyin üstüne çıkarmaya matuftu. Nasıl ki bazı ayetler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır, işte tarihselci yorum da bunun gibidir ve bazı ayetlerin bugün için hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz, diyordu
Bu esnada açıkça bir hususu ıskalamaya ve dikkatten kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü tarihselci bakış açısı, insan aklını esas alarak bazı ayetleri hükümsüz ilan ederken, nesih ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Nesih meselesinde  akıl sadece yorumlayıcı tarzda bir role sahipken tarihselci anlayışta akıl, vahiy gibi hatta onu dahi ortadan kaldıran mutlak şâri' rolündedir.* Aradaki bu farktan dolayı benzetmenin yerinde olmadığının fark edilmesi üzerine bu sefer de tarihselci anlayış, ictihad ile de nesh olur diyerek ayetlerin açık ve kesin hükümlerinin bile kişisel görüşlerle kaldırılabileceğini söyledi ve kıyıdan köşeden bulup Mâtürîdi'ye isnat ettiği bir cümle ile bu söylemini meşrulaştırmaya çalıştı. (Öztürk, Karar Gazetesi, 11 Şubat 2017; “Kur’ân'ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan, Sınır ve Sorunları”, 2015; "Cihad", s. 366-367) Halbuki mevrid-i nasta ictihad olamayacağı ve "nass"ı reddeden bir yorumun ictihadın ıstılâhî tarifine bile sığmayacağı hususu bütün ümmetçe müsellemdi. İmâm Mâtürîdî de ümmetten farklı düşünmüyor, nassın belirlediği hükümler alanında ve nassa karşı re'y/ictihad ileri sürülemeyeceğini hatta hakkında icma olan meselede tartışma yapılamayacağını, icmâın bağlayıcı olduğunu birçok yerde ifade ediyordu. (Örnek olarak bkz. Te'vîlât, III, 229-234, 320; V, 407; IX, 562, 617; X, 419-420)

Mâtürîdi’ye isnat edilen cümledeki nesih kelimesinin, ne neshin meşhur olan ıstılahi anlamıyla ne de tarihselciliğin Kur’ân'ı beşer sözü sayan yaklaşımıyla alakası vardı. Kitabının başına, "Kur’ân'ı re'y ile tefsir eden kişi cehennemdeki yerini hazırlasın." sözünü koyan Mâtürîdî'nin re’y ile Kur'ân'ın neshedilmesine izin verdiği düşünülebilir mi? Mâtürîdî'nin çarpıtmaya konu olan söz konusu ifadeleri ise hükmün gerekçeye/illete bağlı olduğunu, gerekçenin/illetin olmadığı yerde hükmün de bulunmayacağını ifade etmektedir ve öteden beri fıkıh usulünde bilinen bir kuraldır. (Te'vîlât, V, 407)

Kaldı ki, Mâtürîdî gibi bir nevi ekol oluşturmuş meşhur bir alimin bir görüşünü, ekolü izleyen öğrencilerinin kitaplarına bakmadan ve o görüşün tarihte ilmi çevrelerde nasıl yankı bulduğunu araştırmadan tek bir metinden ya da kitaptan öğrenmeye çalışmak ve o kitabı ilk defa gören kişi edasıyla, söz konusu kitaba âdeta antik kazılarda bulunmuş bir levha muamelesi yapmak ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olabilir? Bu yaklaşım aynı zamanda, bir metni ortaya çıktığı tarihi şartların bütününe göre yorumlamak gerektiği şeklindeki tarihselciliğin kendi kabulleri bakımından da çelişkili ve tutarsızdır.

Tevil alanının dışına taşma
Tarihselcilik hakkında ve özellikle de onun, ayetleri beşer sözü sayma iddiası karşısında açık eleştirilerde bulunmamız ve adeta intihar ettiği gibi yakıştırmalar yapmamız, bu söylemi yorum ve tevil sınırları içinde görmediğimizdendir. Akademik çalışmalarda, birtakım çıkarımları ahlak bağlamına çekerek İslam’ın kutsallarına ve bilhassa iki temel kaynağına (Kur'ân'a ve Peygambere) ahlaka aykırılık eleştirisinde bulunmak, bir Müslüman için kabul edilebilir değildir. Bu tür iddiaların İslami ilimler bakımından ictihad kapsamında değerlendirilemeyeceğini, batıl tevil kapsamında dahi sayılamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü söz konusu iddialar, İslamî ilimlerin ilke ve yöntemlerine bağlı kalınarak ulaşılmış sonuçlar değildir. Bu sebeple esasında bunlara karşı ilmî cevaplar üretmeye çalışmak da gereksizdir.

İnanmayan biri, Kur'ân hakkında ithamlarda bulunsa da müslüman bir kişinin ayetleri beşer sözü sayması asla düşünülemez. Kur’ân'da, ayetlerin beşer sözü olmadığını açıkça ifade eden ve onları beşer sözü saymaya çalışan müşriklerin zalimliğinden bahseden birçok ayet vardır. Çünkü Kur'ân'ın beşer sözü olduğuna dair iddialar Kur'ân'ın ilk indiği dönemde müşrikler tarafından dile getirilmiş ve bunun üzerine iddiaları reddeden ayetler gelmiştir. (Bakara 2/23-24; Âl-i İmrân 3/7, 78-79; Nisâ 4/82; En'âm 6/91; Yûnus 10/37-40; Hûd 11/12-13; İbrahim 14/10-11; Nahl 16/103-105; İsrâ 17/86-88; Enbiya 21/3-19; Kasas 28/48-53; Mümin 40/1-4; Casiye 45/1-8; Ahkâf 46/1-10; Hâkka 69/38-52)

Örneğin bir müşriğin iddiaları karşısında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 
"(Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!ᅠSonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!ᅠ Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.ᅠEn sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. "Bu" dedi, "Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.ᅠBu, insan sözünden başka bir şey değildir." Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?ᅠ Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz;ᅠ İnsanları kavurur." (Müddessir 74/16-29, DİB, Kuran Yolu Tefsiri)

Eleştiriye tahammülsüzlük
Tarihselcilik adına dinin kutsallarını değersizleştirmeye çalışanlarda görülen dikkat çekici bir husus, yukarıda ifade edildiği biçimde Allah Teala ve Peygamberi (s.a.s) hakkında yakışıksız ifadeler kullanmaya cür'et ettikleri ve eleştiride sınır tanımadıkları halde, kendilerine yapılan en ufak bir eleştiriye bile tahammül edememeleri, "akademik özgürlük tehlikede!" diye seslerini yükseltmeleridir. Sanki kendi kitaplarına ve yazılarına karşı, Allah'ın kitabına gösterilen saygıdan daha fazla saygı beklemektedirler. Kanaatimizce, İslam ilahiyatçısı sıfatıyla, dinin temelleri hakkında bu kadar aşırı değerlendirmelerde bulunmanın ve Yüce Allah hakkında alay edercesine bir üslup kullanmanın akademik özgürlükle bir alakası yoktur. Kaldı ki, söz konusu tarihselcilere yöneltilen itirazlar da, birer sözlü eleştiridir. İslam’ın temellerini ve kutsal kitabını eleştirenlerin, kendilerinin de eleştirileceğini ve karşıdan gelen tenkitlerin de eleştiri özgürlüğü içinde olduğunu bilmeleri gerekir.

Ve sonuç
Epey bir süredir Türkiye'de ilahiyat camiasının gündemine sokulmak istenen ve bugünlerde, Kur’ân'ın bir insan sözü olduğunu ispat etmek (!) gibi beyhude uğraşlar peşinde koşan tarihselciliğin mahiyetinin ve maksadının ne olduğu artık netleşmiş gözükmektedir.

Bütün bunlardan sonra illa da tarihselciliği tanımlamak gerekecekse şöyle denilebilir: “Tarihselcilik, dinî hükümlerin bir kısmının zamana ve örfe dayalı oluşu gerçeğini istismar ederek ilme henüz yeni başlayanların zihinlerini bulandıran, akla vahyi reddetme yetkisi veren ve nihayetinde Kur’ân'ın dahi insan sözü olduğunu, çağımızda insanlığın referans alabileceği ilahî bir kaynak bulunmadığını iddia ederek yola sadece beşer aklıyla devam edilmesini öngören, İslâmî bünyeye yabancı, sistemleşememiş, ithal görüşler yığınıdır.”

------------------------------


18.12.2018
Dr. Bilal ESEN
(İslam Hukuku Bilim Dalı)