din istismarı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din istismarı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz (s.a.s) diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!

Nasları kendimize göre anlayıp uyguladığımızda hiç hata yapmaz mıyız? Nas varsa, biz hep haklı mıyız, hep doğru muyuz?
Burada unuttuğumuz bir şey var.  Anlayan ve uygulayan aciz ve kusurlu bir insandır. Daha önceki yazılarda “nas” kavramının nasıl anlaşılması gerektiği hususunda bazı bilgilere yer vermiştik. Şimdi ise bir hadis-i şerifi aktararak, meselenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışalım.

Peygamberimizin (s.a.s), savaşa gidecek bir ordunun veya küçük bir birliğin başına komutan tayin ettiği zaman, o komutana ve ordudaki Müslümanlara nasihatlerde bulunduğu ve Allah’tan (c.c.) korkmalarını tavsiye ettiği bilinmektedir.
O nasihatlerden biri şöyledir:

Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme! Kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap! Zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl etmenden ehvendir (zararı daha azdır). Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah’ın hükmünü vermeni isterlerse, sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver! Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin." (Müslim, “Cihâd”, 3. Ayrıca bkz. Tirmizi, “Siyer”, 48; “Diyet”, 14; Ebu Davud, “Cihad” 90)

Hadisteki “… sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver!” ifadesini duyunca, sanırım, bazıları hayal kırıklığına uğradılar. Ve korkarım ki Peygamberimizi bile Allah’ın hükmünü uygulamamaya teşvik etmekle ve nassa karşı gelmekle suçlayacaklar.

Tavsiyem odur ki, dinî söylemde bulunanlar, öncelikle nas nedir, ictihad ve re’y nedir, dinî hükümleri uygulamada insanın rolü ve sorumluluğu nedir, bu konularda sağlıklı bir düşünceye sahip olsunlar.

Kısacası, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, başka bir deyişle, nassı uygulamak iddiası tek başına bir meziyete sahip değildir. Dinî ilimlerin usul ve metodojisinden mahrum kalınırsa, tarihte Allah'ın hükmüyle hükmetme iddiasıyla ortaya çıkıp dünyayı zindana çevirenlerin hatalarına düşülmüş olur. Hariciler, Haşhaşiler, günümüzdeki din istismarcısı radikal örgütler... hep bu yanlıştan beslenmişlerdir.
Asıl meziyet ve maharet, bir beşer olan insanı Allah yerine koymadan, dinî ilkeleri hayata tatbik edebilme noktasında mütevazı bir duruşa sahip olabilmek, kusurlu ve aciz bir varlık olduğumuzu idrak edebilmektir. Aynen yukarıdaki hadiste ifade edildiği gibi.

Benzer yazılar:



YARDIM KURULUŞLARI FIKHI'NI HANGİ BABAYİĞİT YAZACAK?

 Zekat, sadaka, akika, adak, su kuyusu, burs ve benzeri alanlarda organizasyonlar yapan vakıfların ve yardım kuruluşlarının işlemleriyle ilgili açıklığa kavuşmayı bekleyen birçok dinî mesele var. Bunların sadece kurbanla ilgili olanlarından bir kısmına bu yazıda dikkat çekmek istiyorum.

Bazı özensizlikler bu kurban bayramında da değişmedi.

Hâlâ kurban organizasyonlarında niyetin yeterli olduğunu söyleyip duran ve hiçbir vekalet sözleşmesi yapmayanlar, vekaletin kapsamını netleştirmeyenler var. Bu işin adı vekaletle kurbansa, vekalet akdinde sarahaten veya delaleten icap ve kabul olmalı. Vekaletin kapsamı net olmalı. Sırf niyet değil tarafların beyanları olmalı.

Kurban organizasyonunda merkez kavram vekaletse, bu bir akittir. Tıpkı avukata verilen vekalet gibi. Miras paylaşımındaki vekalet gibi. Bunun şartı şurtu olur. Çerçevesi çizilmiş olur. Daha önce bu konuda "Kurban Organizasyonlarında Şeffaf Sözleşme" başlıklı bir yazı yazmış ve blog sayfama koymuştum.

Bazılarıysa vekalet kavramından söz etmeden sadece "bağış"tan bahsediyorlar ki, kurban organizasyonları kapsamında birbirinden ayrı birçok iş ve işlemin gerçekleştiği düşünüldüğünde bağış kavramı çok naif kalıyor ve anlaşılmaz hale geliyor.

Ayrıca bazı vakıflar "biz sizin adınıza kurban satın alıp kesmiyoruz, kendi malımızı size satıyor ve bunu kurban olarak kesiyoruz" diyorlarmış ki, o takdirde kurban organizasyonu sırf bir vekalet olmaktan çıkıyor ve bir alım-satım akdine / ticarete dönüşüyor. Zincir marketlerin kurban organizasyonlarında gündeme gelen dinî meseleler ise başka bir yazının konusu.

Sahi kurban organizasyonlarında asıl olan nedir?

Vekalet akdi mi? Alım-satım (bey') akdi mi? Hizmet (icare) akdi mi? Hibe (bağış) mi?

Bu konunun fıkhi çerçevesini ortaya koyan ilmî bir çalışma ya da resmi bir metin gören varsa haber vermesinden memnun olurum.

Daha da garip olan şudur: bazı vakıfların bağlı olduğu bir cemaatin ilmihal kitabında, vakfa yapılan bağışlar vakıf reisinin mülkü olur, deniyor ki, artık burası din istismarının dip yaptığı noktadır.

Demek ki vakıfların ve yardım kuruluşlarının icraatlarıyla ilgili yıllardan beri hâlâ bir teâmül/örf oluşmamış.

Böylesine kafa karışıklığının olduğu bir zeminde, bir an önce "yardım kuruluşları fıkhı" diye veya buna benzer bir başlıkla bir fıkıh oluşturulamazsa, girişilecek her işte birtakım soru işaretleri bulunmaya devam edecektir.

Velhasıl,

- Kimisi kurban organizasyonuna "bağış" ismini veriyor

- Kimisi "vekaletle kurban" diyor.

- Kimisi kurban organizasyonunun şartlı bağış kapsamında olduğunu söylüyor.

- Kimisi, biz sizin adınıza kurban satın almıyoruz, kendi malımızı size satıyoruz, diyor.

- Kimisi "dernek alındı makbuzu"yla kurban topluyor

- Kimisi, vakfa bağışlananlar vakıf reisinin mülkü olur, diyor.

- Kimisi "kesimsiz kurban" diye bir kavram icat etmiş.

- Kimisi, kurban etlerini satıyor, bunun ticaretini yapıyor.

- Kimisi, kesmeye söz verdiği kurbanları kesmiyor.

- Kimisi 2009 yılında başlayan kurban yolsuzluğu operasyonunda soruşturma geçirmiş ve hatta ceza almış.

- Kimisi teberrük kurbanı, ihtiyat kurbanı ve temsil kurbanı gibi kavramlar icat etmiş.

- Kimisi kurban etlerini, gittiği ülkelerdeki devlet erkanına ve zenginlere de yediriyor. Halbuki kampanya afişlerinde, açlık çeken insanların fotoğraflarını kullanmış ve muhtaçlara vereceğiz diye kurban parası toplamıştı.

-Kimisi kurbandan artan paraları genel mülkü gibi görüp kendi cemaatinin diğer kuruluşlarına, tv'sine aktarıyor.

...

- Ve neredeyse hiçbiri, kurban için para yatıranlarla, yukarıdaki konulara ilişkin bir sözleşme imzalamamış ve net bir sözleşme metnine sahip değil.

Öyleyse kurban organizasyonlarıyla ilgili bir örf oluştuğunu ve vatandaşın vekalet vermesine bile gerek olmadığını, vekalet verse bile umumi vekaletin yeterli olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Tarafların kendilerinin bile tam olarak kavrayamadıkları bu tür işlerin daha şeffaf hale getirilmesi ve bir an önce fıkhının yazılması gerekmiyor mu?

ADAK ve AKİKA KURBANI ÜZERİNDEN DİN İSTİSMARI

Bugünlerde bazıları, “dilekleri gerçekleştirmenin tesirli yolu adaktır, gelin adak kurbanı kestirin” ve “bizim vakfa verin” şeklinde, bazıları da "belalardan kurtulmak istiyorsanız, gelin akika kurbanı kestirin” “bu kurbanı da bize verin,"  şeklinde propagandalar yaparak milletten para topluyorlarmış. Bir de sadece çocuklar için değil yaşı ilerlemiş kişiler için de akika kurbanı kesilmesi gerektiğini söyleyerek, eskiden senin için akika kurbanı kesilmediyse şimdi kestir, belalardan kurtul, diyorlarmış.

Bu kimselerin, içinden geçtiğimiz şu salgın hastalık sürecinde insanların korkularını kullandıkları, bundan kendi vakıflarına/gruplarına menfaat devşirmeye çalıştıkları ve dini istismar ettikleri besbellidir.

Dinimizde adak, asla tavsiye veya teşvik edilmiş bir iş değildir. Peygamberimiz (s.a.s) hayatında hiç adak adamamıştır ve insanları da adak adamaya yönlendirmemiştir. Dinimizin tavsiye ve emrettiği ibadetler bellidir; beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat, sadaka, kurban bayramında kesilen udhiyye kurbanı, hac, umre, dua, zikir… bunlardandır. Adak ise insanın kendi başına açtığı bir sorumluluktur. Dinimiz, madem ki ağzından böyle bir adak sözü kaçırdın, öyleyse artık o sözünde dur ve adağını yerine getir, der. Yoksa ilk başta kimseye, adak adayın, diye tavsiye etmez.

Bazılarının, Müslümanlıkta dilekleri gerçekleştirmenin etkili yolu adaktır, demeleri dine de iftiradır Peygambere de iftiradır. Peygamberimiz (s.a.s), bir isteği olanın Allah Teâlâ’ya dua  etmesini, hayırlı işlere ağırlık vermesini tavsiye etmiştir ama adak adamayı tavsiye etmemiştir. Hele bir de adak adayınca dileğinin  gerçekleşeceğini ve kaderinin değişeceğini zannedenlere karşı “adak kaderi değiştirmez ama adak nedeniyle cimrinin malı eksilmiş olur” buyurarak adak adayanları ima yoluyla kınamıştır. Böyle kimselerin aslında iyilik yapma niyetinde olmayan sadece kendi dileklerinin yerine gelmesi karşılığında çıkar için iyilik yapan, pazarlıkçı cimriler olduğuna işaret etmiştir. Buna rağmen sırf kendi dinî gruplarına maddi destek sağlayabilmek için, adakla ilgili olmadık iddialarda bulunanların, dinin hükümlerini çarpıtıp istismar ettikleri aşikardır.

İşin ilginç tarafı, ülkemizdeki bu istismarcı grupların öteden beri mezhepçilik yapıyor oluşu ve güya Ebu Hanife’ye tabi olduklarını her fırsatta dile getirmeleri. Halbuki örneğin, İmam Azam Ebu Hanife’ye göre, dinimizde çocuğun doğmasından dolayı akika kurbanı kesmek diye bir “ibadet” yoktur. Bu, sünnet değil mubah bir iştir. İslam’ın kurbanı, kurban bayramında kesilenlerdir. Kurban bayramındaki kurbanlar meşru kılındıktan sonra, diğer zamanlarda kesilen kurbanlar kaldırılmıştır.

Akika kurbanının ibadet olduğunu söyleyen alimler ve diğer mezhepler de, akikanın sünnet olduğunu söylerler. Yani, kesmezsen başına bela gelir, demezler. Kesen sevabını alır, kesmeyene günah olmaz, derler. Çünkü sünnet sayılmasının anlamı budur. Sünnet, farz ve vacip derecesinden aşağıdadır. Yine o mezheplere göre, akika kurbanı çocuklar için bir şükür olsun diye, ana-babaları veya velileri tarafından kesilir. Çocukluk dönemini geçmiş büyükler için akika kesilmez.

Akika konusunda nakledilen rivayetlerin birçoğunun zayıf veya başka rivayetlerle çelişik olması, diğer mezhepleri de bu konuda temkinli olmaya sevk etmiştir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s), peygamberlikten sonra kendisi için de akika kurbanı kestiği şeklindeki rivayetle, erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir kurban kesilir, şeklindeki rivayeti amel etmeye uygun bulmamışlardır. Onlara göre akika sadece büluğ çağına gelmemiş çocuk için kesilir ve kız olsun erkek olsun her çocuk için bir kurban yeterlidir. Hatta o mezheplerden bazı alimlere göre, bir kimse kurban bayramında kurban kesiyorsa bu kurban, akika yerine de geçer, kişi ayrıca akika kurbanı kesmez.

Kaldı ki, başta belirttiğimiz gibi, Ebu Hanife’ye göre akika, sünnet dahi değildir. Bugün kendilerini Ebu Hanifeci ve İmamı Azamcı olarak pazarlayan ve sevmedikleri kişileri mezhepsizlikle suçlayanların, neden akika konusunda başka mezheplere sarıldıkları ve hatta o mezheplerde bile kabul görmeyen hükümlere tutundukları düşünülmeye değer. Belli ki, kendi gruplarına ve paralel yapılarına destek sağlamak söz konusu olduğunda, adak ve akika gibi paralı işleri bir fırsat olarak görüyorlar, bir anda mezheplerini de dinlerini de unutuyorlar.

Yine bunlardan bir kesimin, daha önceleri yaz mevsiminde Avrupa'da yatsı namazlarını kılmadıkları biliniyor. Bu mevsimde Avrupa'nın bazı ülkelerinde yatsı namazının vaktinin oluşmadığını, bu sebeple bu namazın kılınmayacağını söylüyorlardı. Ne zaman ki, ramazan ayı yaza denk geldi, bunlar yatsı namazını kılmaya başladılar. Çünkü eskiden beri, ramazan ayında teravih namazlarından sonra kendilerine bağlı mescitlerde para topladıkları söyleniyor. Şayet yaz aylarında yatsı namazını ve dolayısıyla teravihi kılmasalar, para toplayamayacaklardı. Bunu fark edince, bir anda eski tavırlarını değiştirdiler ve artık yaz mevsiminde de Avrupa'da yatsı namazını kılmaya başladılar. Allah kabul etsin (!)

Daha önce bu milletin dinini, zekatını, kurbanını istismar eden, peygamber kurbanı gibi asılsız işler üreten ve halktan topladıkları himmetlerle dünyayı ifsat etmeye çalışanlar vardı. Anlaşılan bunların huyu başkalarına da sirayet etmiş.
Maalesef, son yıllarda ülkemiz din istismarcılarından çok çekti. Aman dikkat! Herkes, kiminle birlikte çalıştığına iyi baksın.
16.04.2020
Bilal ESEN







İBADETİN SAHTESİ OLUR MU?

İbadetin sahtesi, çakması olur mu, olsa da kabul olur mu?
Ülkemizde müslümanların ibadetlerinin bilinen adları şöyle: Namaz, oruç, zekat, hac, kurban...
Birisi çıkıp da, müslümanlık adına;
kesimsiz kurban, peygamber kurbanı, temsil kurbanı, temsilî namaz, temsilen zekat, fatma ana orucu, hızır orucu, su orucu, etsiz oruç... demeye başladı mı, yaptığı işin aslından kuşkulu olduğunu elevermiş oluyor.
Çünkü bazen bir şeye ilave vasıflar getirmek, o şeyin özgünlüğü hakkında şüphe uyandırır. Neden adını yalın haliyle söylemiyorsun da, kulak tırmalayıcı ilaveler yapıyorsun, derler. Şayet yapılan davranış ibadetse bunun nasıl yapılacağı İslam dininin temel kaynaklarında bellidir. Kurban kurbandır, namaz namazdır, oruç oruçtur...
Velhasıl, orijinalden şaşmamak ve taklitlerinden sakınmak gerek.





RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ ÖNEREN HOCALARIN GÜNAHI NE?

Toplumda bazılarının, dinin ve Peygamberin adını kullanarak ve güya bilmem kimin gördüğü rüyaya dayanarak çeşitli hastalıklara karşı ilaçlar önerdiklerini, bazı maddeler içmeyi tavsiye ettiklerini ve bu tavsiyelerini videolarla ve sosyal medya aracılığıyla yayarak halkı yönlendirmeye çalıştıklarını duyuyoruz, görüyorüz.
Bu tür videoları hazırlamanın ve yaymanın sorumlusunu aramak, bizim işimiz değil. Bu hususu bir kenara bırakıp bu paylaşımların mahzurlarından bahsetmek istiyorum.
Kanaatimce, din adamı sıfatını kullanarak rüyaya dayalı ilaç tavsiyesinde bulunmak ve bunun videosunu herkese yaymak basit bir mesele değildir.
Birincisi: Din hocası olduğunu söyleyen bir kişinin, başkasının rüyasını reklam etmesi ve bunu dinî bir delil gibi sunması kabul edilemez. Kendi rüyası olsaydı dahi bununla halkı yönlendirmeye çalışamazdı. Halka anlatılacak dinin kaynakları bellidir. Rüya görenin sırf kendisi bununla amel eder veya etmez, o da ayrı bir mesele.
Rüya peygamberlerin kaynağı olabilir, diğer insanların değil.
Fakat ne yazık ki, bazı insanlarda hep kendini peygamber makamında görme gibi bir hastalık bulunduğu görülüyor. Kendi rüyalarını ve bunlarla ilgili yorumlarını, bir peygamberin rüyası ve peygamberin rüya tabiri mertebesinde görüyorlar. Hatta bazıları, Kur'an'ın bazı ayetlerinin kendilerinin doğum tarihine, diğer bazı ayetlerin ise hapisten çıktıkları günün tarihine işaret ettiğini bile söyleyebiliyorlar. Maâzallâh!
İkincisi: Bir virüse ve hastalığa karşı, rüyaya dayalı ilaç tavsiye edip bunun videosunu hazırlayanlar, mevcut durumdan istifadeyle ve dini istismar ederek piyasadaki belli bir sektörün çıkarına hizmet etmiş oluyorlar. Bu da din ve dünyevi menfaat ilişkisi bakımından, bütün din adamlarının ve ilahiyatçıların imajını zedeliyor, bütün din hocalarının karalanmasına yol açıyor.
Üçüncüsü: Bu tür rüya videolarını hazırlayanlar, gerçekten virüs bulaşmış insanları, hiçbir geçerliliği olmayan bilgilerle yanlış yönlendirmekte ve belki de onların sağlıklarını daha da tehlikeye atarak toplumu ifsat etmekte, sağlık sistemini ve hasta-doktor ilişkilerini provoke etmektedirler. Bu tür işleri mütemadiyen yapanların ve meslek edinenlerin "sâî bil fesad" kapsamına girdiklerini düşünüyorum.
Malumdur ki, bir gıdanın tüketilebilir olması onun her konuda ilaç olarak kullanılabilmesi anlamına gelmez. Bazı durumlarda hastanın su içmesi bile zararlı olur.
Bir maddeyi ilaç diye önermek, ancak tıp ve kimya gibi ilimlere emek verenlerin yapabileceği bir iştir. Tıp ilminde eğitim almayanların, başkalarının rüyalarına dayanarak hastalara ilaç önermeye çalışmaları, bile bile cinayet teşebbüsüdür ve "bilmiyorsanız bilenlere sorun" ve "emaneti ehline verin" gibi buyruklara da aykırıdır.
Dördüncüsü: Din hocası sıfatını kullanan kişilerin, kendi alanları dışında kalan ve uzun soluklu bilimsel çalışma gerektiren konularda hiçbir çalışma yapmadan rüyalarla, yakazalarla ve basit düşüncelerle insanlara yol göstermeye çalışmaları, bilim adamlarının mevcut çabalarını sabote etmeye çalışmaktır. Ayrıca bu davranışları, İslam'ın bilime karşı olduğu şeklindeki ithamlara ve algı operasyonlarına koz vermekte, çağımızdaki müslüman imajını kirleterek bütün dünya müslümanlarının geleceğine zarar vermektedir.
Saymaya çalıştığım sakıncalı sonuçları ve benzerlerini hesaba katmak, rüyaya dayalı ilaç önerenlere kesinlikle kanmamak gerekiyor.
Halkı yanlışa sürükleyenlerin de bir an önce işin vehametini kavramalarını ve gafletten kurtulmalarını umuyoruz.

Allahü a'lâ ve a'lem.
28 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
ÇÖREK OTU HAKKINDAKİ HADİSLERİ NASIL ANLAYALIM?
BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR





BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR

Zaman zaman bazı insanlar, falan kişinin Peygamberi rüyada gördüğünü, ona şunu yapmasını veya falan hastalığa karşı şunu içmesini tavsiye ettiğini ve benzeri iddialarını dile getiriyorlar. Sadece iddia etmekle kalmıyor, videolarla, sosyal medya aracılığıyla bunun propagandasını yapıp halkı bu rüyaya göre yönlendirmeye çalışıyorlar.
Bir müddet sonra, bu tür iddiaların çoğunun yalan olduğu ve uydurulduğu da ortaya çıkıyor. Bu işleri yapmak adeta bir kesimin mesleği haline gelmiş.
Belli ki, dinî konularda halkın zihni yapısı bozulsun, bulanıklık devam etsin ve kafalar iyice karışsın isteniyor.
Rüyaya dayanarak ilaç tavsiyesinde bulunmanın ne gibi mahzurları bulunduğu meselesini başka bir yazıya bırakarak, burada bir hususu dostlarımla paylaşmayı dinî ve insanî bir vazife biliyorum.
Anlaşılan o ki,
Bu tür iddialarla, birileri kendilerinin normal bir insan olmadıklarını, doğrudan Allah (cc) ve Peygamber (sas) ile görüşen üstün varlıklar olduklarını ilan etmeye ve toplumdaki diğer insanlara karşı özel bir imtiyaz kazanmaya çalışıyorlar. İnsan olmak bunlara az geliyor (!) Hatta insan/beşer olan bir Peygambere ümmet olmak bile bunlara ağır geliyor, bundan gocunuyorlar.
Allah (cc) Muhammed Mustafa'yı (sas) son peygamber olarak ilan etmemiş olsaydı, herhalde bu kişiler şimdiye kadar çoktan peygamberliklerini bile ilan ederlerdi. Bunu yapamayınca kendilerine başka kapılar bulmaya çalışıyorlar.
Mesela, tarihten beri bir kesim, 'evliyalar enbiyadan üstün mü', diye bir tartışma başlatmışlar. Yani peygamber olamasalar bile, aralarındaki bazı kişilerin peygamberlerden üstün olduğu fikrini zihinlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Amaç belli. Onların üstün varlıklar olduğuna inanan bazı kişileri etraflarına toplayıp onlar sayesinde güç ve iktidar elde etmek. Bu güç sayesinde bazı hedeflere ulaşmak.
Yine durmamışlar, 'şeyhin sana namazı terk et, derse terk eder misin?' gibi bazı sorular icat etmişler. Kimisi demiş, kerhen namazı terk ederim, kimisi de demiş ben şeyhimi dinlerim, gönüllü olarak namazı terk ederim.
Allah ve Rasulü namaz kılın, diye emrederken şunların meşgul oldukları meselelere bakar mısınız? Dindarların en azılı düşmanı şeytanın bile aklına gelmeyecek bu tür soruları bulmak ve kitaplarda yayınlamak neye hizmet ediyor? Amaç ne?
Korkarım ki, bu kişilerin beslendiği kaynaklar ve kitaplar, dini istismar eden terör örgütlerini besleyen kaynakların aynısı.
Dinimizin ve ülkemizin selameti için bu kaynakların kurutulması veya en etkili biçimde dezenfekte edilmesi gerekiyor.

27 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ TAVSİYE EDEN HOCALARIN GÜNAHI NE?


KURBAN ORGANİZASYONLARINDA ŞEFFAF SÖZLEŞME

Kurban bayramında hayır kuruluşları tarafından gerçekleştirilen kurban organizasyonları bağlamında öne çıkması gereken kavram "vekaletle kurban"dır. "Kurban bağışı" tabirinin bile maksadı tam olarak anlatmadığı kanaatindeyim. Burada bir kurbanın dine uygun olarak kesilmesi kadar, vekalet verenin (müvekkilin) bilgisi ve iznine göre davranılması yani vekalet şartlarına uygun hareket edilmesi ve böylece güven verici şeffaf bir organizasyon gerçekleştirilmesi önem arz etmektedir. Ne yazık ki, bir çok kuruluş bu vekaletin içeriği hakkında detaylı bir taahhütte bulunmamakta, bu da kuşkulara neden olabilmektedir.

Kurban organizasyonlarında  sadece kurban kesme yoktur; vekalet veren adına hayvan satın alma, kesme, etini ve deri gibi parçalarını dağıtma şeklinde bir çok işlem söz konusu olduğu gibi, bütün bu işlemler için hizmet bedeli alınıp alınmadığı, alınıyorsa hangi bedellerin alındığı, paradan artan olup olmadığı, artanların nasıl kullanıldığı, para eksik geldiğinde nasıl tamamlandığı, töhmete vesile olacak başka işlerden kaçınılıp kaçınılmadığı, bir fetvası bulunsa bile halk tarafından duyulduğunda infiale yol açabilecek işlerden uzak durulup durulmadığı ve benzeri hususlar söz konusu olmaktadır.

Kanaatimce, örneğin kampanya broşürlerine, artan parayı "hayri hizmetlere" harcayacağız diye yazmak yeterli değildir. Hayri hizmet kavramı bugün içi boş duruma düşürülmüştür. Hayri hizmet; kimilerine göre fakire yardımdır, kimilerine göre kuruluşun kendi çalışanlarının gönlünü yapması, onlara lojman veya lüks araç tahsis etmesidir, kimilerine göre gidilen ülkedeki yetkililere İslam adına ziyafet vermektir, kimilerine göre o yardım kuruluşunun zihniyetindeki bir gazeteye, TV kanalına ya da ticari bir dershaneye para aktarmaktır, kimilerine göre batmakta olan bir "dindar" şarküteri esnafına kurban etini ucuz olarak satıp onu kurtarmaktır... Şimdi bütün bunlar çeşitli yorumlardır. Fakat kurban organizasyonlarında söz konusu olabilecek hayri hizmetler, ancak kurban sahiplerinin yani vekalet verenlerin bildikleri ve onay verdikleri hizmetlerdir. Vatandaştan topladığı para ile faaliyet gösteren yardım kuruluşlarının bu konuda mutlak tasarruf yetkileri yoktur. Onların bütün yetkileri, vekalet sözleşmesine bağlıdır.

Vekalet, insanlar arasında gerçekleşen bir akit/sözleşme olduğuna göre, hayır kuruluşlarının çok açık sözleşme metinleri hazırlamaları güzel olmaz mıydı? İnsanlar vekalet verirken neye onay verdiklerini ayrıntılı şekilde bilseler ve o kuruluş da neleri yapmayı taahhüt ettiğini adım adım bütün detaylarıyla beyan etse ve hesap verebilir olmayı öne çıkarsa güzel olmaz mı?

Bazıları, 'biz internet sayfamızda bilgi veriyoruz' diyorlar. Ama benim kastettiğim sadece bilgi verilmesi değildir. Kurumsal taahhüt açısından meseleye bakılması gerekir. Kurban hakkındaki genel bilgileri herkes verebilir fakat belli bir şeyi yapmayı taahhüt edip etmemek  ayrı bir meseledir. Sırf kitaplarda yazılan bilgileri ki, bu bilgilerin çoğu da ayrıntılı ve güncel değildir, bunları aktarmak taahhüt etmek anlamına gelmez. Taahhüt ve sözleşme, kuruluş ile vatandaşın üzerinde karşılıklı anlaşma sağladığı belli hususların bulunmasını gerektirir. Böyle bir anlaşma ıslak imzalı bir metin şeklinde düzenlenebileceği gibi, elektronik ortamdaki bir onaylamadan ibaret de olabilir. Fakat şartları belli olmayacak şekilde bir vekalet gerçekleştirilmesi, hatta vekalet olup olmadığı bile netleştirilmeyen meçhul bir işlem yapılması, sıhhatli bir iş değildir.

Hani mesela, online olarak vekaletin verildiği ve ödemenin yapıldığı sayfada "vekalet şartlarını kabul ediyorum" butonu olsa ve oraya tıklandığında tüm şartlar açık açık görülüp okunsa ve sonra para yatırma gerçekleşse... Böylece kuruluşun neyi taahhüt ettiği ve vatandaşın da neye onay verdiği net olarak belirlenmiş olacaktır ki, bu epey bir şeffaflık demektir. Benzer bir işlem vezneden para yatırırken veya büroya gelip vekalet verirken de yapılabilir.

Bilinmektedir ki, yardım kuruluşlarının bu tür faaliyetleri hakkında günün birinde medyada bir haber yayınlanıp "şöyle şöyle yapıyorlarmış!" diye bir şayia koptuğunda halkta büyük bir güven kaybı yaşanmaktadır ve tüm "hayri hizmetler" yara almaktadır. 2009 yılında ülkemizde savcılık tarafından başlatılan kurban yolsuzluğu soruşturmasının yankılarını bir hatırlayalım. Neler gündeme gelmişti? Bu soruşturmada ilgili kuruluşların yetkililerinden bazılarına yöneltilen suçlamaların bir kısmı şöyleydi: yolsuzluk, dolandırıcılık, iyi niyeti süistimal, güveni kötüye kullanma, resmi belgede sahtecilik...

Tüm bu olanların ve benzerlerinin tekrarlanmaması için hayır kuruluşlarının "kurban organizasyonlarında şeffaf sözleşme" dönemini başlatmalarını öneriyorum. Bu, onlara duyulan güveni daha da arttıracak, hizmetlerine güç verecektir.

Bazı kimseler, böyle organizasyonlarda açık sözleşme yoksa da zımnen kabul vardır, bunun örfü oluşmuştur ve hâlin delaletiyle bütün şartlarda anlaşma sağlanmıştır diyebiliyor. Bu yorumlara katılmak mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı 'yukarıda değinilen kurban yolsuzluğu bağlamındaki işlere vatandaşların onayı vardı, herkes bu suiistimallere razıydı' dememiz gerekirdi. Henüz bu konuda örf oluşmamıştır. Anılan yolsuzluklar ve başka bazı sebepler bu konuda sağlam bir örf oluşmasına engel olmuştur. Çağımız, şeffaflığın arandığı bir çağdır, güven ve itibarın zayıfladığı bir çağdır.

Ayrıca konunun önemini kavramak isteyenler, aşağıdaki farazi soruları bir düşünsünler. Bu sorular halkımıza yöneltildiğinde insanların ne cevaplar verebileceğini ve ilgili kuruluş hakkında nasıl bir zan besleyebileceklerini bir düşünsünler:

1) Parandan artanın, bir TV kanalına aktarılacağını öğrenseydin kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?

2) Kesilen kurbanların etlerini, kendi kurumlarının çalışanları arasında paylaştırdıklarını, kendi komşularına ve akrabalarına hatta zenginlerin evlerine dağıttıklarını bilsen, o kuruluşa kurban parası yatırır mıydın?

3) 100-200 TL'ye (yurtdışında bazı yerlerde 30, 50, 60 Euro'ya) satın alınabilen kurban için senden 300-500 TL aldıklarını bilseydin...?

4) Kurban etlerini fakirlere dağıtmayıp sattıklarını ve parasını başka işlere harcadıklarını bilseydin, kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?

5) Hayır paraları neden reklamda harcanır?
Kurban parası diye topladıkları paranın yüzde 10'a yakınını reklamlara harcadıklarını bilseydin, kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?




Son söz: illaki şeffaf sözleşme !

27 Ağustos 2015
Bilal ESEN




ÇÖREK OTU HAKKINDAKİ HADİSLERİ NASIL ANLAYALIM?

Allah Teâlâ’nın insanlara bahşetmiş olduğu gıdalar, umumiyetle, bedene yararlı olmakta ve çeşitli sıkıntıları insandan gidermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de kendi zamanında mevcut bulunan yiyeceklerin, örneğin bal, sirke ve hurmanın faydalarına dikkat çekmiştir. “Habbetü’s-sevdâ” olarak bilinen ve dilimize çörekotu olarak tercüme edilen bitki de hadislerde yer almaktadır. Bir rivayette “Çörek otunda, ölüm hariç her hastalığa şifa vardır.” buyrulmuştur (Buhari, “Tıb”, 7; Müslim, “Selâm”, 88-89).

Hadislerde çörekotunun faydasından bahsedilmekle birlikte, hangi durumlarda ve ne gibi hastalıklar için, hangi ölçülerde kullanılacağına, ilaç haline nasıl getirileceğine dair bağlayıcı bir açıklamada bulunulmamış, bir formül verilmemiştir. Bu tür meseleler her devrin kendi tıp bilginlerince çözüm üretilebilecek türdendir.

Hz. Peygamberin tıbb-ı nebevi alanındaki tavsiye ve tasarrufları, kendi çağının şartları ve imkanlarıyla çevrili olup bunları, dinî tebliğ ve irşad mahiyetindeki tavsiye ve tasarruflarıyla aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Rasulullâh (s.a.s), "tabîbel-ebdân" olmaktan ziyade "tabîbe'l-kulûb"tur. Onun gönderilişindeki asıl gaye, maddiyatla ilgili hususlarda rehberlik yapmak değildir. Nitekim ağaçların aşılanmasıyla ilgili bir olayda Hz. Peygamberin (s.a.s), aşılamayla ilgili önceki sözünden vazgeçtiği ve "Siz dünyanızla ilgili işleri daha iyi bilirsiniz" ( أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ) diyerek bu konuda insanları serbest bıraktığı bilinmektedir (Müslim, "Fedâil", 141). 

Bazı yiyeceklerin faydalarından söz eden ve tıbbi bilgiler içeren hadisler, Resûlullah’ın sözü olmaları bakımından bir değer taşıdıkları gibi tıp ilminin o devirdeki seviyesini gösteren önemli belgelerdir. Bununla birlikte, yiyeceklerin genel olarak faydalı olması, her şartta ve her insan için keyfi ölçülerde tüketilebilecekleri anlamına gelmemektedir. Bazı durumlarda suyun dahi insana zararlı olabildiği bilinmektedir.

Hz. Ali (r.a), bir hastalık döneminden sonra Peygamberimizle birlikte oturup o devre özgü usullerden biriyle hazırlanmış hurmalardan yemek istemiş, Peygamberimiz ise onu engelleyerek, yeni hastalıktan kurtulmuşken, nekahet döneminde, bunlardan yemesinin uygun olmayacağını belirtmiştir (Tirmizi, “Tıb”, 1). Yine Hz. Peygamberin (s.a.s), “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları yedirir içirir” (Tirmizî, “Tıb”, 4; Hâkim, Müstedrek, I, 501 (Hadis n: 1296) şeklindeki sözü, hastaların tüketeceği gıdaların ölçülü olması gerektiğine ve bir kısım yiyeceklerin kimi zaman zararlı dahi olabileceğine işaret etmektedir.

Zamanımızda çeşitli yiyeceklerin, normal bir gıda olarak tüketilmesi haricinde, bir hastalığın tedavisinde ilaç olarak kullanılması ancak bugünün tıbbi bilgileri ışığında, günümüz teknolojileri kullanılarak, alanında ehil sağlık kurumlarının ve doktorların tavsiyesi ile gerçekleştirilebilir. Kaldı ki, normal gıda tüketimlerinde dahi bazı dikkat edilmesi gerekenler var ise, bu konuda uzmanların uyarı ve tavsiyelerine kulak vermek, dinimizdeki “canı muhafaza” ilkesinin bir gereğidir.

Tıp ve kimya gibi ilimleri okumamış, dolayısıyla doktorluk için liyakati bulunmayan kimselerin önerilerine itibar ederek bir takım gıda maddelerini ilaç biçiminde kullanmanın, Yüce Allah’ın verdiği sağlık nimetini korumamak ve tehlikeye atmak anlamına geleceği kanaatindeyiz. 

Kendi maddi çıkarları ve ticari kârları için insanların sağlığını tehlikeye atmayı göze alanların bulunabileceğini hatırda tutarak, bunların istismar ağına düşmemeye gayret etmek gerekir.


15.04.2015


Dr. Bilal ESEN