zekat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zekat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu.

Mesela, katılım bankacılığı (İslami finans) başka bir ülkede tuttu diye, illa ki bizim ülkemizde de tutacak değil. Bizim insanımızın geçirdiği tecrübeler çok farklı. Çok kere, sütten ağzı yandı da artık yoğurdu üfleyerek yiyor. 

Yine zekatın kurumsallaşması bağlamındaki bazı uygulamalar da bence böyledir. Örneğin Malezya'da zekat, devlet yönetiminde ve devletin yetkili kıldığı şirketlerce toplanıyor. Fakat toplanan zekatın yarısı bazen yarıdan fazlası âmilîn sınıfından sayılarak bu şirketlere ve fî sebîlillâh kapsamında olduğu iddia edilen müesseselere kalıyor.

Fî sebîlillâh/Allah yolunda diyerek, zekat parasını hastanelere, camilere, okullara ve eğitim kurumu gibi müesseselere veriyorlar, din öğretmenlerinin ve cami görevlilerinin maaşlarını zekatla ödüyorlar. Yani, zekattan en karlı çıkan bu iki kesim. Fakirlere dağıtılan ise bazı yıllarda tüm zekatın sadece yüzde kırkı civarında. Bu tespitler birçok akademik tezde yer alıyor.

Şimdi bizim ülkemizde o şekilde zekat toplanıp dağıtılacak olsa, fıkhen zaten sorunlu olan bu tür uygulamalar, halk nezdinde itibar görür mü? Zekatın fakirlere gitmeyeceğini, buradan başka bazı kesimlerin yarar sağlayacağını görenler, zekat verir mi?

Bu ülkede zekatı fakirden kaçıran ve fî sebîlillah diyerek güya her türlü hayır işine zekat verilebileceğini söyleyenlerin nasıl bir din istismarına yol açtıklarını yakın zamanda gördük.

Onların bu günahında, hiç şüphe yok ki, mezhebi geniş fetvacıların başka bir deyişle, zekatın fî sebîlillâh kapsamında "her türlü" hayır işi için, kurum ve kuruluşlara verilebileceğini söyleyenlerin de payı vardır.

Geçmişte neredeyse bütün fıkıhçılar ve dört mezhep, zekatın sadece gerçek kişilere verilmesi gerektiğini ve temlikin şart olduğunu söylediği halde, zamanımızda o fıkhı bir tarafa bırakanlar, verdikleri yeni fetvaların neye yol açacağını ya hesap etmediler ya da bilerek istismara destek oldular. Aslında o "çağdaş" fetvaları verenlerin de şu sıralar ortaya çıkıp müslümanlardan özür dilemeleri beklenir.

Velhasıl bu ülkede dinî konularla ilgili bir şey yapılacaksa çok dikkatli olmak lazım. Burası başka yerlere benzemez.






ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

 1. Ülkemizdeki zekât potansiyeline dikkat çeken bazıları, şu kadar milyar dolar büyüklükten bahsediyor ve bunun yönetilmesi için devlete ait bir zekât kurumu kurulmasını arzu ediyorlarmış. Bu kurum zekâtı toplasın, bununla yatırımlar yapsın ve ülke ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunsun, diyorlarmış.

Baştan belirteyim ki bu fikri sağlıklı bulmuyorum. Bu yolla fakirin hakkına tahakküm etmenin çaresi aranıyormuş gibi geliyor bana. Zekâtları fakirlerin inisiyatifine bırakmama gayreti bu. Hâlbuki zekât malının nerde ve nasıl kullanılacağı, sadece onu alan fakirin karar vereceği bir şey. Başkaları niye bu konuya iştah kabartıyor? Zekât malında fakirin sözü geçmeyecekse, verilen şey zekât olur mu?

Zekât verenler veya onların vekilleri, mal üzerindeki mülkiyet ve menfaat ilişkilerini bütünüyle kesmiyorlarsa hâlâ bunda tasarruf ediyorlarsa, verdikleri şey zekât olmaz. Zekât malı bir an önce yerine ulaştırılmalı, üzerinde bir müddet daha tahakküm etmek için dolambaçlı yollara girilmemeli.

Hem ülke ekonomisini kalkındırmak, zekâtın görevi değil ki. O başka bir iş. Zekât, zenginle fakir arasında köprü kurar. Ve zekât sadece gerçek kişilere verilir. İnsanla insan arasında bir ilişkidir zekât. Bu, laik devlette böyle olduğu gibi tarihteki İslam devletlerinde de genel olarak böyle olmuştur. Aşağıda değineceğiz buna. Şu da var: Laik bir devlette kurulacak böyle bir zekât kurumunun zekât malında tahakküm etmesine din izin veriyor mu? Ya da şöyle soralım: Dinin haberi var mı bu işten?

2. Zekâta abartılı anlamlar yüklememek lazım. Ne yazık ki, bazıları, bütün zenginler zekât verse toplumda fakir kalmaz, diyorlar. Diyorlar ama bu cümle bana biraz abartılı gibi geliyor. Çünkü zekât, genel olarak, kırkta bir veriliyor. Yani %2.5. Bununla bir ülkedeki fakirlik ve muhtaçlık sorunu biter mi, emin değilim.

Fakirliğin bitmesi için daha fazlasına ihtiyaç var. Zekât sadece bir başlangıç, ilk basamak. Yapılacak hayır hasenatın asgari sınırıdır bu. Müslümanın, bu basamaktan yukarı doğru çıkması lazım. Daha başka infaklarla, hayır ve hasenatla hem fakirleri gözetmeli hem de başka hayır işlerine destek olmalı.

3. Bazı fakirleri daimi olarak gözetmek için ve ayrıca diğer hayır işlerini yürütmek için sürekliliği olan yardım müesseselerine ihtiyaç duyulduğu doğrudur. Zira toplumda sürekli yardıma muhtaç kimseler; müzmin hastalar, yaşlılar, engelliler, mülteciler ve muhacirler gibi kesimler hep var olacaktır. Fakirler dışındaki birçok hayır işi de sürekli finanse edilmeyi beklemektedir. Duyulan ihtiyaç bellidir ama bu müessese, zekâtla değil başka bağışlarla kurulmalıdır.

Zekât, bir çırpıda verilen, belli yerlerde bekletilmemesi ve hemen yerine ulaştırılması gereken ve aynı zenginin tekrar zekât verip vermeyeceği garanti edilemeyen, yani bir nevi kesintili bir yardım çeşidi. Buna bel bağlanarak uzun vadeli bir işe girişilemez. Yani, yardım kurumunun sürekliliği zekâtla sağlanamaz.

Ayrıca devlete ait bir zekât kurumu kurmak ve işletmek o kadar kolay bir iş değil. Tarihe baktığımız zaman Hz. Osman (r.a.) zamanından beri, şöyle dört başı mamur bir zekât kurumu neredeyse hiç olmamış. Yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlı devleti bile zekât toplayıp dağıtacak bir müessese kurmamış, kuramamış. Neden? Çünkü zekât çok hassas bir ibadet. Toplamasında ayrı bir hassasiyet dağıtmasında ayrı bir hassasiyet... her adımında ayrı bir hassasiyet gerekiyor. Hele bir de günümüzdeki kurumsallığın getirdiği resmiyet oluşursa, o soğuk yüz, zekât gibi bir ibadete pek yakışacak gibi gözükmüyor.

4. Zekât kurumunun bir riski de şudur: Günümüzde ve ülkemiz koşullarında yardım toplayanların kurumsal hataları hakkında bir şayia çıktığında, insanların yardım yapma duyguları da baltalanıyor, onarmak çok zor oluyor. İşin bir tarafında, insan denen varlıkla para arasındaki o malum "duygusal" ilişkinin bulunduğunu hiç unutmamak lazım. Bu duygusallık şimdiye kadar nice vakıfları ve dernekleri batırdı. Nice samimi gayretleri mahcubiyetle sonlandırdı. Şayet adı zekâtla özdeşleşen bir kurum ortaya çıkar ve sonra da o kurumdan değişik kokular gelmeye başlarsa çok yazık olur. Bunun toplumdaki dinî duygular üzerinde meydana getireceği tahribat, bugün zekât vermeyen zenginlerin bireysel hatalarından kaynaklanan tahribattan çok daha ağır ve uzun süreli olur. Çok riskli bir iş.

Belki de bu hassasiyetlerden dolayı Hz. Osman (r.a.) bile altınların, gümüşlerin, paraların ve ticaret mallarının (emvâl-i bâtıne) zekâtını vermeyi kişilerin kendi inisiyatifine bıraktı. Bunların zekâtını siz kendiniz verin, benim zekât memurlarım sadece öşürü ve sâime hayvanların zekâtını sizden toplayacak dedi. Sonraki süreçte Irak, İran, Orta Asya ve Anadolu gibi yerlerde bütün topraklar devlete ait sayılınca, başka bir ifadeyle, öşür arazisi sayılmayınca, öşür toplama durumu da ortadan kalktı. Böylece zekât neredeyse bütünüyle bireysel bir ibadet haline geldi.

Tarihte zekat toplayan kimi yerel yönetimlerin keyfi uygulamaları ve zekat ahkamına pek riayet etmemeleri, devlete verilmesi durumunda, zekatın geçerli olup olmadığı hususunun uzun fıkhi tartışmalara konu olmasına neden oldu. Bu gibi nedenlerle devletler, zekat gibi hassas bir meseleyi pek üstlenmek istemediler. Vergilerini tıkır tıkır topladılar ama genellikle zekâta karışan olmadı. (Selahaddîn-i Eyyûbî gibi yöneticilerin sınırlı süredeki lokal uygulamaları hariç.)

5. Bu topraklarda bin yıldan beri, zekât kurumu bulunmadığına göre, kurumsal zekât uygulaması bakımından yararlanacağımız bir örnek yoktur. Gerçi  zamanımızda başka ülkelerde zekâtın devlet eliyle toplanmasına ilişkin örnekler vardır. Fakat bunların ne kadar sağlıklı işlediği bir tarafa, farklı dinî anlayışların, sosyal olguların ve farklı siyasi yapıların hakim olduğu bu coğrafyalardan ülkemize “ithal” edilecek bir zekât kurumunun, bizim dinî anlayışımızla ve sosyal dokumuzla ne kadar uyuşacağı da büyük bir sorundur.

6. Süreklilik arz eden bir yardım kurumunun kurulması arzu ediliyorsa ve bununla hem muhtaçların ihtiyaçları giderilsin hem de başka hayır işleri daimi olarak finanse edilsin isteniyorsa, bunun örneği geleneğimizde var: “Vakıf müessesesi".

Vakıf müessesini işleterek hem fakirlere yardım edebilirsiniz hem borç isteyene borç verebilirsiniz hem de cami, Kur'an kursu, okul, köprü… yapabilir ve yaşatabilirsiniz. Ama bunların çoğunu zekâtla yapamazsınız. Zaten Müslümanların yapacağı hayırlar sadece zekâttan ibaret değil ki. Niye her konuda sadece zekât akla geliyor?

İsteyenler Osmanlı’da güzel örneklerini gördüğümüz bu vakıf medeniyetini devam ettirebilir ve geliştirebilirler. Ama zekât bireysel kalmaya devam etmelidir. İsteyen kişiler, kendileri veya vekilleri aracığıyla zekâtı fakirlere ulaştırırlar. Bazı dernekler ve kuruluşlar da vekâlet yoluyla kişilerin zekâtını fakirlere ulaştırabilirler. Ancak onların yetkisi de vekâletle sınırlıdır. Bu tür bir aracılık yapmaları, zekât kurumu oldukları anlamına gelmez. Zekâtı bekletemezler, zekât malını yatırımda değerlendiremezler, zekâtla bina ve fabrika gibi şeyler inşa edemezler, zekât malından kesinti yapamazlar ve masraflarını zekâttan karşılayamazlar.

Velhasıl, zamanımızda zekât toplama ve dağıtma işine kurumlar ve devletler pek karışmamalı. İbadet, kul ile Allah (c.c) arasında. Hele hele laik bir devlette, bu iş kişilerin vicdani bir meselesi olarak kalmalı. Yoksa kaş yaparken göz çıkartma durumu ortaya çıkabilir. Zekâtı bulandırmamak lazım.

Allahü a'lâ ve a'lem.


Benzer Yazılar:

Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)

Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu

FAKİRİN HAKKI

ZEKAT KONUSUNDA "ÂMİLİN" SINIFI KİMLERDİR?

YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?




YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞLERİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?

Bir postacı ve kargocu, başka bir adrese teslim etmek üzere vatandaştan aldığı bir gönderiyi açıp içindekini satabilir mi, paraya çevirebilir mi? Bununla biraz yatırım yapayım, bankaya yatırayım da değerlensin, sonra adrese teslim ederim, diyebilir mi? Böyle yaptığında ne kadar saçma olur, değil mi? Yetkisini aşmış ve güveni kötüye kullanmış olur.

İşte ülkemizde, muhtaçlara ulaştırmak üzere zekat toplayan yardım kuruluşları da, dinen, bir postacı ve kargocu gibidirler. Onlar, topladıkları zekatların maliki ve sahibi değildirler. Sadece o paraları yerine ulaştırma hizmeti verirler. Vatandaş onlara zekat bağışlamıyor, zekatı onlara temlik etmiyor. Zekatımı fakirlere ulaştır, diye onları aracı kılıyor. Para vatandaşındır, vakfın ve derneğin değil. Para ne zaman fakirin eline ulaşırsa, ne zaman fakire temlik edilirse o zaman zekat ödenmiş olur. Ve fakirin eline ne kadar para geçtiyse zekat odur. Fakire ulaşıncaya kadar geçen süreçte zekattan eksilme olmuşsa, zekat tam ödenmiş olmaz. Bu durumda, böyle bir kuruluş aracılığıyla zekatını veren kişi, zekat borcundan kurtulamaz. Dolayısıyla yardım kuruluşları, zekat parasını yatırımda değerlendiremez, bununla ticaret yapamaz, bina-fabrika kuramazlar.

Zekat paraları, bunları toplayan vakıf ve derneklerin bir gelir kalemi değildir. Sadece adresine ulaştırılacak birer emanettir.

Bu kuruluşlar, para yatıran vatandaşın vekili durumundadırlar. Para sahipleri, bu kuruluşlara hangi konuda ve ne kadar izin verdiyse ancak o kadar hareket edebilirler. Bunun dışında atacakları her adım için, para sahiplerinin izinlerini almaları gerekir. Hatta zekatları, söz verdikleri şekilde yerine ulaştıramazlarsa veya kendi hataları nedeniyle batırırlarsa, topladıkları paraları iade veya tazmin etmeleri gerekir. 

Velhasıl, zekat sorumluluğu, elde kor ateş tutmak gibidir. Gereğinden fazla elde bekletmeye gelmez. Onu hemen elden çıkarmak ve fakirlere ulaştırmak gerekir. 

Allahu a'lâ ve a'lem.


İLGİLİ YAZILAR:

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?





BÜYÜK CESARET !

Dinî konularda görevlerimizi eksiksiz yapıyoruz, diyebilmek çok zor. Elimizdeki paranın sadakasını ve zekatını hakkıyla ödeyebiliyor muyuz, diye sorsak kendimize. Buna evet demek kolay mı? Hele hele zamanımız müslümanlarının mal ile imtihanında işler biraz karışık.
Ancak öyle kardeşlerimiz var ki, kendi sadakaları ve zekatları bir yana, bunlardan başka, binlerce kişinin sadakasının ve zekatının sorumluluğunu üstleniyorlar. Fakirlere ulaştıracaklarını söyleyip binlerce kişiden para topluyorlar. Vakıflar, dernekler... kuruyorlar.
Gerçekten çok büyük cesaret! Umarım sadakaları ve zekatları hakkıyla yerine getiriyorlardır. Benim hiç cesaret edemeyeceğim işler bunlar.
 
Sözün burasında, eskilerin uydurduğu bir hikaye aklıma geliyor:
Zengin bir adam, ölümden ve özellikle de kabirdeki sorgu sual esnasında yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. Demiş ki, “Ben öldükten sonra, ilk gece kim mezarda bana eşlik ederse ve sabaha kadar benimle kalırsa, geride kalan malımın yarısı onun olsun, vasiyet ediyorum.”
Bu zengin birgün ölmüş. İlk gece mezarda onunla kim kalacak, diye araştırmışlar. Hiç kimse cesaret edememiş. Nihayet hamallık yaparak geçinen biri, bu işe razı olmuş ve “zaten benim bir ipten başka bir şeyim yok. Mezara girersem bir şey kaybetmem. Sabaha zengin olurum” demiş.
Mezara girdikten sonra sorgu melekleri gelmiş. Bakmışlar, mezarda bir ölü, bir de diri var. Demişler ki, bu ölü nasıl olsa bizim elimizde, diriyi kaçırmadan, önce ondan başlayalım sorgu suale. Ve başlamışlar hamalı sorgulamaya. "O ip senin mi değil mi? Kimden aldın? Kaç liraya aldın? Nasıl aldın? Niye aldın? Nerde kullandın? Bununla kimlerin malını taşıdın? Taşırken kime çarptın? Kaç kişinin malını düşürdün? ... "
Sorgu sual sabaha kadar sürmüş. Hamal kan ter içinde kalmış. Sabah olunca mezardan çıkmış. Çıkınca herkes alkışlamış ve "zengin oldun", demişler. "Mirasın yarısı senin."
Hamal ise "Aman aman! İstemem, kalsın", demiş. "Sabaha kadar bir ipin bile hesabını veremedim ben. Koca bir servetin hesabını nasıl veririm?”
Bu elbette uydurma bir hikaye. Gerçek sorgu sual ise şüphesiz bundan çok daha çetindir.

İnşaallah, halktan para toplayarak faaliyet yapan vakıf ve derneklerin çalışanları, işin ciddiyetinin farkındadır.

ZEKATI ZENGİNLER VERMELİ, FAKİRLER ve BORÇLULAR DEĞİL

Günümüzde bazıları, zekat konusunda yeni şeyler söylüyorlar. Genellikle de bu söylenenler, zekat verenlerin sayısını arttırma ve herkese zekat verdirme mantığı üzerine kurulu.
Evet, zekat fıkhı her devirde güncellenmeli. Zira her dönemin mal anlayışı ve ticaret usulleri hatta yaşam koşulları değişiyorsa hükümler de değişir. İlke olarak buna itiraz olmaz. Şahsen günümüzde ilahiyatçıların, dinin füru alanında yeterince çalışma yapmadıklarından ben de sürekli yakınmaktayım. Zekat konusu da en çok ihmal edilen alanlardan biri. Ortaya konan bazı "cesur" görüşler ise genellikle bütünü görmekten uzak kalıyor.
Örneğin bugün ülkemizde, şirketlerin ve holdinglerin mallarını, gelir-gider kalemlerini, muhasebe dilini bilen ve profesyonel zekat muhasebesi yapabilecek kaç ilahiyatçımız var? Maalesef, teoriden ileriye pek gidilemiyor. Zekat fıkhını güncelleme konusunda gösterilen gayretin, zekat toplama konusunda gösterilen gayret kadar olamadığını görüyoruz.
Bu mülahazadan sonra belirtmek isterim ki, fıkhî hükümlerdeki "güncellemeler" olabildiğince objektif değerlendirmelerden yola çıkarak yapılmalı ve sistemli bir teoriye dayanmalı. Parçacı yaklaşımlar, bir yanı yaparken diğer yanı yıkıyor.
Örneğin büyük bir holding patronunun lüks yaşamına bakarak ticari borçları zekattan muaf tutmayalım demeden önce, işleri iyi gitmeyen ve piyasaya yüzbinlerce lira borçlanarak kepenk kapatan ve yanındaki işçileriyle birlikte işsiz kalan bir esnafı da gözetmek gerekir. İflas etmiş bu kişinin borç dağlarını görmeyip sadece kenarda duran nisap miktarı malını görmek ve onu zekat vermeye mecbur etmek de vicdanları sızlatmaz mı? Bu kişi yanında para biriktirmese, borçlarını nasıl ödeyecek ve evine ekmek götürmek için yeniden nasıl iş kuracak?
Yine, günümüzde borçlar yüzünden gerçekleşen icraların ve hacizlerin ne kadar merhametli (!) olduğunu bilmeyen mi var? Güya taksitlendirilerek uzun yıllarda ödenecek bir borcun bile taksitlerini iki veya üç kez üst üste aksatınca tüm borç peşin haline geliyor ve kişi borçla aldığı evini, arabasını ya da işyerini haciz yoluyla kaybetme tehlikesi yaşıyor. Borcu yüzünden intiharı düşünenin halini kim anlayacak?
Biliyoruz ki, Allah (cc) Kur'an'da borçluyu, zekat alacak kişiler arasında sayıyor, zekat verecekler arasında saymıyor.
Bu konuda Hanefi gelenekte de yerleşmiş bir ictihad var: Kişi, üzerindeki tüm kul hakkı borçları için para ayırdıktan sonra geriye parası kalırsa, bu kalandan zekat vermesi gerekiyor. Aksi halde borçlu kişi, zekat vermiyor. Kanaatimce, bugün de bu ictihad geçerli olmalı. Vadesi ne olursa olsun, borcu için para ayırdığında geride nisap miktarı malı kalmayan kişi, zengin değildir. Zira onun geleceği, borç kıskacı altında olacaktır.
Mesela, müşterilerinden birkaç milyon TL ön ödeme alıp onlara bir-iki sene sonra, bir bina teslim etmeyi taahhüt eden bir müteahhidi veya bir bilgisayar yazılımı teslim etmeyi taahhüt eden bir yazılım firmasını düşünelim. Görünüşte elinde çok para vardır. Ancak paranın çoğunu, ileride teslim etmeyi taahhüt ettiği o binayı yapmak için veya o yazılımı hazırlamak için harcayacaktır. Yani aslında elinde olan paranın hepsi kendisinin değildir. Başkasına borcu vardır. Bu kişi borcu için harcayacağını kenara ayırır ve sadece geride kalan kendi parasının zekatını verir. Aksi halde kendine ait olmayan paranın zekatını vermiş olacaktır. Bir de ekonomik göstergeler iyi gitmezse taahhüt ettiğini yerine getirememe riski de vardır. İflas eden nice müteahhitler olmaktadır.
Bugün bazı sözde fetvacılar, herkes zekat versin diye o kadar ileri gidiyorlar ki, borçluya zekat verdirdikleri gibi, mesken olarak kullanılan evden de zekat verilmeli diyorlar. Kişinin oturduğu evden dolayı zekat vermesi gerektiğini söylersek bu hüküm toplumda kimlere zarar verir, hiç düşünülüyor mu? Dullar, yetimler gibi kesimlerin de bir kısmı eve sahip ama bir kısmının, nafakalarını temin edecek yeterli gelirleri yok. Hem böyle bir fetva, kullanılan eşyadan (evden, binekten...) zekat gerekmediğini bildiren hadis-i şeriflere de aykırı olmaz mı?
Ölçüyü düzgün belirlemezsek, zenginlere zekat verdireyim derken fakirleri de zekat vermeye mecbur etmiş oluruz.
Evet, zekat konusunda yeni fıkhî ölçüler geliştirmeliyiz. Ama bunlar birkaç münferit hadise ve duygusal tepki çerçevesine bağlı kalamaz. Tutarlı ve mümkün olduğunca nesnel bir sistem geliştirmek durumundayız.
Bu alanda biraz daha temkinli ama çok daha gayretli olmak elzemdir diye düşünüyorum.


Zekatımı ve fitremi başka şehirlere ya da başka ülkelere gönderebilir miyim?


Göndermek istersen gönderebilirsin. Ama önce biraz DUR! Gel beraber bir düşünelim.
Parayı hangi çevrede kazandıysan, zekatını ve sadakanı da orada dağıtman daha hakkaniyetli olmaz mı?
Çünkü burada iş yaptın, buradaki insanlarla alışveriş yaparak kazandın. İş arkadaşların, müşterilerin, işçin, işverenin... burada. Evinin yapımında, aracının bakımında, yolunun inşasında... buranın insanlarının katkısı var. Kazanırken istifade ettiğin tüm kamu hizmetleri, buradaki insanların vergileriyle sağlandı. Senin ve işyerinin güvenliğini sağlayan bu çevredir. İyi-kötü bugünlere gelmende bu çevre etkili oldu.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı bir ülkede yaşasaydın, belki de hiç kazanamayacaktın. Bu güvenli ortam, buradaki insanların yaşam biçimi ve sosyal ortamı sayesinde meydana geldi.
Mallarını biriktirirken buranın insanlarının gözü önünde biriktirdin. Göz hakkı diye bir şey varsa, işte o, tam da buraya yakışırdı.
Velhasıl, senin malında buranın insanının hakkı var. Akrabanın, komşunun, dostlarının, hemşehrilerinin, milletinin hakkı var. Buranın fakirlerinin hakkı var.
Başka yerlere de yardım gönder, lakin, iyi bir hesap yap da, dışarıya gönderdiğinin birkaç katını kendi çevrene dağıt. Böylesi daha iyi olmaz mı?


ZEKÂT FAKİRİN HAKKI, KURUMLARIN, KURSLARIN... DEĞİL

Şu sorulara bir bakalım:

  1. Okula zekat verilir mi?
  2. Üniversiteye zekat verilir mi? 
  3. Camiye zekat verilir mi?
  4. Çeşmeye zekat verilir mi?
  5. Su kuyusuna zekat verilir mi?
  6. Kur'an kursuna zekat verilir mi?
  7. Dershaneye zekat verilir mi?
  8. Gazeteye zekat verilir mi?
  9. Dergiye zekat verilir mi?
  10. Cemaatin TV'sine zekat verilebilir mi?
  11. ...?

İlk bakışta bu sorular normal ve sıradan gibi duruyor. 

Fakat iyi bakılırsa görülecektir ki, bu sorularda her şey var ama fakir yok, muhtaç yok. Kısacası "insan" yok.

Bütün bu soruların arkasında, maalesef, görünmeyen bir fikir var ki o da şu: Zekatı insana vermeyelim. Acaba biz nasıl ederiz de zekatı başka yerlere, adımızı yazdırabileceğimiz ve biraz reklam yapabileceğimiz yerlere verebiliriz, inşaata ve betona nasıl gömebiliriz, ya da bu zekatı kendi grubumuzun ve cemaatimizin çıkarları için nasıl kullanabiliriz (!)

Maalesef, bu heves, zekatın anlamını doğru kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Zekatın fakirin hakkı olduğu gerçeği bir türlü kabullenilmiyor. "Onların mallarında isteyen veya isteyemeyen fakir için belli bir hak vardır" ayeti ve benzeri ayetler hatırlanmıyor.

İşte ulemamız, bu tip bahanelerle zekat kavramının içi boşaltılmasın diye, zekat malının temlik edilmiş olmasını yani fakir olan gerçek kişilerin mülkiyetine geçirilmesini şart görmüşlerdir. Temlikin olduğu yerde insan vardır. İnsanın olmadığı yerde ise betona ve toprağa para gömmekle temlik gerçekleşmiş olmaz. Kamuya açık alana yapılan su kuyusu hiç bir fakirin mülkiyetine geçmiyor. Cami ve okul, hiçbir fakirin malı haline gelmiyor. Böyle işlerde zekat malı, fakire temlik edilmiş olmuyor.

Para belli bir fakire teslim edilmedikçe, Kur'an kursunun binasına harcamakla veya kursta yemek çıkarmakla da temlik olmaz. O kurslarda fakirler haricinde kimlere ve hangi zenginlere ne gibi yemekler yedirildiği konusunu şimdilik bir tarafa bırakalım, velev ki kursta yemek yiyenlerin hepsi fakir olsun, bir fakirin önüne yemek tabağı koymakla da temlik gerçekleşmiş olmaz. Bu hareket, ister ye ister yeme, demektir. Tabak benim, yemezsen geri alırım, çöpe dökebilirim, demektir. Nitekim bu tür kurs ve yurtlarda genellikle öğrencinin, yemekhane dışına yemek çıkarması bile yasaktır. Burada temlik yok, ibâha vardır. Temlikte ise, malı tamamen fakire teslim edersin,  sonra da artık ona hiç karışmazsın. Fakir onu nasıl kullanırsa kullanır. Teslim ettiğin andan itibaren o malda senin yetkin biter.

Ayrıca hem öğrencilerden, en azından kısmi olarak kurs aidatı almak ve o aidat karşılığında öğrenciye yemek çıkarmak zorunda olmak hem de o yemeği zekata saymak da olacak iş değil. Karşılığında bir şey almışsan, verdiğin şeyi zekata sayamazsın.

Bu nedenle işçi çalıştıran bir patron, verdiği maaşı zekata sayamaz. Çünkü o maaş karşılığında işçinin emeğini satın almıştır. Zekat, karşılıksız verilir. Karşılığında bir para veya bir hizmet alıyorsan, verdiğin şey, zekat değildir. O malın veya hizmetin bedelidir. 

Kurslarda veya adında İslam kelimesi bulunan bir eğitim kurumunda, ders veren hocaların ders ücretleri zekat parasından ödenemez. Çünkü o hocalarla yapılan sözleşme gereği zaten maaş verilmesi gerekir. Çalıştırma karşılığında verilen para zekat değil maaş olur. Zekat karşılığında kimse çalıştırılamaz.

Peki efendim, eski alimlerden hiç yok mu, yukarıdaki yerlere fi sebilillâh kapsamında zekat verilebilir, diyen? Olabilir. Ancak bu tür görüşler gelenekte hakim olmamış, yaygınlaşmamış, bunların istismara açık olduğu daha o günlerde anlaşılmıştır. Fakat ne zaman ki geleneğimizin yüzyıllar içinde kazandığı birikim ve tecrübe hor görülmüş ve terkedilmiştir, işte o boşluktan din istismarcısı örgütler yararlanmıştır. Bunlar, aman zekat malı fakire gitmesin de bize gelsin, diye bütün köşe başlarını tutmuşlar ve zekat malıyla kendi gruplarını güçlendirip zekat mallarını müslümanlar aleyhine hain projelerde kullanmışlardır.

Bırakalım zekatlar fakirlere gitsin, muhtaçlara gitsin.

Köşe başlarını tutanlara ve fakirlere giden yolları kesenlere prim vermeyelim.

Zekat, fakir ile zengini buluşturur. Gönül köprüleri kurar. Gönlün halini yine bir gönül anlar. İnşaatlar ve betonlar insanların halini anlayamaz.

Bir de şu var, müslümanın yapması gereken hayırlar sadece zekattan mı ibarettir ki, her şeyi zekata saymaya çalışıyoruz. Neden ecdadı örnek alıp da zekat dışında da hayırlar yapmaya, yeni bir vakıf medeniyeti kurmaya çalışmıyoruz? Ecdad bir çok hayrı vakıf müessesleriyle gerçekleştirdi. Vakıf malları içinde ise zekat malı yoktur.

Zekat, müslümanın vermesi gereken en asgari sadaka miktarıdır. Zekat vermeye alışan müslüman olgunlaşır, cömertliği artar ve daha sonra gönüllü olarak zekat dışında da daha nice hayırlar yapar. İşte biz o ilave hayırları yapmaya da talip olalım.





YARDIM KURULUŞLARI FIKHI'NI HANGİ BABAYİĞİT YAZACAK?

 Zekat, sadaka, akika, adak, su kuyusu, burs ve benzeri alanlarda organizasyonlar yapan vakıfların ve yardım kuruluşlarının işlemleriyle ilgili açıklığa kavuşmayı bekleyen birçok dinî mesele var. Bunların sadece kurbanla ilgili olanlarından bir kısmına bu yazıda dikkat çekmek istiyorum.

Bazı özensizlikler bu kurban bayramında da değişmedi.

Hâlâ kurban organizasyonlarında niyetin yeterli olduğunu söyleyip duran ve hiçbir vekalet sözleşmesi yapmayanlar, vekaletin kapsamını netleştirmeyenler var. Bu işin adı vekaletle kurbansa, vekalet akdinde sarahaten veya delaleten icap ve kabul olmalı. Vekaletin kapsamı net olmalı. Sırf niyet değil tarafların beyanları olmalı.

Kurban organizasyonunda merkez kavram vekaletse, bu bir akittir. Tıpkı avukata verilen vekalet gibi. Miras paylaşımındaki vekalet gibi. Bunun şartı şurtu olur. Çerçevesi çizilmiş olur. Daha önce bu konuda "Kurban Organizasyonlarında Şeffaf Sözleşme" başlıklı bir yazı yazmış ve blog sayfama koymuştum.

Bazılarıysa vekalet kavramından söz etmeden sadece "bağış"tan bahsediyorlar ki, kurban organizasyonları kapsamında birbirinden ayrı birçok iş ve işlemin gerçekleştiği düşünüldüğünde bağış kavramı çok naif kalıyor ve anlaşılmaz hale geliyor.

Ayrıca bazı vakıflar "biz sizin adınıza kurban satın alıp kesmiyoruz, kendi malımızı size satıyor ve bunu kurban olarak kesiyoruz" diyorlarmış ki, o takdirde kurban organizasyonu sırf bir vekalet olmaktan çıkıyor ve bir alım-satım akdine / ticarete dönüşüyor. Zincir marketlerin kurban organizasyonlarında gündeme gelen dinî meseleler ise başka bir yazının konusu.

Sahi kurban organizasyonlarında asıl olan nedir?

Vekalet akdi mi? Alım-satım (bey') akdi mi? Hizmet (icare) akdi mi? Hibe (bağış) mi?

Bu konunun fıkhi çerçevesini ortaya koyan ilmî bir çalışma ya da resmi bir metin gören varsa haber vermesinden memnun olurum.

Daha da garip olan şudur: bazı vakıfların bağlı olduğu bir cemaatin ilmihal kitabında, vakfa yapılan bağışlar vakıf reisinin mülkü olur, deniyor ki, artık burası din istismarının dip yaptığı noktadır.

Demek ki vakıfların ve yardım kuruluşlarının icraatlarıyla ilgili yıllardan beri hâlâ bir teâmül/örf oluşmamış.

Böylesine kafa karışıklığının olduğu bir zeminde, bir an önce "yardım kuruluşları fıkhı" diye veya buna benzer bir başlıkla bir fıkıh oluşturulamazsa, girişilecek her işte birtakım soru işaretleri bulunmaya devam edecektir.

Velhasıl,

- Kimisi kurban organizasyonuna "bağış" ismini veriyor

- Kimisi "vekaletle kurban" diyor.

- Kimisi kurban organizasyonunun şartlı bağış kapsamında olduğunu söylüyor.

- Kimisi, biz sizin adınıza kurban satın almıyoruz, kendi malımızı size satıyoruz, diyor.

- Kimisi "dernek alındı makbuzu"yla kurban topluyor

- Kimisi, vakfa bağışlananlar vakıf reisinin mülkü olur, diyor.

- Kimisi "kesimsiz kurban" diye bir kavram icat etmiş.

- Kimisi, kurban etlerini satıyor, bunun ticaretini yapıyor.

- Kimisi, kesmeye söz verdiği kurbanları kesmiyor.

- Kimisi 2009 yılında başlayan kurban yolsuzluğu operasyonunda soruşturma geçirmiş ve hatta ceza almış.

- Kimisi teberrük kurbanı, ihtiyat kurbanı ve temsil kurbanı gibi kavramlar icat etmiş.

- Kimisi kurban etlerini, gittiği ülkelerdeki devlet erkanına ve zenginlere de yediriyor. Halbuki kampanya afişlerinde, açlık çeken insanların fotoğraflarını kullanmış ve muhtaçlara vereceğiz diye kurban parası toplamıştı.

-Kimisi kurbandan artan paraları genel mülkü gibi görüp kendi cemaatinin diğer kuruluşlarına, tv'sine aktarıyor.

...

- Ve neredeyse hiçbiri, kurban için para yatıranlarla, yukarıdaki konulara ilişkin bir sözleşme imzalamamış ve net bir sözleşme metnine sahip değil.

Öyleyse kurban organizasyonlarıyla ilgili bir örf oluştuğunu ve vatandaşın vekalet vermesine bile gerek olmadığını, vekalet verse bile umumi vekaletin yeterli olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Tarafların kendilerinin bile tam olarak kavrayamadıkları bu tür işlerin daha şeffaf hale getirilmesi ve bir an önce fıkhının yazılması gerekmiyor mu?

ADAK ve AKİKA KURBANI ÜZERİNDEN DİN İSTİSMARI

Bugünlerde bazıları, “dilekleri gerçekleştirmenin tesirli yolu adaktır, gelin adak kurbanı kestirin” ve “bizim vakfa verin” şeklinde, bazıları da "belalardan kurtulmak istiyorsanız, gelin akika kurbanı kestirin” “bu kurbanı da bize verin,"  şeklinde propagandalar yaparak milletten para topluyorlarmış. Bir de sadece çocuklar için değil yaşı ilerlemiş kişiler için de akika kurbanı kesilmesi gerektiğini söyleyerek, eskiden senin için akika kurbanı kesilmediyse şimdi kestir, belalardan kurtul, diyorlarmış.

Bu kimselerin, içinden geçtiğimiz şu salgın hastalık sürecinde insanların korkularını kullandıkları, bundan kendi vakıflarına/gruplarına menfaat devşirmeye çalıştıkları ve dini istismar ettikleri besbellidir.

Dinimizde adak, asla tavsiye veya teşvik edilmiş bir iş değildir. Peygamberimiz (s.a.s) hayatında hiç adak adamamıştır ve insanları da adak adamaya yönlendirmemiştir. Dinimizin tavsiye ve emrettiği ibadetler bellidir; beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat, sadaka, kurban bayramında kesilen udhiyye kurbanı, hac, umre, dua, zikir… bunlardandır. Adak ise insanın kendi başına açtığı bir sorumluluktur. Dinimiz, madem ki ağzından böyle bir adak sözü kaçırdın, öyleyse artık o sözünde dur ve adağını yerine getir, der. Yoksa ilk başta kimseye, adak adayın, diye tavsiye etmez.

Bazılarının, Müslümanlıkta dilekleri gerçekleştirmenin etkili yolu adaktır, demeleri dine de iftiradır Peygambere de iftiradır. Peygamberimiz (s.a.s), bir isteği olanın Allah Teâlâ’ya dua  etmesini, hayırlı işlere ağırlık vermesini tavsiye etmiştir ama adak adamayı tavsiye etmemiştir. Hele bir de adak adayınca dileğinin  gerçekleşeceğini ve kaderinin değişeceğini zannedenlere karşı “adak kaderi değiştirmez ama adak nedeniyle cimrinin malı eksilmiş olur” buyurarak adak adayanları ima yoluyla kınamıştır. Böyle kimselerin aslında iyilik yapma niyetinde olmayan sadece kendi dileklerinin yerine gelmesi karşılığında çıkar için iyilik yapan, pazarlıkçı cimriler olduğuna işaret etmiştir. Buna rağmen sırf kendi dinî gruplarına maddi destek sağlayabilmek için, adakla ilgili olmadık iddialarda bulunanların, dinin hükümlerini çarpıtıp istismar ettikleri aşikardır.

İşin ilginç tarafı, ülkemizdeki bu istismarcı grupların öteden beri mezhepçilik yapıyor oluşu ve güya Ebu Hanife’ye tabi olduklarını her fırsatta dile getirmeleri. Halbuki örneğin, İmam Azam Ebu Hanife’ye göre, dinimizde çocuğun doğmasından dolayı akika kurbanı kesmek diye bir “ibadet” yoktur. Bu, sünnet değil mubah bir iştir. İslam’ın kurbanı, kurban bayramında kesilenlerdir. Kurban bayramındaki kurbanlar meşru kılındıktan sonra, diğer zamanlarda kesilen kurbanlar kaldırılmıştır.

Akika kurbanının ibadet olduğunu söyleyen alimler ve diğer mezhepler de, akikanın sünnet olduğunu söylerler. Yani, kesmezsen başına bela gelir, demezler. Kesen sevabını alır, kesmeyene günah olmaz, derler. Çünkü sünnet sayılmasının anlamı budur. Sünnet, farz ve vacip derecesinden aşağıdadır. Yine o mezheplere göre, akika kurbanı çocuklar için bir şükür olsun diye, ana-babaları veya velileri tarafından kesilir. Çocukluk dönemini geçmiş büyükler için akika kesilmez.

Akika konusunda nakledilen rivayetlerin birçoğunun zayıf veya başka rivayetlerle çelişik olması, diğer mezhepleri de bu konuda temkinli olmaya sevk etmiştir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s), peygamberlikten sonra kendisi için de akika kurbanı kestiği şeklindeki rivayetle, erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir kurban kesilir, şeklindeki rivayeti amel etmeye uygun bulmamışlardır. Onlara göre akika sadece büluğ çağına gelmemiş çocuk için kesilir ve kız olsun erkek olsun her çocuk için bir kurban yeterlidir. Hatta o mezheplerden bazı alimlere göre, bir kimse kurban bayramında kurban kesiyorsa bu kurban, akika yerine de geçer, kişi ayrıca akika kurbanı kesmez.

Kaldı ki, başta belirttiğimiz gibi, Ebu Hanife’ye göre akika, sünnet dahi değildir. Bugün kendilerini Ebu Hanifeci ve İmamı Azamcı olarak pazarlayan ve sevmedikleri kişileri mezhepsizlikle suçlayanların, neden akika konusunda başka mezheplere sarıldıkları ve hatta o mezheplerde bile kabul görmeyen hükümlere tutundukları düşünülmeye değer. Belli ki, kendi gruplarına ve paralel yapılarına destek sağlamak söz konusu olduğunda, adak ve akika gibi paralı işleri bir fırsat olarak görüyorlar, bir anda mezheplerini de dinlerini de unutuyorlar.

Yine bunlardan bir kesimin, daha önceleri yaz mevsiminde Avrupa'da yatsı namazlarını kılmadıkları biliniyor. Bu mevsimde Avrupa'nın bazı ülkelerinde yatsı namazının vaktinin oluşmadığını, bu sebeple bu namazın kılınmayacağını söylüyorlardı. Ne zaman ki, ramazan ayı yaza denk geldi, bunlar yatsı namazını kılmaya başladılar. Çünkü eskiden beri, ramazan ayında teravih namazlarından sonra kendilerine bağlı mescitlerde para topladıkları söyleniyor. Şayet yaz aylarında yatsı namazını ve dolayısıyla teravihi kılmasalar, para toplayamayacaklardı. Bunu fark edince, bir anda eski tavırlarını değiştirdiler ve artık yaz mevsiminde de Avrupa'da yatsı namazını kılmaya başladılar. Allah kabul etsin (!)

Daha önce bu milletin dinini, zekatını, kurbanını istismar eden, peygamber kurbanı gibi asılsız işler üreten ve halktan topladıkları himmetlerle dünyayı ifsat etmeye çalışanlar vardı. Anlaşılan bunların huyu başkalarına da sirayet etmiş.
Maalesef, son yıllarda ülkemiz din istismarcılarından çok çekti. Aman dikkat! Herkes, kiminle birlikte çalıştığına iyi baksın.
16.04.2020
Bilal ESEN







YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?

Öncelikle şunu biliyoruz ki, Müslümanların yapabileceği hayırlar, zekat, fitre veya oruç fidyesinden ibaret değildir. Bunların dışında da hayırlı işlere maddi ve manevi destek sağlamak sevaptır.
Zekat ise dinen fakir sayılan kişilerin kendilerine verilir, kurumsal ihtiyaçlara harcanamaz.
Bu sebeple herhangi bir yardım kampanyası, sadece fakirlere yönelik düzenlenmemişse veya fakirlerin tespitinde dinî kriterler esas alınmamışsa ya da yardımlar bizzat fakirlerin eline geçmeyecekse, bu yolla zekat ve fitre ödenemez.
Ancak zekat için ayrı bir hesap bulunuyorsa ve burada toplanan paralar dinen fakir sayılan kimselere ulaştırılacaksa, böyle bir kampanyada çalışanlar da hem dinî sorumluluk bakımından hem de para işlerini yürütme bakımından kendilerine güvenilir kimseler ise, söz konusu zekat hesabına para yatırıp vekalet yoluyla zekat ve fitre ödenebilir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.
01.04.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?



ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

Bazı vakıflar/kişiler/kuruluşlar, çalışanlarının maaşını ödeyemez hale gelince, ey müslümanlar zekatlarınızı bize verin de, maaşları ödeyelim, diyerek bir proje başlatmışlar. Çünkü kendilerini Allah yolunda (fi sebilillâh) mücadele veren kişiler ya da ilim talebeleri olarak görüyorlarmış.
Biz şimdilik, fi sebilillâh meselesini, ilim talebeleri meselesini ve ayrıca sözkonusu kuruluşlarda/vakıflarda çalışanların hepsinin fakir olup olmadığı gibi meseleleri bir tarafa bırakalım da şu noktaya dikkat çekelim.

Fakirlere zekat veren kişiler, bunu bir karşılık beklemeden verirler. Bir işte çalışarak oradan ücret/maaş almayı hak eden bir kimseye verilen maaşlar, zekat yerine geçmez. Bir patron/işveren, hem fakiri bir ay çalıştırır hem de ona vereceği maaşı zekat yerine saymaya kalkışırsa bu olmaz. Zekatı ayrıca vermelidir.
Zekat karşılığında fakire bir iş yaptırılamaz.
Bir kişi fakir ise, kendi patronu/işvereni dışında başka insanlar ona zekat verebilir ama bu şekilde verilen zekatlar da onun çalışmasına karşılık sayılamaz. Zekat, meccanen ve karşılıksız verilir. (Bu noktada sadece zekat toplama memuru olarak devlet tarafından ataması yapılan kişilerin/âmillerin farklı bir durumu vardır ve o meseleyi de başka bir yazıda ele almak gerekir.)

Evet, söz konusu projeler hakkında şimdilik bu kadarla yetinmiş olayım. Aslında bu konuda dinî bakımdan değerlendirilmesi gereken bir çok husus var.
Zekat, öyle herkesin kendi kafasına göre toplayıp keyfince dağıtabileceği bir şey değil. En başta bir ibadet, gelişigüzel yapılır mı?
Ama maalesef bazı müslümanlar çok acele ediyorlar ve uluorta işlere girişiyorlar.
Keşke işlerini dine uydurmak için ve ibadetleri düzgün yerine getirmek için daha hassas olsalardı.
Maalesef, mesele para toplamak olunca bazılarının başı dönüyor. Gözlerinin önünü bile göremez oluyorlar.
31.03.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
KURBAN ORGANİZASYONLARINDA ŞEFFAF SÖZLEŞME




DEVLETE BAĞLI ZEKAT KURUMU KURULSUN MU?

Bugünlerde bazıları, devlet bir zekat kurumu kursun, diye propagandaya başlamışlar
Bana sorarsanız, o işler öyle basit değil.
Ama madem böyle bir teklifte bulunuyorlar. Öyleyse beni şu konuda aydınlatsınlar:
Cihana hükmeden Osmanlı devleti, zekat topluyor muydu? Zekat toplamak için kurduğu kurumun adı neydi? Zekatları kimlere toplatırdı? Nasıl toplardı? Kimlere dağıtırdı? Nasıl dağıtırdı?
Öşür diye topladığı, fıkıhtaki öşür müydü? ...
Atmasyon yok!
Buyursunlar, cevap versinler.

31.03.2020
Bilal ESEN

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihal'inde "âmil" tanımı şöyle:

Şu tarife göre, zekat memuru (âmil), devletin atadığı kimsedir. Âmil kavramının tariflerinde, imâm, ülü'l-emr veya veliyyü'-l emr gibi ifadeler mutlaka yer alır. Bu, fıkıhta genel bir kabüldür. Devlet tarafından atama olmadıkça herhangi bir sivil kişi veya kuruluşun kendi kendini zekat memuru (âmil) olarak ilan etmesi geçerli değildir. Kendi teşebbüsleriyle insanlardan zekat toplayıp fakirlere dağıtan kişi veya kuruluşlar, amilin sınıfından değildir. Dolayısıyla zekat paralarından herhangi bir pay almaya hakları yoktur. Kendi dernek ve vakıflarına zekattan para ayıramazlar. Zekat dağıtırken yaptıkları masrafları da zekat parasından kesinti yaparak karşılayamazlar.
Zekat memuru ancak müslüman devlet başkanı tarafından, zekat toplamakla görevlendirilen/atanan kimsedir. Başka bir deyişle, amil olarak atanma işi, şahısların yetkisinde değil şer'î devletin yetkisindedir.
Bugün zekat toplayan sivil vakıflar ve dernekler, sadece birer aracıdırlar, vekildirler. Ve vekalet sözleşmesine bağlı olarak, topladıkları paraları eksiksiz bir şekilde ve bekletmeksizin yerlerine ulaştırmakla mükelleftirler. Bundan başka tasarruf yetkileri yoktur. Eğer yaptıkları işin masrafı varsa bunu zekat paralarından değil ayrıca talep edecekleri vekalet ve hizmet bedeliyle karşılayabilirler.
Şayet yardım paraları üzerinde başka bir tasarrufta bulunmak istiyorlarsa, kendilerini vekil tayin edenlerin yani para veren kişilerin iznini almak zorundadırlar. Ve bütün bu hususları da açık ve şeffaf bir sözleşme ile kayıt altına almaları, bağışçıların bilgisi dışında hiçbir iş ve işlem yapmamaları gerekir.
Ülkemizde kendi başına kurulmuş yüzlerce hatta binlerce vakıf ve dernek bulunmaktadır ve çoğu da zekat toplamaktadır. Bunların her birinin kendini zekat memuru ilan ederek topladığı paralardan kesinti yaptığı düşünülecek olsa, zekat paraları sırf bunları doyurmaya gider. Ve fakirlere ulaştırılacak paranın birçoğu, dernekler ve vakıflarda kalmış olur.
Sonuç olarak, zekat görevlilerinin kendi geçimleri kadar bir miktarı zekat mallarından karşılamaları, ancak devlet tarafından zekat görevlisi olarak görevlendirilmelerine/atanmalarına bağlıdır.
Zekat toplamalarına devletçe izin verilmiş olması yetmez, görevlendirilmiş olmaları gerekir. Aksi halde zekat memuru (âmil) sayılmazlar.
Zekat toplayıp dağitan kuruluşların, masraflarıni nasıl karşıladıklarına dair bir örnek için aşağıda linki bulunan "Zekattan Kesinti (?) başlıklı yazıya bakılablir.
Bilal Esen
31.05.2019

Benzer Yazılar:


KİMSE SENİN İBADETİNİ SENDEN DAHA İYİ DÜŞÜNMEZ, DÜŞÜNMÜYOR

Şu mübarek günlerde dostlarıma tavsiyem, zekatlarımızı ve fitrelerimizi vereceğimiz fakirleri kendimiz bulalım, kendi ibadetimizi kendimiz yapalım. Hiçkimse bizim ibadetimizi bizden daha iyi düşünmüyor.
Birçok kişi ve kuruluş yardım kampanyası düzenliyor ama yardım toplamada temel amaç, biz şu kadar para topladık, diye övünmek, böbürlenmek sanki. Meselenin dinî boyutuna pek aldıran yok.
Bugüne kadar benim gördüklerim ve yaşadığım tecrübeler bu konuda dostlarımı uyarmamı gerektiriyor. Gayret-i diniyem bana bunu söylettiriyor.
Zekat ve fitreyi hatta kurban ibadetini başkalarının insafına bırakmak, ancak son seçenek olabilir. İleride üzülmemek için bu konuda çok tedbirli olmamız gerekiyor.
İşlerini usulüne uygun yapmayan ve yardım işlerinde titiz olmayan müslümanları da uyarmamız hatta üzmemiz gerekiyor. Çünkü birçoğu başka laftan anlamıyorlar.
Dost acı söyler, derler. İşlerin düzelmesi için neden illaki acı konuşmamızı bekliyorlar, anlamıyorum.
Maalesef zamanımız müslümanları, parayla ve malla imtihanlarında hiç başarılı değiller.

Bilal ESEN

ZEKAT, İMANA ŞAHİTLİK EDEN BİR BURHANDIR


Allah Rasûlünün (sav) çok güzel bir benzetmesi vardır. Onun bir hadis-i şerifinde namazın nur, zekâtın burhân, sabrın da ışık/ziyâ olduğu belirtilmektedir:


 أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: «إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ شَطْرُ الْإِيمَانِ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ تَمْلَأُ الْمِيزَانَ، وَالتَّسْبِيحُ وَالتَّكْبِيرُ يَمْلَأُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ، وَالصَّلَاةُ نُورٌ، وَالزَّكَاةُ بُرْهَانٌ، وَالصَّبْرُ ضِيَاءٌ، وَالْقُرْآنُ حُجَّةٌ لَكَ أَوْ عَلَيْكَ» ( Nesâî, “Zekât”, 1)

Bunu, İslam’ın beş esas üzere kurulduğunu ifade eden bir başka hadis-i şerifle birlikte de değerlendirdiğimizde, zekâtın İslam’ın şiarlarından olduğunda şüphe kalmamaktadır. Zekât, dünya hayatında müminin imanında sadık olduğuna, arınma arzusu içinde bulunduğuna şahitlik eden bir delildir/burhândır. Ahirette ise ecir kazanması için bir delil/burhân olacaktır.

Kur’an’ı kerimde inananların zekât vermeleri ısrarla istenirken hangi maldan ne ölçüde verilmesi gerektiğine ilişkin detaylı açıklama yapılmayıp bu yetki, Allah Rasûlüne bırakılmıştır. O da bizlere, hem genel ilkeleri aktarmış hem de kendi coğrafyasında o gün mevcut bulunan; arazi ürünlerinden, altın ve gümüşten, hayvanlardan vb. mallardan nasıl zekât verileceğini öğretmiştir.

Tarihi süreçte ve değişik coğrafyalarda, insanların sahip olduğu mallarda farklılıklar ortaya çıkmış, malların birbirine karşı kıymetlerindeki oranlar değişmiş ve bazı yeni mal türleri ortaya çıkmıştır. İslam alimleri bu yeni durumlar karşısında ana kaynakların rehberliğinde ictihadî çözümler meydana getirmişlerdir. Bugün, fıkıh ilmini ilgilendiren yeni gelişmeler karşısında nasıl davranılacağına ilişkin bize örneklik edecek 14 asırlık bir Müslüman geleneği bulunduğu gibi ayrıca bu gelenekte oluşmuş çeşitli yorumlama biçimleri ve fıkhî metotlar da mevcuttur.

Günümüzde bizler, bir yandan dinimizin ana kaynaklarına, ana kaynakların sahih bilgisine bağlı kalırken, diğer yandan bu büyük tarihî birikimden yararlanarak ve günceli iyi okuyarak toplumsal değişimlere karşı çözüm üretmek zorundayız. Ne dinimizin ana kaynaklarının doğru bilgisinden vazgeçebiliriz ne de toplumun bizden beklediklerine sırtımızı dönebiliriz. İlim alanında topluma önderlik edenler, gelenekle irtibatımızı soğutmadan ve fakat hayatın var olan gelişme seyrini de sekteye uğratmadan önlemler almak durumundadırlar.

Bütün bunları gerçekleştirirken, dinî delilleri bağlamından kopararak İslam’ı lafızcı ve kısır anlayışlara mahkum etmeye çalışan ucuz, kolay ve aceleci yöntemleri tercih etme lüksümüz bulunmamaktadır. Çözümü önemsemek yerine, aynı konuda çaba sarf eden diğer bilim insanlarını yıpratmaya çalışarak “ilk defa bunu ben keşfettim” edasıyla kendi enâniyetini kutsamaya çalışan ve kendini hakikatin yegane temsilcisi olarak konumlandıran bir yaklaşımda da bulunamayız. Toplumda dinî vazifeleri ifa eden bir görevli olmanın veya ilmî çalışmalar yapan bir akademisyen olmanın, bize bir ayrıcalık ve dokunulmazlık mı verdiği yoksa ağır bir İslamî sorumluluk mu yüklediği sorgulaması, sürekli olmalıdır.

İslam’ın ilkelerini çağımızda geçerli ve kabul edilebilir kılmak adına, çözümlerimiz mutlaka metodolojik alt yapıya, sistematik düşünce ve derinlemesine tahlillere dayanmak mecburiyetindedir. Basit zannedilen bir meselenin bile birçok ilim dalını ilgilendirdiği, ilk bakışta fark edilmeyen geniş boyutlara sahip olduğu günümüzde, ortak çalışmaların ve istişarelerin de önemi her zamankinden daha fazla hissedilmektedir.

Çağımızda para sistemi, malların kabz edilme biçimleri, mal üzerindeki mülkiyet ve ortaklık biçimleri eskiye nazaran değişikliğe uğramış; sanayi inkılâbını takip eden sosyal ve teknik gelişmelerden sonra atölyeler, fabrika ve işletmeler gibi yeni mallar ortaya çıkmıştır.

Bugün konutlar, dükkânlar, büyük binalar, toplantı salonları gibi gayrimenkuller ile; kara, hava ve deniz taşımacılığında kullanılan nakil araçları dünden farklı boyutlarda önemli gelir kaynakları ve yatırım araçları haline gelmiştir.

Değişen şartlar muvacehesinde bu yeni mali durumların tahlil edilmesi ve zekât gibi dinî mükellefiyetler açısından durumlarının ortaya konması, yeni ve derinlikli ilmî çalışmaları gerektirmektedir.

Zekât, onu güncel hayatla buluşturma ve sonraki nesillere aktarma uğrunda gayret gösterenler için de, inşallah, ahirette bir burhân ve şahit olacaktır. Rabbimden bunu temenni ediyorum.
 
Bilal ESEN