Müslüman yalnızca Yüce Allah'a tapar. Allah'tan başkasına secde etmez. Sevdiğini Allah için sever; "Allah'ı sever gibi" sevmez.
Hangi vakıflara bağış yapılabilir ve ibadet paraları emanet edilebilir? Küçük bir TEST
Bir müslümanın iyice araştırmadan, tanımadığı ve bilmediği kuruluşlara bağış yapması, zekat ve kurban gibi ibadetlerinde onları aracı kılması düşünülemez. Yoksa bir hayır yapmış olmaz ve beklediği sevabı kazanamaz.
Böyle bir kuruluşun en başta hem dinî duyarlılık bakımından hem de parayla imtihan bakımından güvenilir olması gerekir. Mal ve makam hırsı hizmet aşkının önüne geçmiş kişi ve kuruluşlarla bir yere varılamaz.
Bunun için küçük bir test de yapılabilir.
Mesela böyle bir vakfa, "Vakıf parasıyla makam aracı alınabilir mi?", "Vakıf parası lojmanlara harcanabilir mi?", "Lüks araç ve eşyalar alınabilir mi?, "Vakıf parasından yurt dışına geziler ve ziyaretler düzenlenebilir mi?", "Siz hiç böyle bir şey yapıyor musunuz?" gibi sorular sorun. Sizi kaale alıp cevap verip vermemeleri veya verdikleri cevapta yakalayacağınız bazı ipuçları, size bir fikir verecektir. Ondan sonra, basiretinize göre hareket edin.
DEVLETTEN BİR CEMAATE İMTİYAZ SAĞLAMASINI İSTEMEK DOĞRU MU?
Yakın zamanda bir gazetenin, manşet üstünde, bizim grubun kitaplarını korumak devletin vazifesidir, anlamında bir yazıya yer vermesi, ülkemizdeki birlik-beraberlik ve birarada yaşama kültürü açısından soru işaretlerine yol açtı. İlginçtir o yazıda, belli bir dinî grubun kitaplarının devletçe himaye edilmesi gerektiğinden söz edilirken, diğer dinî grupların kitaplarından hiç bahsedilmiyor, onlar için aynı şey talep edilmiyor. Böylece geçmişte örneğini acı bir şekilde tecrübe ettiğimiz, belli bir grubun devleti ele geçirme niyeti ve teşebbüsünün sonuçları bir kez daha hatırlanıyor ve tedirginliğe neden oluyor.
Yazının bir yerinde, İslam'la ilgili işlerin, dolayısıyla din kurumunun siyaset üstü olması gerektiği de söyleniyor. Aslında bu yaklaşımla hareket edilse, aynı devlet kurumunun, dinî gruplar konusunda da cemaatler üstü ve tarafsız olmasına değinilmesi beklenirdi. Fakat yazıda böyle bir yaklaşım hiç bulunmuyor. Aksine o yazı, diğer cemaatlerin değil sırf bir cemaatin devlet tarafından himaye edilmesi gerektiğine odaklanmış gözüküyor.
Ayrıca devletin, bazı dinî gruplara imtiyaz sağlayarak sırf bunlara ve kitaplarına destek vermesi durumunda bunun nelere yol açacağı, cemaatler arasında güç çekişmesine neden olup neticede cemaat kavgalarının ülkemizde toplumsal bir kaos meydana getirip getirmeyeceği gibi hususlar hesaba katılmıyor.
Fırka taasssubu söz konusu olduğunda aynı cemaatin bile farklı farklı gruplara ayrılabildiği, nice grupların öteden beri birbirleriyle mücadele ettikleri, sırf kendilerini yüceltip tefrikaya yol açtıkları malumdur. Bunlardan habersizmiş gibi davranılabilir mi? Kaldı ki, ükemizdeki dinî grupların yayınlarında İslam'ın ne kadar doğru anlatıldığı, menkıbe, rüya, cifir, hurafe ve bid'atlardan kurtulup sahih bir din bilgisine ulaşıp ulaşamadıkları ve bu kitapların kucaklayıcı mı yoksa ötekileştirici mi olduğu hususları da ayrıca konuşulması gereken hususlar. Bunların kitaplarını devlet nasıl bassın.
Bu haliyle söz konusu gazete yazısı, kendini sırf bir grubun amaçlarına hizmet etmek üzere konumlandırmış, ilmilik ve objektiflikten uzaklaşmış bir görüntü veriyor.
Oysa ki, devlet kurumları tüm cemaatlerin ve fırkaların üstünde bir anlayışla hizmet ederler. Hiç bir grubun tekeline giremezler. Cemaatler üstüdürler. Hiçbir gruba imtiyaz sağlamazlar.
Öte yandan hangi kurumda olursa olsun devletten maaş alanlar, bütün topluma hizmet etmek için o maaşı alırlar. Görevlerini yaparken ayrımcılık yapıp sırf bir gruba/cemaate hizmet ederlerse ve mesailerini bir gruba tahsis ederlerse aldıkları maaş helal olur mu? Böyle bir yerde paralel oluşumlar ortaya çıkmaz mı?
Her bir memur, görev yerine geldiği her bir gün üzerindeki bütün ideoloji, siyaset, cemaat ve kulüp gömleklerini çıkartıp kapı dışında bırakarak, devlete hizmet etmeyi bu gibi yapılara hizmetten öncelikli görmelidir ki, vazifesini tam yapmış olsun. Aksi halde, devletimizi içten tehdit eden paralel yapılar sona ermez.
Kısacası, ülkemizdeki devlet kurumlarının vazifesi fırkalara hizmet etmek ve bunlardan bazılarına imtiyaz sağlamak değil onları denetlemek, yoldan çıkanı uyarmak ve yeni fetö'lerin ortaya çıkmasını engellemektir. Bunun aksine taleplerde bulunmak doğru değildir ve olumsuz neticelere yol açacak durumdadır.
Allahu a'lâ ve a'lem.
PEYGAMBER VARİSLERİ
Son zamanlarda bu kavramı çokça duyar olduk. Bazı konuşmalarda hiç olmadık biçimde gündeme getiriliyor. Hani önümüzde, örnek alabileceğimiz gayet takvalı ve salih kimseler olsa da, onlara peygamber varisi denilse, neyse. Ama öyle değil.
Tam aksine, iyi bir örnek olamayan, söyledikleriyle müslümanları zor durumda bırakan, temsil noktasında utandıracak işler yapan, yaptıklarıyla dedikleri birbirini tutmayan ve fakat sesi çok çıkan bazı kimseler, bu kavramı kendilerine işaret edecek şekilde hoyratça kullanıyorlar. Özgüvenleri ve egoları tavan yapmış. Bu sıfatın arkasına sığınarak, kendilerine saygı gösterilmesini, hatalarının sevap, mal mülk sevdaları ile şan ve şöhret hırslarının masum görülmesini imâ ediyorlar. Mübarek olarak anılmak istiyor ve adeta kendilerinin peygamber gibi günahsız olduklarını ihsas ettiriyorlar. Ne büyük cüret ve ne büyük hadsizlik!
Peygamber varisi olmak ilim bakımındandır. O ilmin taşıyıcısı olan kimse ilmiyle âmil olur, ahlakıyla sâlih olur. Onun konuşması, tebessümü, sadeliği, mütevazı tavrı hatta sükûtu bile insana Allah'ı ve Rasulü'nü hatırlatır. Onun, bana saygı gösterin demesine gerek kalmaz. Duruşu ve vakarıyla zaten bunu hak eder. Müslümanlar, onun samimiyetine ve Allah'a olan derin bağlılığına şahit olduklarında, kalpleri kendiliğinden ona meyleder.
Peygamberin ilmine varis olmayı arzulayan kimse, konumuyla övünmez, şımarmaz. Aksine o, bu büyük yükün altında ezilen, daima Allah'a sığınan ve kendi nefsini sorgulayan bir kalbin sahibidir. İslâm'ın izzetini ve nebevi mirası koruma derdindedir.
Herkes ondan göz boyayacak kerametler beklese de, o "Sırtımızda bunca günah varken, hâlâ ayaktayız, bundan daha büyük keramet mi olur?" diyebilendir.
Kısacası, bir insan kendini öven laflarla, sırtındaki cübbe veya isminin önündeki unvanla değil ancak ilmiyle, irfanıyla, amellerindeki istikamet ve Allah (c.c.) korkusuyla Peygamberlere varis olabilir.
Bu mirası liyakatle taşıyabilenlere ne mutlu! Allah Teâla bizleri dünya ve ahirette böyleleriyle beraber eylesin.
20.09.2025
Dr. Bilal ESEN
BİD'ATLAR ARTARSA RUH KAYBOLUR
Bid'atlar dinin aslından olmayan fakat dindenmiş gibi uygulanan eklemelerdir. Denilebilir ki bunlar, dinde var olan ibadetleri gerektiği gibi yerine getirmeyen ve dolayısıyla hakiki bir manevi tatmin bulamayanların, başka bir deyişle, iç huzura eremeyen insanların icat ettiği sahtelik kokan ritüellerdir.
Dine özünden bağlı olan bir müslümanın, bir vakit namazının ya da kazandığı bir lokmanın bile hesabını nasıl vereceğini düşünüp durması gerekirken bidatçı özle değil çoklukla ve sayıyla ilgilenir. Daha fazla gözüksün diye yeni ibadetler uydurur. Esasında Allah'ın (cc) adı anıldığında hakiki müminlerin kalpleri titremesi gerekirken bidatçının kalbi aksine katılaşır. Onun kalbi yumuşamaz hatta kalp kırmayı umursamaz hale gelir. Hesabı unutur, uyduruk işlerle uğraşırken kendi günahlarını göremez ve hep başkalarının kusurlarıyla meşgul olur. Gönül almayı bilmediğinden yaptığı hayırlar bile gönül incitir. İşleri ve sözleri yapmacıktır, riya kokar. Fakir bile ondan bir şey alırken tiksinir.
Bidatlar çoğaldıkça dinî yaşantıda gösterişçi ve şekli dindarlık artar ama ruh kaybolur. Merasim artar, ihlas kaybolur. Şan ve şöhret artar, duygu kaybolur. Gürültü artar, hikmet kaybolur. Bidatçı, şov yapayım derken insanları dinden soğutur.
KATILIM FİNANSIN PROBLEMLERİ ve KÂR GARANTİSİ
ZEKAT TOPLAYAN SİVİL KURULUŞLAR ÂMİLÎN SINIFINDAN DEĞİLDİR
Din İşleri Yüksek Kurulu:
"Zekât toplamakla görevlendirilenler (âmilûn); Müslüman devlet başkanı (ülü’l-emr) tarafından zekât toplama görevi için tayin edilen memurlardır. Devlet başkanı tarafından zekât memuru olarak tayin edilmeyen fertler veya sivil kuruluşlar, bu kapsamda değildir."
(...)
“Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi; orduyla birlikte savaşa gitmek istediği halde maddî imkân bulamayan mücahitleri içermektedir. Hac yoluna çıkıp fakir duruma düşen hac yolcularını da bu kapsamda değerlendirenler vardır. (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188)
Fetvanın linki: Din İşleri Yüksek Kurulu internet sayfası
KATILIM SEKTÖRÜNDEKİ BAZI İCAZETNAMELER GÜVEN TELKİN ETMİYOR
İcazet vermek, bir işe veya kişiye izin vermek, onay vermek gibi anlamlara gelmektedir. İcazetname veren taraf, aslında belli bir işe veya kişiye bir nevi kefil olmuş olur. Uygunluğunu tasdik etmiş olur.
Mesela, geçmişte hocalar öğrencilerine icazetname verirlerdi. Böylece hoca, o öğrencinin kendisinden okuduğunu ve ilim tahsil ettiğini kabul etmiş olurdu. Hoca bu icazetnameyle, bir nevi, öğrencisine kefil olmuş, sorumluluğunu üzerine almış demektir. İcazetnamede tespit vardır. Benden okumuştur, anlamında açık bir haber verme (ihbar) vardır. Yoksa icazetname, o talebe şunları biliyorsa benden okumuştur, şeklinde şartlı bir beyan değildir. Hoca, talebenin yeterli derecede okumadığından şüpheliyse zaten icazet vermez ve vebale girmez.
Günümüze gelindiğinde iktisat alanında da icazetnameler türedi. Katılım sektöründeki kuruluşların çeşitli işlemleri hakkında icazetnameler var. İcazetnamelerin altında da, o kuruluşun danışma komitesinde bulunan uzmanların imzaları oluyor. Esasında bu tür icazet belgelerinin belli bir kuruluşun belli bir faaliyetinin dine uygun olduğunu onaylayan, tespit eden ve haber veren belgeler olması beklenir. Fakat birçoğunda şu tür ifadelerin bulunduğunu görüyoruz:
“Bu usul ve şartlara riayet edilerek … ürününün müşterilere sunulması Katılım Bankacılığı Prensiplerine uygundur.”
“… Bankası’nın … yöntemiyle fon kullandırması, … Katılım Bankacılığı ilkelerine uygundur.”
"bu çerçevede müşterilerine yatırım vekâleti yoluyla finansman sağlaması Faizsiz Bankacılık İlke ve Standartları'na uygundur."
“… yapılması Katılım finans ilkelerine uygundur.”
Şimdi bu cümlelerde bir tespit var mı? Şöyle yapılması uygundur, deniliyor. Peki ilgili kuruluş öyle yapıyor mu? Tespit ne?
Bu cümlelerde, imza atanlara atfen, ilgili kuruluşun yaptığı o işleme şahit olduk, inceledik, denetledik ve usulüne uygun yapıldığını gördük anlamında bir haber verme var mı? Yapılan işleme onay var mı? Yoksa işlemin nasıl uygun olabileceğine ilişkin gerekli şartlar zikredilmiş ve konuyla ilgili genel bir bilgi verilmiş mi oluyor? “Bu bilgiye uygun hareket ederse, caizdir”, “şayet böyle yapıyorlarsa dine uygundur”, gibi bir şey mi demek istiyorlar?
Hiç böyle bir icazet belgesi olur mu? Bunu imzalayanlar böyle bir işlemin söz konusu kuruluş tarafından usulüne uygun yapıldığına bir şekilde kefil olmuş ve dinî sorumluluğu üzerlerine almış oluyorlar mı? Maalesef. Bunlar, sorumluluk üstlenmeyen, adeta topu taca atan cümleler.
Bu cümleleri söyleyebilmek için danışma komitesinde bulunmaya lüzum yok ki. O kuruluşla hiç ilgisi bulunmayan ve dünyanın öbür ucunda yaşayan bir fıkıhçı da bu cümleleri söyleyebilir. “Şayet şunları yapıyorlarsa uygundur, yoksa uygun değildir.” Herhangi bir fetva mercii de böyle cümleler kurarak fetva verebilir. Dünya üzerinde zaten fetva veren bir çok kişi ve kuruluş var. İcazetnâmenin fetvadan öte bir işlevi olmalı değil mi?
Biliyoruz ki, fetvalar genel hüküm mahiyetindedir. Herhangi bir konuda bir fetvanın bulunması, belli bir kişi veya kuruluşun o fetvaya uygun hareket ettiğini garanti etmez. İşte icazetname bu noktada, fetvadan sonra devreye girer. Fetvaya uygun hareket edildiğine dair bir tespit aktarır ve bu tespite binaen de belli bir kuruluşun belli bir işleminin helal olduğuna dair spesifik bir karar/onay vermiş olur. Dine uygunluğu garanti eder ve kamuoyuna güven telkin eder.
Şu da var ki, haklarını yemeyelim, bazı kuruluşların icazetnamelerinde ise bahsettiğimiz bu hassasiyete uygun hareket edildiğini görüyoruz. Mesela bir icazetnamede şöyle deniliyor:
“… ilkelerini benimsemiş … A.Ş.’nin … yılından itibaren faaliyetlerini İslami kaideler çerçevesinde icra ettiğini ayrıca gerçekleştirilen işlemlerin kontrol ve denetiminin tarafımızca yapıldığını beyan ederiz.”
İşte sorumluluk almak budur.
Kanaatimce, icâzet belgesi işte böyle olur.
Allâhü a'lâ ve a'lem.
30.08.2025
Dr. Bilal ESEN
Namaz vakti uygulamalarının dertleri ne?
Bu uygulamaların birçoğu, anlık internete bağlanmak istiyor. Yoksa çalışmıyor. Çok garip.
Her GSM hattının her yerde çekmediği de malum. İnternet çekmeyen bir yerde iseniz o yerin hangi şehre bağlı olduğunu bilseniz bile vakit namazının saatini öğrenemiyorsunuz.
Halbuki bu uygulamalar internet çekmeyen yerlerde, çevremizdekilere soramadığımız yerlerde daha çok lazım.
Hem internet çeken yerde olsak bile niye hep bağlanmak gereksin? Evlerdeki matbu duvar takvimleri sürekli internete mi bağlanıyor ki, mobil takvim de böyle olsun.
Nasıl ki, duvar takviminde şehirlerin namaz vakitleri yıllık olarak bir defada yazılıp basılıyorsa mobil uygulamaya da vakitler bir defada yüklensin, ihtiyaç olduğunda şehir adı yazılıp bakılsın, her defasında tekrar tekrar internete bağlanmanın lüzumu yok.
Şayet bulunduğu yerin nereye bağlı olduğunu bilmeyip de konuma özel olarak vakit bilgisini isteyenler olursa onlar için de bir özellik geliştirileblir. Ama bu bütün kullanıcılara zorunlu olmamalı. Zaten internetin çekmediği yerde bu özellik de çalışmaz.
Not: Geçmişte casus bir uygulamanın, namaz vakti programlarıyla telefonlara bulaştığı haberlerini hatırlayınca, bu tür uygulamaların sürekli internete bağlanmak istemesinden daha da fazla kuşkulanıyoruz. Dertleri ne ki?
VAKIFLAR, DERNEKLER ve SU
Zamanımızdaki vakıf ve dernekler, su konusunda ülkemize de hizmet edebilirler. Kendi ülkemiz öncelikli olmalıdır. Çünkü su sıkıntısı, artık ülkemizin de ciddi bir sorunu. Gerek içme gerekse hayvancılık için suya ulaşmada ciddi sıkıntılar var. Su kaynaklarımız ve kırsaldaki çeşmeler giderek köreliyor. Tarımdaki su sıkıntısı zaten bilinen bir şey. Yangınlarla mücadele için de daha çok barajımız olmalı.
Yurt dışında su kuyusu açma gibi projelere bir süre ara verip ülkemizdeki su sıkıntısı ve kuraklık gibi konularda topluma hizmet etmek ve kamuya destek olmak üzere geleceğe dönük projeler geliştirmeleri vakıfların tarihi misyonuyla gayet uyumlu olacaktır.
Vakıf kavramının, para toplayıp dağıtmaktan ziyade kalıcı hayırlar yapmakla ilgili olduğunu düşünürsek bu bağlamda Osmanlı'da su vakıfları hakkında yapılan araştırmalardaki şu gibi tespitleri hatırlamak faydalı olabilir:
"Osmanlı Devletinde gerek devlet adamları gerekse halk; suyu, iyilik ve hayır yapmanın ve vakıf kurmanın bir aracı olarak görmüştür. Bugün farklı devlet kurumları tarafından yerine getirilen su hizmetleri, Osmanlı’da vakıflar eliyle yürütülmüştür." (Yusuf Sağır, "Osmanlı Su Vakıfları", Tarihin Peşinde - Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi. 2016/15, s. 445‐473)
"İstanbul başta olmak üzere çoğu Osmanlı şehirlerinde suyolları, kemerler, çeşme ve sebiller ve daha birçok su yapıları inşa edilmiştir. Yapılan hizmetin sürdürülebilir olması için de vakıflar tesis edilerek kaynak ayrılmıştır. Su yapılarının sadece inşaası değil, zamanla ortaya çıkan onarımlarının yapılmasında, su hizmetlerinde istihdam edilen kişilerin ücretlerinin ödenmesinde vakıf kaynaklar sıkça kullanılmıştır. Bu sayede şehirlerin su ihtiyacının temininde ve bu hizmetin devam etmesinde kamu idaresine önemli destek sağlanmıştır." (Said Öztürk, "Osmanlı Su Yapılarında Vakıfların Rolü: Tesis, Onarım ve Hizmet Giderlerinin Finansmanı", Vakıflar Dergisi, 2019,135-157.)
Zamanımızda nasıl ki mesela ağaçlandırma konusunda sivil kuruluşların katkıları olabiliyorsa, su temini ve var olan su kaynaklarının korunması gibi konularda da vakıf ve dernekler belli ölçüde katkı verebilirler, kamuyla işbirliği yapabilirler. Böyle yapılmayıp hâlâ büyük meblağların yurt dışı kampanyalarına aktarılması, bize pirince giderken evdeki bulgurdan olmak deyimini hatırlatıyor.
Emri bil maruf, nehyi anil münker, kime karşı yapılır?
Allah Teâla bu vazifeyi sırf başkalarının günahlarıyla uğraşalım, birbirimizi hiç uyarmayalım ve bizden olanların yanlışlarını hiç eleştirmeyelim diye mi bize yükledi?
Maalesef zamane müslümanlarından bir çoğu, böyle davranır oldu. Hep başkalarının hatalarıyla meşguller. Hep başkalarına uyarıda bulunulsun istiyorlar. Özel veya genel, kendilerine yapılan hiç bir uyarıdan ise hoşlanmıyorlar.
Yanlışlarda ısrar edilmesi bir yana, uyaranlar ve yanlışlara karşı ses çıkaranlar da ötekileştiriliyor.
Halbuki kendi aralarındaki kötülüklere ses çıkarmamak ve özeleştiriden yoksun olmak, bir toplumun lanete uğramasına sebeptir. Birçok ayet ve hadis bunu bize haber veriyor.
Mâide süresindeki iki ayetin meali ve açıklamasıyla ilgili Kur'an Yolu Meal/Tefsiri'nde şu bilgiler var:
KATILIM BANKALARI AZ KAZANMIYOR
Şu tablodaki veriler doğruysa, bunlara nereden bakarsak bakalım birçok yorum ve tartışmayı beraberinde getireceği görülüyor. Fakat en başta, kimilerinin dinî gerekçelerle desteklediği bu kurumların hâlâ “banka” olmaya devam etmeleri ve hatta konvansiyonel bankalardan bile daha fazla kazanmaları dikkat çekiyor.
"Bankacılık"ta o kadar ilerlemişler ki, deyim yerindeyse, taklit aslını geçmiş. Dolayısıyla "az kazandıkları için" diye başlayan izahlar artık boşa çıkıyor. Peki nasıl kazanıyorlar?
Bankalar ancak paradan para kazanır. Yani faizden kazanır. Katılım bankaları da maalesef genellikle böyle kazanıyor. Alım, satım ve murabaha gibi kavramlar, bankacılık sektörü için gerçekçi değil çoğu zaman bir kılıftır.
Hâlbuki onların, paradan para kazanan bankacılık sektöründe değil de, reel sektörde yani mal ve hizmet üreten alanlarda öne çıkmaları ve İslam’ın iktisat ve ticaret gibi konulardaki ilkelerine uygunluklarını, yani şer’îliklerini arttırmaları beklenirdi.
Ne yazık ki, iş sırf kılıf bulma ekseninde yürüyünce, asıl hedef ıskalanıyor. Şer’îlik oranının artmasına çaba sarf etmek gerekirken, kazanca ve maddi göstergelerdeki artışa rağbet ediliyor. Böylece para ve banka alanında Batıda ihdas edilen sömürü düzeni, ”banka” olarak kalmakta ısrar eden mezkûr katılım bankaları vasıtasıyla aynen devam ettiriliyor.
Bir ülkede bankalar daha çok kazanıyorsa, üreticiler ve tüketiciler de o oranda kaybediyor demektir. Yani halk kaybediyor.
İnsaflı düşünen birçok Batılının dahi kabul ettiği bir hakikat, bankacılığın bir sömürü düzeni olduğudur. Sömürüye dinî gerekçe bulmakla ve adını değiştirip kılıf üretmekle vakit geçirmeye gerek yok. Bunun yerine içinde bulunulan şartlar gereği bu sömürüye mecburen maruz kalındığı itiraf edilse belki daha sahici olurdu.
İnandırıcılıktan yoksun ve sahte işler asla İslâm’a yakışmaz. Bu konularda atılması gereken adımlar geciktikçe Müslümanlar itibar kaybetmeye ve faiz hassasiyeti üzerinden din istismarı yapıldığı iddiaları gündeme gelmeye devam eder.
KALANLAR
Devran geçer, nâm kalır
Cümbüş biter, hakikat kalır
Malına mülküne pek güvenme
Hepsi biter, kulluk kalır
Bedenler ölür, ruhlar kalır
Dünya geçer, ukbâ kalır
Kime güvenirsen güven
“Tanrılar” ölür, Allah kalır!
Bilal ESEN
06.07.2025
Keçiören
İNCİNDİK
Densizin biri Hz. Muhammed ile Hz. Musa'yı saygısızca resmetmiş. Halbuki onlar bizim baş tacımız. Onlar insanlığı aydınlatan kutlu peygamberler. Bir densiz, çamur atmakla onları kirletemez. Ancak kendini kirletir. Onlara karşı yapılan her saygısızlıktan ötürü ise biz Müslümanlar üzülür ve inciniriz.
Kendisine de kutsallara da saygısı olmayan, şeytanlaşmış bazı tiplerin son yıllarda dışa vurduğu İslam nefreti, esasında içlerindeki huzursuzlukların bir göstergesidir. Çünkü herkes kendi yanında ne varsa onu dağıtır.
Ne yaparlarsa yapsınlar, biz doğru yolda oldukça onlar asla bize zarar veremeyecekler. Bizler Yüce Allah'ın "Aleyküm enfüseküm!" emrinden bunu öğrendik ve yalnız O'na güvendik. O'nun elçilerinin öğrettiklerine daha sıkı sarılarak huzurun peşinde koşmaya, dünya ve ahiret saadeti için çalışmaya devam edeceğiz.
YOLUMUZ HZ. MUHAMMED'İN YOLUYSA
BUGÜNKÜ HUTBEDE NE KADAR GÜZEL ŞEYLER SÖYLENDİ DEĞİL Mİ?
Evet.
Peki, kime söylendi?
Elbette bize; bana ve sana. Başkasına değil.
Hutbedeki etkileyici bazı cümleler şöyleydi:
“Kamu malı ise; topyekûn bir milletin ortak menfaat alanıdır. Hiç kimse bu mallar üzerinde şahsi ve keyfi bir tasarrufta bulunamaz. Kamu malı; sadece hayatta olanların değil, henüz doğmamış çocukların, tüyü bitmemiş yetimlerin, bütün muhtaçların, garip gurebanın da hakkıdır.”
“Yaptığı iş karşılığında aldığı ücretten başka, hak etmediği bir ücret talep etmek harama el uzatmaktır.”
“Torpil yapmak ve yaptırmak, adam kayırmak ve kollamak, gençlerimizin hayallerini çalmaktır.”
“Elektrik ve suyu kaçak kullanmak, toplumun tamamının malına el uzatmaktır, haramdır.”
“Allah’ın laneti, rüşvet verenin de alanın da üzerine olsun.”
…
Hâsıl-ı Kelâm Hulâsay-ı Merâm
Evet, hutbe gayet yerinde uyarılarla doluydu. Söylenmesi gerekenler apaçık söylenmiş. Bundan başka daha ne denilebilir ki! Hazırlayanlardan Allah razı olsun.
Bizdeki asıl sorun ise uygulamada. Esasında toplum olarak hepimiz bu gerçekleri öteden beri biliyoruz. Kalbinde iman ve vicdan olan biri, hiç kamu malına ve vakıf malına hıyanet eder mi? Etmemesi lazım. Hutbe bunu bize bir kez daha hatırlatmış oldu. Ancak anlatılanları hayata geçirmekte epey sıkıntımız var.
Neden?
Çünkü çoktan beri biz Müslümanlar, bu tür uyarıları genellikle pek üzerimize almıyoruz. Birçoğumuz, sanki Yüce Allah bu dini müslümanlar uygulasın diye değil de başkaları uygulasın diye göndermiş gibi davranıyor. Anlatılan haramları ve günahları, hep başkaları üzerinden düşündük. Başkalarının günahlarıyla meşgul olurken kendimizin de o günahları işleyip işlemediğini sorgulamayı unuttuk. Geçen yüzyılda Mehmet Akif, Batılıları anlatırken "İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi." dediğinde işte bizim bu tutarsızlığımıza dikkat çekmişti.
Şimdiye kadar birçoğumuz, “Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara Sûresi 44) ayetini ve benzerlerini adeta görmezden geldi. O nedenle toplum olarak yeterince arınamadık.
Umarım bundan sonra hepimiz, dinlediğimiz ve anlattığımız dinî öğütleri önce kendi üzerimizde tatbik etmeye çalışırız. İşte o zaman Müslümanlar olarak, çok daha güzel bir dünyada yaşıyor olacağız. Başka milletlere de örnek olacağız. Ve o büyük hesap günü geldiğinde, Yüce Allah’ın huzurunda mahcup olmayacağız.
İnşaallah.
Hutbenin tam metni için bk.
https://dinhizmetleri.diyanet.gov.tr/Documents/Kamu%20Hakk%C4%B1%20Dokunulmazd%C4%B1r.pdf
MÜZDELİFE... MEZHEPLER VE FARKLI İCTİHADLAR BİRER RAHMETTİR
İşte bunun tezahürünün görüldüğü yerlerden biri, hac. Hac'da Müzdelife'de gecelemek veya fecirden sonra vakfe yapmaktan hangisinin daha önemli/vacip olduğu hususunda mezhepler arasında ihtilaf var. Bunun sonucu olarak, Müzdelife'de, bazı Müslümanlar Kurban bayramı gecesi, gece yarısından önce, bazıları gece yarısından sonra bazıları ise fecr-i sadıktan sonra ibadetlerini yapıp oradan ayrılabiliyorlar.
Şayet böyle olmasaydı da bütün müslümanlar, tek bir mezhebin ictihadına göre amel etselerdi, bu kadar sayıda hacının aynı anda Müzdelife'de toplanmaya ve aynı saatte hareket etmeye çalışması gerçekten çok zor olur ve büyük bir izdihama yol açardı. Nitekim hacda farklı mezheplere uyulmasına rağmen bile geçmişte bazı izdihamlar olmuş ve nice acılar yaşanmıştır.
Elhamdülillah ki dinde bazı konularda farklı ictihadlar ve farklı mezhepler var. Bunlar birer rahmettir.
Din kolaylıktır. Nitekim âlimlerimiz, azimet hükümlerini uygulamak gibi kolaylıkları ve ruhsatları uygulamanın da bu dinin bir gereği olduğunu ifade etmişlerdir. Dini bir mezhebe indirgemeye çalışmak ise onu zorlaştırmaktır.
Peygamberimizin (s.a.s) buyurduğu üzere, dini zorlaştırmaya çalışmak ve dinle yarışmaya kalkışmak doğru değildir. Böyle yapanlar din karşısında mağlup olurlar.
Kısacası, herkes tek başına bir mezhebe uyabilir. Bu konuda, serbestlik vardır. Ancak diğer mezhepleri ve ictihadları kötülemek ve bütün insanları bir mezhebin ictihadını uygulamaya çağırmak, doğru değildir, dini zorlaştırmaktır. Hep zor peşinde koşan, sonunda mağlup olur.
Herkes benim gibi düşünsün, herkes benim caiz dediğime caiz, caiz değil dediğime de caiz değil desin diye beklemek, tatsız sonuçlar doğurur. Birbirinden farklı ictihadların ve farklı fetvaların bulunduğu meselelerde, kimse kimseyi zorlamamalı, kişilerin tercihlerine saygı duyulmalıdır.
FETVA… CENNETE YA DA …
Bazıları zannedebilir ki fetva işi çok mübarek bir iş olduğundan her fetvacı mutlaka cennete gidecektir. Ancak ahirette durum, hiç de böyle olmayabilir, burada zannedildiği gibi çıkmayabilir. Belki de orada, birçoğumuzu şaşırtacak ve şok edecek bir tablo ortaya çıkacak. Mücrim zannettiklerimizi cennette, cennetlik zannettiklerimizi cehennemde görebiliriz.
İşin esasına bakılacak olursa her bir fetva, o fetvayı vereni cennete ya da cehenneme yaklaştırır. Bir adım sağa veya bir adım sola doğru bir çizgi çizer. Ağır bir mesuliyet. Bu durum bir fetva hakkında bile böyleyken, ömrünü fetva ile geçirmiş ve yüzlerce fetvaya imza atmış olanlar için durum nasıl olur acaba? Sağa veya sola doğru kaç çizgi çizildi şimdiye kadar? Çizgiler hep sağa doğru ve cennet trendinde mi yoksa sola doğru cehennem trendinde mi? Ya da sürekli zikzak mı yapmış o çizgiler? O zikzakların bile bir hesabı yok mu mahşer gününde?
İnsan, mesleği ne olursa olsun, dönüp ardına baktığında, orada kendi amelleriyle çizdiği çizgileri görecektir. Fetvacı her bir fetvasından sorumlu olduğu gibi, örneğin bir öğretmen, öğrettiği her bir bilgiden, bir müteahhit yaptığı inşaatlardaki her bir tuğladan, betondan ve kirişten, bir amir attığı her imzadan, bir vakıf görevlisi topladığı her bir kuruşu yerine ulaştırıp ulaştırmadığından sorumludur ve onun akıbet çizgisini bu davranışları çizer. Arkasında bıraktığı bu çizgiler de onun ahirette nereye gideceğini şimdiden gösterir. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal Sûresi, 7-8)
Elbette hatasız kul olmaz. Ancak hata edenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir. Tövbe, geride o sola eğim gösteren çizgileri silme ve sağa kaydırma imkânı verir. Elbette bu tür bir silmenin ve değiştirmenin de bir zamanı vardır: ölüm gelene kadar. Peki, her birimize ölüm ne zaman gelecek? Bu belli mi? Belki yarın belki yarından da yakın. Ansızın gelecek ölümü ve ardından gelecek hesabın çetinliğini düşününce, bir acayip olmuyor muyuz?
Öyleyse her insanın, günahlarını temizleyip tövbe etmesi gerektiği gibi fetvacıların da zaman zaman geriye doğru bir bakıp kendilerini hesaba çekmeleri gerekmez mi? Örneğin okuyup araştırmadan ve meseleyi iyice kavramadan verdiği hatalı fetvaları fark eder etmez derhal düzeltmeye çalışması gerekmez mi?
Hani mesela deseler ki, borcundan dolayı malı haczedilecek ve malı bulunmuyorsa hapse gidecekler listesinde şu kişi de var. Bu kişi adını o listede gördüğünde, olduğu yerde oturup bekler mi, yoksa oradan adını sildirmek için hemen bir şeyler mi yapmaya çalışır?
Maalesef, bizim camiamızda, fetva verenlerin zamanımızdaki en büyük zaaflarından biri, hatalı fetvalar. Hata edildiği anlaşılmasına rağmen gurur ve kibir gibi nedenlerle bir türlü geri alınmayan ve düzeltilmeyen o fetvalar. Zaten fetva vermek, zamanımızda en basit görülen işlerden biri. Yeterli ve gerektiği şekilde okumak, araştırmak, sahih isnatlarla ve meşru yorumlarla neticeye varmak, çoğu fetvacıda bulunmayan özellikler. Ama fetva verme cesareti, en üst seviyede. Ortalık fetvacıdan geçilmiyor.
Esasında bir hatadan dönmekten önce, o hatayı hiç işlememek lazım. İlk anda yanlış adım atmamak lazım. Bir fetvacı için, nefsinden ve şeytandan başka kendisini hataya zorlayacak ne olabilir ki? Kimin hatırı Allah’tan (cc) daha büyük? Ve kimin sağlayacağı imkânlar, Yüce Allah’ın cennet nimetlerinden daha değerli? İmam olan birinin, “uydum cemaate” diyerek yaptıklarından kendini kurtarması mümkün mü?
Yanlışa ve hataya, daha ilk başta karşı durabilmek lazım. İlk karşılaşmada eğilip şeytanın kendisi ezmesine izin verenin bir daha belini doğrultması kolay mı? Mümin, ileride Allah’ın huzurunda mahcup olacağı bir işi baştan hiç yapmamalı, Allah’ın hatırını her şeyin üstünde tutmalıdır.
“Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Takvâ sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu düşünüp hemen gerçeği görürler.” (A’raf Süresi, 200-201)
“Fetva vermeye en cesaretli olanınız, cehenneme girmeye en cesaretli olanınızdır.”
“Fetva verenlerin en bedbahtı, başkasının dünyası için kendi ahiretini mahvedendir.”
Ahiretini düşünüp geçmişini sorgulayan insan, şairin aşk meselesinde söylediği şu sözlerdeki gibi bir duruma düştüğünü fark edecek olursa, acele etmeli ve bugünün tövbesini asla yarına bırakmamalıdır.
Mâzî kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazîn hâtıradır.
Rabbim bizi, iman ve amel bakımından, mazideki hatırası iyi olanlardan eylesin. Varsa kusurlarımızı fark edip bir an önce telafi etmeyi nasip etsin. Hem ilk hem de son duamız:
“Rabbim! Girilecek yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana tarafından yardımcı bir güç ver!” (İsrâ Sûresi, 80)
Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.
08.06.2025
Mekke
Dr. Bilal ESEN
KURÂN’LA BARIŞIK OLMAYANLARIN MEÂL YAYINLAMA HEVESLERİ
Birileri, kendilerini Müslüman toplumdan sürekli ayrıştırmalarına rağmen, Kur'an'daki birçok ayetin Allah kelamı olmadığı ve hatta bazı Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddialarını ileri sürmelerine rağmen Kur’ân çevirisi yapmakta çok hevesli gözüküyorlar. Anlaşılır gibi değil. Beğenmedikleri ve sevmedikleri bir kitapla ne işleri olabilir!
Belli ki, kendileri Kur’ân-ı Kerim’le barışık olmadıkları gibi Müslümanların da Kur’an’la barışık olmamalarını ve ondan şüphe duymalarını istiyorlar. Meal yayınlamalarındaki amaç bu. Onlara bir uyarı yapılıp yüz milyonlarca Müslümanın kutsal kitabı olan bir kitap hakkında böyle keyfi davranamayacakları söylendiğinde de, küplere biniyor ve kendi meallerini yakma eylemi düzenleyeceklerini söylüyorlar. Yaksınlar… Böyle bir şeye şahit olmak bize şu ayet-i kerimeleri hatırlatır:
“Allah’ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden geliverdi; Allah yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl sahipleri! ... Bu, onların Allah ve resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı cephe alırsa bilmeli ki Allah cezalandırmada çok çetindir.”
( فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فٖي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْدٖيهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِنٖينَ فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ... ) (Haşr 59/2, Ku’rân Yolu Meâli)
Ayetleri çarpıtmak ve İslam dışı anlayışları Kur’ân diye sunmak bir özgürlük olamaz. Kendi uydurmalarının altına kendi adlarını yazabilirler ama bu saçmalıklarına asla Kur’ân Meâli adını veremezler.
Nasıl ki, domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü değilse İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.
01.06.2025
Dr. Bilal ESEN
DOMUZ ETİ ve PİYASADAKİ SÖZDE KUR'ÂN MEÂLLERİ
Domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü olmadığı gibi,
İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.


(1).jpg)

.png)






