BAŞKA BİR ÜLKEDE İKAMET EDECEK OLURSAN

 Sağduyulu Suriyeliler arasında son yıllarda dolaşan bir paylaşım:

(Adil Davud:)  Elli yıllık gurbet hayatımdan şunu öğrendim: 

"İsteyerek veya istemeyerek başka bir devlette ikamet etmeye karar verdiğinde, o ülkedeki halkın dilini öğren! Onlara nazik davran, gelenek ve göreneklerine saygı göster! Onları rahatsız edebilecek kötü alışkanlıklarından vazgeç! Siyasi önderlerini eleştirme, sembollerini aşağılama ve tarihî geçmişlerini hafife alma! Onların erdemli işlerini öğren, kötülüklerinden uzak dur! Onlara karşı mütevazı ol, büyüklük taslama! Hallerini beğenmeyip ayrılmak istediğinde, onlarda iyi bir izlenim bırakarak ve selametle ayrıl."

Kaynak: https://x.com/waelh1399/status/1783773472440598636

HADİS KİTAPLARI HAKKINDA

 Gündemde hadis tartışmaları varken, şimdiye kadarki tahsil ve müktesebatımdan aklımda kalan bazı hususları dile getirmek isterim.

Öncelikle mevcut hadis kitaplarından hiçbirinin sahibi ve müellifi, Peygamberimiz (s.a.s) değildir. Hadis kitapları, hadisçilerin derlemeleridir. Onlar kendi araştırmalarına göre hadis olduğuna kanaat getirdikleri rivayetleri bu kitaplarda toplamışlardır. Kimi yerlerde hata da etmiş olabilirler. Peygamberimizin, ısmet sıfatına sahip bulunuyor olması, ona isnat edilen rivayetleri toplayanların da hatasız olduğu anlamına gelmez. Hiçbir hadis kitabı Kur'ân-ı Kerim gibi korunmuş ve mükemmel değildir.

Başka bir ifadeyle, kütüb-i sitte arasından adında "sahih" ifadesi bulunanlar dahil aslında her hadis kitabı tek başına değerlendirildiğinde bir nevi ictihad kitabıdır. Bu kitapların müellifleri şöyle demiş oluyorlar: Benim ictihadıma göre, bu kitapta topladığım rivayetler hadistir, yani bunlar sahih rivayetlerdir. Ancak başka bir hadisçi veya fakih bu tespite katılmıyor olabilir ya da oradaki bir hadisin varlığını kabul etmekle birlikte yorumunun farklı olması gerektiğini düşünüyor olabilir. Hatta bazı hadis kitaplarının sırf sahih rivayetleri toplamak için yazılmadığını da hatırlamak gerekir. Müellif, hadis diye rivayet edilen birçok malzemeyi bir arada toplamış, kimisinin zayıf kimisinin sahih vb.  olduğunu belirtmiş veyahut da kendisi sadece bir aktarıcılık yapıp değerlendirmeyi diğer ulemaya bırakmış olabilmektedir.

Öteden beri bilinmektedir ki, bir âlimin sahih kabul ettiği hadis diğerine göre zayıf olabilir. Ama öyle rivayetler de vardır ki, onların kimisinin hadis olduğunda âlimlerin çoğu, kimisinin hadis olduğunda ise hepsi ittifak etmiştir. Sıhhatini tartışmaya gerek bile bulunmayan mütevatir hadisler de vardır. Dolayısıyla, bir rivayetin, kendisiyle amel edilmesi gereken bir hadis olduğunun tespiti sadece bir kitapta bulunmasına bağlı değildir. 

Herhangi bir rivayetin sahih olup olmadığını tespitten sonra ondan hüküm çıkarmak da başka bir iştir.

Hadisleri anlama ve yorumlamada birçok faktör devreye girer. Söyleniş sebebi, gayesi, o dönemde ne anlama geldiği, devrin şartları, örf, kime hitap ettiği, fertlere mi yoksa devlete mi görev yüklediği... Diğer hadislerle nasıl uyuştuğu, Kur'ân ile nasıl uyuştuğu vs. İşte mezhepler de bu gibi konulardaki değerlendirme farklılıklarından doğar.

Bir hadisi, yalın haliyle ve sırf sözlük anlamıyla değerlendirmeye almak çoğu zaman uygun düşmez. Mesela bugünlerde kimileri hadis diye şunu çokça naklediyorlar: "Kim dinini değiştirirse onu öldürün." Buna göre, mesela bir hristiyan din değiştirdi ve müslüman olduysa, bu hadise göre onun öldürülmesi mi gerekir? Sırf hadisin metnine bakarsanız, onu anlama ve yorumlamada başka bir hiç bir şeyden yararlanmazsanız, varacağınız sonuç budur. Kaldı ki, her bir fert böyle hadislerden çıkarım yapıp kendi kendine hüküm uygulayabilir, infaz yapabilir mi? Bu rivayetlerin hepsi zamanlarüstü bir hüküm mü içeriyor yoksa belli koşullarda mı söylenmiş? Bunların yorumlanmasında âlimlerin farklı değerlendirmeleri olmuş mu acaba? Bütün bunlara rağmen öyle bir rivayetten çıkarılacak hüküm kesin mi olacak zanni mi olacaktır? 

Dolayısıyla, hadisleri anlamak ve onlarla amel etmek, basit akıl yürütmelerle ve sloganlara başarılabilecek bir iş değildir. Hele hele Buhârî'ye iman etmek ve zayıf bile olsa hadise iman etmek gibi hususlardan söz etmek çok yanlıştır. Böyle sözlerle ancak cahillere malzeme verilmiş olur. Hadisler liyakatli ilim adamları tarafından yorumlanmadan onlardan çıkarımlarda bulunup amel etmeye ve başkalarına tahakküm etmeye kalkışmak çok riskli ve tehlikeli bir harekettir.


VİRAJA NASIL GİRİLİR?

 Geçmişte -adeta iman edercesine- bir hadisçinin kitabına bağlanmaya çağıran bazılarının, bugünlerde o kitaptaki bir kısım rivayetlere itibar etmemeye başladıklarını görünce…

Anlıyoruz ki, ne kadar iddialı konuşursak konuşalım, din hakkında konuşurken, hakikate yalan katmak, abartmak ya da tartışmayı sertleştirmek veya çirkinleştirmek doğru değil.

Unutmayalım ki, her düz yolun eninde sonunda bir virajı vardır, bunu önceden hesap edemeyen ve taşıma kapasitesini ya da hız sınırını aşan, virajı alamayınca devrilir. Konuşurken ve bir fikri savunurken ileride viraj olabileceğini hesap edip ona göre konuşmak lazım. Sürekli köşeli ve sert cümleler kurmamak lazım. Yoksa keskin dönüşler, sadece dönene zarar vermekle kalmıyor, yoluna ve davasına da zarar veriyor. Böyle ani dönüşler şimdiye kadar, yolda ne kadar hurda yığını ve enkaz bıraktı! O enkazla karşılaşan nice toylar yoldan döndü. İbret almayacak mıyız?

İstikametini doğru zannedip bir kula ya da Kur’ân dışındaki bir kitaba, taparcasına bağlanan, viraja geldiğinde onunla birlikte devrilebilir, hem onun yükü hem de kendi yükünün altında kalır.

Kısacası, istikamet üzere yürüdüğü görülen birinin izinden gitmek mümkündür ama peygamber değilse, kendini ona tamamen bağlamamalı. Takip mesafesini korumalı. Böylece viraja gelindiğinde öndeki devrilse bile arkadakine bir manevra alanı kalır.



BİRİSİ ÖTEKİNİN GÖZÜNÜ ÇIKARDIYSA... FETVASI NEDİR?

 Anlatıldığına göre, büyük fakihlerden, yani İslam hukukçularından biri olan İmam Şâfiî, yanında eğitim görüp nihayetinde kadı (hâkim) veya müftü olmak üzere yola çıkacak olan bir öğrencisine veda ederken, nasihat olarak şöyle der:

- Sana birisi gelir de, falan kişi benim gözümü çıkardı, diye şikayette bulunup hüküm isterse sakın ona inanıp hemen karar verme. İyi düşün, belki de bu kişi ötekinin iki gözünü birden çıkarmıştır.

Çok önemli ve büyük bir ders.

Birçok tarafı olan bir meselede, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek için bir tarafı dinlemek asla yeterli olmaz. Karı-koca ilişkileri, aile içi miras meseleleri, kavgalı gürültülü hadiseler ve alışverişler gibi bir çok konu, bütün tarafları dinlemeyi gerektirir.

Ne yazık ki, zamane fetvacıları, bu konularda pek olgun değiller. Özellikle tv'lerde ve sosyal medyada hergün fetva verme heveslisi bazı kişiler, yayına bağlanan ya da kendileriyle iletişim kuran tarafın sözlerini doğru kabul edip diğerlerinin gıyabında ahkâm kesiyorlar. "Sen haklısın... onlar sana zulmetmiş..." vs. Hatta mesela bir adamın hiç haberi olmadan, karısının tek başına beyanıyla, aile yuvasını yıkan, talak gerçekleşmiş diye karar veren haddini bilmez bir sürü zevat var. Acaba birgün kendi haberleri olmadan, birisi de onların hanımlarının boş olduğuna fetva verse, ne hissederler? 

Tek tarafın sözüne inanıp böyle veballi işlere karar vermek, çok yanlış. Nelere mal olacağı düşünülmeden hakikat iyice araştırılmadan böyle "belli" kişiler hakkında adres göstererek karar verilebilir mi? Buna ancak fitne-fesat fetvacılığı denir.

Hadi, günlük sohbetlerde, yanımızdaki kişilerin başkalarını şikayet ettiğine sıklıkla şahit oluyoruz. İnanıp inanmamak bir yana, bu tür durumlarda insanlar genellikle dinledikleri kişiye hak vermiş gibi yaparlar ve onu yüzüne karşı pek mahcup etmek istemezler. Ama din ve fetva işleri böyle midir? Birilerinin keyfine göre sonuçlandırılabilecek meseleler midir bunlar?

Allah'tan korkmak lazım. Fitne ateşine odun taşımamak lazım.

Zaten çağımızda birçok kişi dini ve fetvayı, kendisi için değil daha ziyade başkasını suçlamak için kullanmaya çalışıyor. Kendi günahlarından ziyade başkalarının günahları hakkında sorular soruyor. Aldığı bilgiyi de bir sopa gibi kullanıp başkasını sıkıştırmaya çalışıyor. Halbuki, akıllı insan kendi kusuruyla uğraşır, başkalarının kusuruyla değil.

Fetvacıların da biraz daha akıllı olmaları lazım. Başkalarının sorunlarını çözme hevesine kapılmadan, kendi sorunlarına odaklanmaları lazım. Zira fetvacıların asıl sorunu, verdikleri her bir fetvanın ahirette bir hesabının olmasıdır. İyice araştırmadan, tarafları tam dinlemeden, gelişigüzel şekilde ahkâm kesenler, cehenneme girmeye en hevesli olanlardır.



Kurban bayramında nerede ve hangi zamandayız?

 Hacılar Mekke'de, tamam.

Hacca gitmeyenlerse bir taraftan kendi ülkelerinde veya kurban hizmeti için gittikleri ülkelerde. Ama hepimiz bir taraftan da Mekke'deyiz. Çünkü tekbirlerle başlayıp kıbleye doğru kılınan namazla devam eden bir bayramda, o mukaddes kıbleyi ve mübarek çevresinde haccedenleri, orada her an neler olup bittiğini düşünmemek mümkün mü? Bedenimiz burada ama gönlümüz ara ara gidip geliyor oraya.

Ülkelerinde olanlar, bayramda elbette akrabalarıyla beraber olacaklar. Hatta toplumda tanıdık ve tanımadık herkesle bayramlaşacak, bir toplumda yaşamanın güvenini hissedecek ve hissettirecekler. Fakat bayramlaşırken sadece şimdiyi yaşamayacaklar. Bayramı bize hediye eden Allah elçisinin zamanındaymış gibi hissedecekler kendilerini. Onun, bayrama ruh veren güzel sözlerini ve örnek yaşamını hatırlayacaklar. Onun ashabı hangi inanç ve duygularla birbirleriyle bayramlaştılarsa, o inancı yenileyecek ve o duyguları hissedecekler.

Bin dört yüz küsur yıl önce, karanlığın ve vahşetin ortasında bir nur gibi parlayan, bütün insanlığa iyilik ve merhamet vadeden o güzide toplumun misyonunu, şimdi kendi üzerlerinde hissedecekler. Çağdaş dünyanın ilkel karanlığı karşında, yeryüzünü ve Gazze gibi coğrafyaları cehenneme çeviren vahşet ve merhametsizlik karşısında hâlâ insanca ve müslümanca var olabilmenin mümkün olduğuna dair inançlarını tazeleyecekler. Bu inancı ve duyguları taşıyan kardeşleriyle bayramlaşırken ve birbirlerine sarılırken aslında bütün coğrafyalardaki mazlumlar adına bayramlaşacak ve birbirlerine sarılacak, insanlığın onuruyla ve kirlenmemiş vicdanla kucaklaşacaklar. 

Hem  binlerce yıl öncesine de gidecek, azgınlığın ve tanrıtanımazlığın temsilcisi konumundaki Nemrut karşında tevhid mücadelesi veren Hz. İbrahim'i ve Hz. İsmail'i anacaklar. Muktedirlerin bütün şirk ve küfür propagandalarının hüküm sürdüğü bir zamanda Allah'a teslimiyet göstermenin ne anlama geldiğini yeniden idrak edecekler. Bu idrakla  daha güçlü bir şekilde Allah'ı anacak her namazdan sonra yeni bir heyecanla tekbirler getirecekler.

Kurbanlarını tekbirler eşliğinde keserken, sevdiklerini bile Allah uğruna feda edebilme azminin ve teslimiyet şuurunun doruğuna ulaşacaklar. Allah'ın emriyle kesilen kurbanların, nasıl da insanlığa fayda sağladığını, ümitleri zayıflamış nice insana ve nice farklı bölgeye iyilik adına yeni bir ümit aşıladığını fark edecekler. Kurban kesebilenler ya bizzat kurbanlarının başında bulunurken bu duyguları yaşayacaklar ya da uzak yerlerde kendileri adına vekaletle kesim yapılırken, onlar da duygularıyla o manzaraya buradan iştirak edecekler, gönülleri bir orada bir burada olacak.

Hülasa, bayramda asla bir yerde ve zamanda değiliz. Tarihin binlerce yıllık derinliğinde ve dünya üzerinde insan bulunan her coğrafyadayız. Gerek bedenimizle gerek gönlümüzle, her bir müslüman kardeşimizin yanındayız.

Aynı inancı ve duyguları paylaşan bütün dostlara selam olsun.

Kardeşlerinin bayramına iştirak etmek için vatanından yüzlerce kilometre uzakta hizmet edenlere selam olsun.

Bayramınız mübarek olsun.



KAÇAK ELEKTRİK... KAÇAK HAC...

Kaçak haccın günah olduğuna dair farklı ülkelerden fetva mercileri açıklamalar yaptılar. 

Sebebini anlamayanlar için kısaca özetleyelim: Kaçak hac yapanlar, esasında başkalarına zarar veren, sıkıntı yaşatan ve onların haklarını gasp edenlerdir.

Ömründe bir defa hac yapma lütfuna erişmiş biri olarak bu meseleyi ve ilgili tedbirleri şöyle anlıyorum.

Hac milyonların buluştuğu bir ibadet. İşlerin düzgün gitmesi iyi bir plana bağlı. Mesela, Arafat'a çıkarken, oradan inerken ya da Müzdelife ve Mina'ya giderken hangi yoldan kaç bin kişi geçecek, bu binler için hangi saat ve dakikalar arasında bir rota planlanacak, onların geçişi esnasında izdiham olmaması için hangi grupların önceden o rotayı boşaltmaları gerekecek? Hangi dakikada hangi tünelden kaç bin kişi geçecek? Arafat'taki bir-iki gün boyunca ya da Müzdelife ve Mina'da kimler hangi çadırlarda kalacak? Çadırların kapasitesi kaç kişi? Hacıları götüren ve getiren otobüslerin kapasitesi kaç kişi? Kurulacak hastane ve sağlık ocaklarının kapasitesi kaç kişi?

İşte bütün bunlar bir plan istiyor. Plana aykırılık olursa maazallah geçmişte olduğu gibi izdihamlar ve hatta ölümler söz konusu olabilir.

Maalesef oraya farklı ülkelerden onbinlerce kişinin kaçak gittiği söyleniyor. Bunlar plan dışı kişiler. Bu kaçaklar, başkalarına tahsis edilmiş ve kapasitesi sınırlı otobüslere binmeye kalkarlarsa, başkalarının çadırlarına dalarlar ve onları sıkıştırırlarsa, geçiş için açık bulundurulması gereken yollarda oturup kalkar ve ambulansların geçişine bile engel olurlarsa, oturmaya ve beklemeye uygun olmayan yerlerde bekleyip buralarda yiyip içer ve çevreyi pisletirlerse bunları yapmak, başkalarının hakkına tecavüz değil midir? Orada resmi yollarla gelen hacıların verdiği paralarla kurulmuş olan hastane ve sağlık ocaklarına gidip parasız muayene olmaya kalkmak, muayene hakkı olmadığı halde muayene kuyruğunda izdiham oluşturmak bir vebal değil midir?

Bütün bunları anlamak ve hac yapayım derken kul hakkına girmemek için en üst düzeyde bir hassasiyete sahip olmak gerekmiyor mu?

Helali-haramı ve kul hakkını önemsemeyenin, hayatını kaçakçılıkla sürdürenin, bindiği otobüsün ve kaldığı çadırın ücretini ödemeyenin, evinde ve bahçesinde bile bir ömür boyu kaçak su ve elektrik kullanmaya alışmış ve kendi masraflarını başkalarının üzerine yıkmayı adet edinmiş birinin, haccı kabul olur mu?

Hele bir de kaçak yollardan hacı götürmeye çalışan, onların parasına göz diken, yüzlerce insanı mağdur edip dolandıranlar varsa, bunların ahirette yatacak yeri olur mu? Öldüklerinde bunları mezar kabul eder mi?


KURBANI, İSTİSMARA KURBAN ETMEMEK

Kurban, bazı dinî grupların, derneklerin ve hatta örgütlerin, kendi yapılarını malî bakımdan güçlendirmek için istismar ettiği mevzulardan biri. Yoksulları gözetmek, arka plana itilebiliyor. Bu tür yöntemler ahlaki değil.

Hayır kuruluşları, cemaatler ve dernekler, söz verdikleri şekilde kurbanları mutlaka usulüne uygun şekilde kesmelidirler. Ayrıca kurban sözleşmelerinde ve afişlerinde, kurbandan elde ettikleri gelirleri nereye harcayacaklarını açıkça belirtmeliler.
Böyle bir açıklama yapmadan mesela, "Afrika'daki muhtaç kardeşlerinle paylaş" şeklindeki bir kurban kampanyasında, masraflar ödendikten sonra, artan paraların tamamının Afrika'daki muhtaçlar için harcanması gerekir. Orada kesilen kurbanları çok ucuza mal edip geri kalan parayı vakfın ve derneğin kasasına koymak, sonra da bu parayı, vekalet veren bağışçıların haberi ve izni olmadan, başka amaçlarda kullanmak, lüks ve şatafata harcamak ahlaki değildir. (Kimi kuruluşlarda toplanan paranın yüzde 30-40'ının bu şekilde kasaya konulduğu söyleniyor.) Böyle bir kurban kampanyası işi ticarete dökmektir. Kurbanda ticaret de yapılabilir ama bunu yardım kuruluşu adı altında yapmak halkı aldatmak olur. Vekalet verenlerin bilgisi ve izninin olmadığı işler yapmak güveni kötüye kullanmaktır.
Kurban organizasyonunu ticaret için yapacak olan, bunu ticari tabela altında yapar ve ticaretinden kendisine kâr kalır. Marketlerin ve bazı hayvancılık işletmelerinin yaptığı kurban organizasyonları böyledir. İşi usulune uygun yaparlarsa elde ettikleri kâr da helaldir.
Kurban organizasyonunu yoksullara yardım kampanyası için yapana ise kâr kalmaz, sevabı kalır. Onun kârı ahirettedir. Örneğin Afrika'daki muhtaçlar için kurban kampanyası yürüten bir hayır kuruluşu, yaptığı masrafları ödemek haricinde kurbandan hiç bir kazanç elde etmiyor ve kurban için topladığı tüm parayı Afrika'daki muhtaçlara harcıyorsa işte asıl olması gereken budur. Bunu yapabilecek, sahabe ahlaklı müslümanlar bu çağda kıt olsa da, var olduğuna inanıyoruz.
Yardım kuruluşu adı altında ticaret yapanlar ise, bağışçılara haber vermeden bunu yaptıkları sürece, dürüstlükleri hep kuşkulu olacaktır.
Hele bir de kurban kampanyası düzenlediği halde kurbanları kesmeyenler varsa ya da dinde yeni kurban türleri icat ederek kendi kuruluşlarına menfaat temin etmeye çalışanlar varsa onlar tamamen dolandırıcıdırlar. Her müslümanın, böylelerine karşı uyanık olması gerekir.



Siz hiç "reklam giderleri için kullanacağız" diye bağış toplayan, zekât, fitre veya kurban parası toplayan bir vakıf/dernek gördünüz mü?

Maksadın daha iyi anlaşılabilmesi için önce bir olayı hikâye ederek başlayalım.

Şeriata Uygun Mu?”

Bir yardım kuruluşunun yetkilileri, parasal konulardaki bazı işlemler için bir katılım bankasına giderler. Kendilerine kolaylık gösterilmesini isterler. Görüşme boyunca, memnun olmadıkları herhangi bir cevapla karşılaştıklarında, arada bir "sizin bu söylediğiniz/yaptığınız, şeriata uygun mu?" diye serzenişte bulunurlar.

Görüşme bittikten sonra, bina çıkışında gayet lüks makam araçları, yardım kuruluşunun yetkililerini beklemektedir. Uğurlamaya banka yetkilileri de gelmiştir. Araçların model ve konforu bankacılardan birinin de dikkatini çekince şaşırmış bir şekilde sorar:

- Bu araçlar sizin mi?

- Hayır, bizim değil, vakfın.

- Peki, vakfın parasını böyle lüks araçlara harcamak şeriata uygun mu?


Hikâye bu kadar. (Yaşanmış bir olaydır.)

Bu olay, dinî hassasiyetleri öne çıkararak faaliyet yürüten bazı sektörlerdeki kimi icraatlar hakkında bizi düşünmeye sevk ediyor.

Özelde yardım kuruluşu hüviyetinde olan kuruluşların, genelde ise halktan toplanan bağışlarla faaliyet yürüten bütün sivil toplum kuruluşlarının, icraatlarında son derece dikkatli olmaları, kuruluş amacına uygun şekilde ve kendilerine teslim edilen paraların bir emanet olduğu bilinciyle hareket etmeleri beklenir. Bu kuruluşlara teslim edilen paraların her biri, belli bir amaçla verildiğine göre o amacın dışına çıkmamaları beklenir.

Yardım Kuruluşlarının Harcama Kalemleri

Zaman zaman bu tür kuruluşlardan bazılarının, gelişigüzel harcamalar yaptıkları, muhtaçlara yardım için toplanan paralarla, mesela Afrika’ya gidecek kurban paralarıyla kendilerine bina aldıkları veya yaptıkları... gibi haberler duyulmakta ve medyaya yansımaktadır. İdarecilerine tahsis edilen lojmanların ve araçların lükslüğü gibi mevzular da dedikoduya sebep olabilmektedir.

Yine neredeyse bütün yardım kuruluşlarının, kendilerini ayakta tutmak, daha fazla yardım toplamak ve kampanyalarını duyurmak için çok yüksek meblağları reklam, afiş, promosyon ve benzeri yerlere harcadıkları, reklam filmlerine akıttıkları duyulmaktadır. İnternet ve sosyal medya, bunların reklamları ve filmleriyle (“sponsorlu” paylaşımlarıyla) doludur. Söylentilere göre bazı vakıf ve dernekler, sosyal medya için ayda onbinlerce TL'yi aşan harcama yapıyor, yardım toplamak için yayınladıkları tanıtım filmleri için yüzbinlerce lira harcıyorlar. Gerçekten de, harcanan bu paraların kaynağı nedir acaba?

Kuruluşa bağışlanan her bir kuruş, belli bir amaçla verildiğine göre, acaba hayra harcansın diye verilenlerden bir kısmı reklamlara gidiyor olabilir mi? Lüks ve şatafata gidiyor olabilir mi? Bunlara harcanan para kimin parasıdır? Yoksa reklama ve şatafata harcansın diye, birileri özel bir bağış mı yapmıştır? Siz hiç bugüne kadar, bir yardım kuruluşunun, reklam giderlerinde kullanmak üzere bağış topladığını duydunuz mu? Lüks makam aracı alınacak diye para topladığını duydunuz mu? Olsa olsa, iş görmeye yetecek kadar bir hizmet aracı alınacağı söylenmiş olabilir. Peki, o lüks ve şatafat neyin nesidir?

Yardım faaliyetinin dışında kalan bu tür işler için, acaba bağışlardan, zekâtlardan ve kurban paralarından harcanıyor olabilir mi? Bu konuda, onlara parasını emanet eden halkın bilgisi ve rızası var mıdır? Hangi şartlarla para topluyorlar ve topladıklarını hangi şekilde harcıyorlar? Bağışçıların, başka bir deyişle vâkıfların, şartlarına uyuluyor mu?

Denilebilir ki bu tür şatafat ve reklamlar, bağışlardan karşılanmıyor, vakfın ve derneğin başka gelirleri de var; mesela kira getiren gayrimenkulleri var, şirketleri var...

Peki, öyleyse soralım: o şirketlerin kuruluşuna kaynaklık eden paralar ve gayrimenkuller ilk başta, tamamen amaçsız şekilde mi o kuruluşa bağışlanmıştır? Hedefi hayır olmayan bir şirket kurulsun ve o şirketin gelirleri de keyfi şekilde harcansın, diye birileri o vakfa/derneğe bağış mı yapmıştır geçmişte? 

En başa dönülecek olursa esasında onların da bir amaçla verildiği, keyfi harcamalarda kullanılsın, diye verilmediği görülecektir. Dolayısıyla, vakıf ve derneklerin, güncel yardım kampanyaları dışında ellerine geçen bu gibi malları ve gelirleri de, reklamlarda, lüks ve şatafatta harcayabileceklerine ilişkin bir gerekçe bulmak zordur.

Toplanan Yardımların Amacı

Şurası muhakkak ki, yardım kuruluşları belli amaçlar için ve belli şartlarla yardım toplamaktadırlar. Dolayısıyla para hangi amaç için ve hangi şartlarla toplanmışsa ancak oraya harcanmalıdır. Bunun dışında kuruluşun idari giderlerinin ve diğer harcamalarının nereden karşılanacağının en başta iyi düşünülmesi ve düzgün ayarlanması gerekir. Bunlar, bağış paralarıyla gerçekleştirilecekse, bağışçılara bilgi verilmesi, onlardan izin alınması gerekir. Bu tür masraflar için gerekirse ayrıca bir yardım kalemi oluşturulmalıdır ki, bağışçılar ne için yardım yaptıklarını bilsinler. Mesela bazen bir bağışçı, zekât gibi bir ibadetten söz etmeksizin vakfın genel hayır hizmetlerinde kullanılmak üzere parasını veya bir gayrimenkulünü bağışlayabilmektedir. Bu tür bir bağışın, lüks ve şatafata kaymamak kaydıyla kurumsal "masraflarda" kullanılabilmesi mümkün olabilir. Ancak mesela zekât diye toplanan, depremzedelere yardım diye toplanan, Suriye, Arakan, Gazze için... toplanan paralar, dernek binasının masrafları için, elemanlarına lojman için ya da makam arabası için kullanılabilir mi? İşte buna evet demek mümkün değildir.

Vakıf ve Dernek Gibi Kuruluşların Tüzüklerinin Şeriata Uygunluğu

Denilebilir ki, vakfın/derneğin tüzüğü, reklam ve idari masraflar için harcamaya ya da lüks makam aracı almak gibi işlere izin veriyor.

Şu var ki, tüzüğü yapan da vakfın/derneğin elemanları ve idarecilerdir. Tüzükte yazıyor diye, paralar bağışçıların amacı dışında bir yere kullanılabilir mi? Burada öncelikle tüzüğün, bağışçıların iradesine ve dinî kurallara uygun hazırlanması gereği vardır. Bir yetkinin tüzükte yazıyor olması, mevcut hukuk ve mevzuat bakımından yeterli sayılsa bile dinî bakımdan asıl yetki, bağışçılarla yapılan vekâlet/aracılık sözleşmesinde nelerin söz verildiğine bağlıdır. Bu sözlere ve dinî hükümlere aykırı şekilde davranmaya tüzüğün izin vermiş olması, Allah katındaki mesuliyeti ortadan kaldırmaz.

Özellikle dinî bir vazife olan zekât, fitre ve kurban gibi konularda tüzüğün üzerinde bir "tüzük" vardır. O da dinî ahkâmdır. Dinî ahkâma uyulmazsa ibadet yerine getirilmiş olur mu? Zekât ve fitre mi tüzüğe uyacak, yoksa tüzük mü zekât ve fitreye uyacaktır?

Mesela ülkemizde, nerdeyse yüz yıldan beri zekât ve fitre gibi bağışlar toplayan bir kurumun tüzüğünde, gelen bağışların önemli bir kısmının idari giderler için, diğerlerinin ise sportif faaliyetler ve benzeri etkinlikleri desteklemek için kullanılacağı yazılıdır. Daha ilginç olan, o tüzükte, bağışların asıl olarak muhtaçlara veya felaketzedelere verilmesi yönünde bir madde de bulunmamaktadır. Bu nedenle o kuruluş da geçmişte bu yönde hareket etmiş, zekât ve fitre dâhil bütün bağışları bu şekilde harcamış hatta medyadan duyulduğuna göre içinde haram işlenen toplantılar ve dine uygun olmayan faaliyetler bile yapmıştır. Yoksullara yönelik bir proje yapmak hiçbir zaman bir önceliği olmamıştır.

Yaptıkları, kendi tüzüklerine uygun olabilir ancak dinimizdeki zekât ve fitre ahkâmına asla uymaz. Bu nedenle bu tür kuruluşların zekât ve fitre toplaması ve bunları yoksullardan başka yerlere harcaması veya kendi masraflarına kullanması caiz değildir. (Bunlar zekât âmili falan da değildirler. Nitekim bu hususu başka yazılarda dile getirdik.) Bu şekilde davrandıklarında, zekât ve fitreler dinen eksik ya da tamamen geçersiz olur. Tüzükte öyle yazıyor olması, yapılanların dinen geçerli olmasına yetmez.

Dolayısıyla ibadetlerle ilgili faaliyet yürüten kuruluşların tüzüklerinde dine aykırı bir şey olmamalıdır. Ayrıca bunlar, aracılık/vekâlet türünden iş yaptıklarına göre “ibadet ahkâm”ı yanında bir de “vekâlet ahkâmı”na uymaları, güveni kötüye kullanmamaları, bağışçıların amacına aykırı olacak şekilde onlardan habersiz ve izinsiz işler yapmamaları gerekir. Aksi halde yarın Allah'ın huzurunda hesap verme vakti geldiğinde tüzükleri onları kurtaramaz.

Belki sözü biraz uzattık ama maksadımızı inşâallâh anlatabilmişizdir. Sürçülisan ettikse affola.

İLGİLİ YAZILAR

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

FAKİRİN HAKKI









BİR BİD'AT UĞRUNA HAYVAN KATLETMEK

Kimileri, Peygamber kurbanı diye bir şey uydurmuşlar. Büyükbaş bir hayvanın her bir hissesini 28 paya bölmüşler, toplamda tam 196 kişiden para toplayıp bununla bir büyükbaş keseceklermiş. Halbuki, bir hisse birden fazla kişinin parasıyla kesilirse kurban sayılmaz. Buna "kurban" ismi verilemez. Bir bid'at uğruna hayvan katledilmiş olur. Bu tür hareketler din sömürüsü değil de nedir? Kurs veya öğrenci yurdunda et ihtiyacı olup bağış toplamak isteyenler, et istiyoruz diye kampanya yapabilirler. Buna kurban adını vererek zihinleri bulandırmanın ve kurbanın mahiyeti hakkında insanları yanlış yönlendirmenin manası nedir?

Maalesef geçmişten beri din istismarcıları boş durmuyorlar. Milleti sömürmek için sürekli bir şeyler uyduruyorlar. İstismarcı bazı örgütlerin yapısı dağıldı ama ahlakı ve yöntemleri demek ki hâlâ yaşıyor. Bunlara karşı uyarıda bulunmak ise her müslümanın vazifesi.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, ülkemizde bazı yerlerde de birçok insandan para toplanarak, "caminin kurbanı", "kursun kurbanı" veya "afet kurbanı" diye kampanyalar yapıldığını duyuyoruz. Oysa kurban insanın/gerçek kişinin ibadetidir; insan olmayanların, binaların ve tüzel kişilerin kurbanı mı olur? Bir hisseye birden fazla kişi ortak olursa, böyle kesilen hayvan kurban sayılır mı? Sırf kan akıtmak bir ibadet değil.  Kurban şartlarını taşımayan bir kan akıtmaya  yücelik atfetmek, dinimizde yoktur. Kurbanın bir değerinin olması, dine uygun olmasına bağlıdır. Bir de bu kampanyaların sözde dinle ilgili kişiler tarafından yürütüldüğünü duymak, tamamen hayal kırıklığı meydana getiriyor.

Artık din konusunda böyle insanlara nasıl güveneceğiz de kurbanımızı veya başka ibadetlerimizi bunlara emanet edeceğiz? Bunlar birkaç tane değil ortalıkta böyleleri dolu. 

Şu sosyal medyada gezinirken bile şimdiye kadar adını sanını hiç duymadığımız onlarca kuruluşun kurban reklamlarıyla karşılaşıyoruz. Bunlar dinî ahkamı ne kadar biliyorlar? Ne kadar güvenilirler? 

Müslümanlar olarak dolandırıcılara karşı çok uyanık olmamız lazım.








AVUCUNDA KOR TUTMAK GİBİ

Devlet malını yönetirken...
Vakıf malını yönetirken...
Zekat, kurban... vekaletlerini yönetirken...
Aynı sırat köprüsünden geçer gibi bir hassasiyet gerekiyor. Bu hassasiyeti gösterebilenler, inşaallah yaptıkları o önemli işlerin mükafatını da ahirette kat kat alacaklardır. Mazlumların, muhtaçların ve yetimlerin hayır duaları onlarla olacaktır.
Bir iş ne kadar önemliyse karşılığı da o denli büyüktür. İşte o yüzden Peygamberimiz (s.a.s), ahiret gününde o büyük hesap meydanında herkes ateşten kavrulurken özel bir gölgede gölgeleneceklerin başında "âdil devlet başkanı'nın olacağını haber verdi.
Öte yandan bu önemli işlerde hassasiyet göstermeyip şeytana ve nefislerine uyanlar da, o denli büyük azaba uğrayacaklardır. Maazallâh!

Bu konuda gösterilecek hassasiyete bir örnek, Hz. Ömer'in meşhur, devlet mumu hikayesidir. 

VEKÂLETLE KURBAN FIKHINDAN... 2) Öğrenci yurtları için, vekâletle kurban kampanyası yapmak

Normal şartlarda öğrenciler tarafından tüketilmek üzere kurban eti bağışlanabilir ve yurdun bağlı olduğu kuruluş da, bu doğrultuda kurban bayramı kurbanı (udhiyye) için kampanya yapabilir. Çünkü bu kurbandan, zengin-fakir, herkese ikram edilebilir.

Ancak,

Öğrencilerden yemek gibi masraflar için yurt ücreti alınıyorsa, hüküm değişir:

a) Ticari olarak işletilen bir yurdun yemeklerinde kullanılmak üzere kurban kampanyası yapılamaz. Çünkü idare, zaten o yemeklerin ücretini öğrenciden almaktadır. Yapılan sözleşme gereği öğrenci ücretini ödeyecek, idare de buna göre bir yemek menüsü hazırlayacaktır. Şayet idare, bazı yemekleri bağışlanan kurban etlerinden karşılayacak olursa, o takdirde kendi cebinden çıkması gereken parayı, bağışlardan ödemiş olur. Dolayısıyla aslında burada kurban bağışı, öğrencilere değil idareye fayda sağlamış olur. Öğrencilerin yediği değişmezken, idareye kalacak kâr artmış olur. Hâlbuki vatandaşlar kurbanları, idarenin kârı artsın diye değil öğrenciler için bağışlamışlardır. Aksi bir uygulama, vekalet ahkamına aykırıdır.

b) Yurt, ticari olarak değil de, bir eğitim hizmeti ve sosyal yardım biçiminde faaliyet yürütüyorsa yani, öğrencilerden ücret almıyor veya cüzi bir ücret alıyor da geri kalan masrafların bağış ve yardımlarla karşılanacağını onlara bildiriyorsa, o takdirde bağışlanan kurban etlerini yemeklerde kullanması mümkündür. 

Peki, bir öğrenci yurdunun ticari olup olmadığı nasıl anlaşılır?

Bu konuda sadece adına veya vergi levhasına itibar etmek yeterli olmayabilir. Adı vakıf ya da STK yurdu olmasına rağmen, ticari amaç güdenler olabilir. Örneğin, ticari olarak işletilen bir yurtta öğrenciden alınan bir ücretle, aynı veya yakın kalitede hizmet veren bir vakıf ya da STK yurdunda öğrenciden alınan ücret birbirine yakın ise demek ki bu da ticaridir. Böyle bir vakıf ya da STK, o öğrenci yurdu için kurban kampanyası yapamaz, yapmamalıdır. Aynı yemek için hem vatandaşlardan bağış toplamak hem öğrencilerden ücret almak dürüstlüğe yakışmaz. Öğrenciden ücret alınmasına rağmen yemekler kurbanlardan karşılanacak olursa, o takdirde yemek ücretlerini o oranda iade etmek veya indirim yapmak gerekir.

Şu da var ki, böyle bir yurtta, öğrenciler için bağışlanan kurban etleri, normal menüde kullanılmazsa, günlük menü haricinde, farklı zamanlarda öğrencilere özel ve müstakil ziyafetler şeklinde verilecek olursa, Allahü a’lem, bunda beis olmaz.

VEKÂLETLE KURBAN FIKHINDAN... 1) Kurban etlerinin dağıtılabileceği yerler

Kurban ahkamı başka, vekâlet ahkamı başkadır. Mesela,
Kurban bayramında kurbanını (udhiyyeyi) kendisi kesen biri, bunun etinden bir kısmını fakirlere dağıtıp geri kalanından yiyebilir, istediğine verebilir hatta zengin dostlarına bile ikram edebilir.
Ancak;
Vekalet yoluyla kurban kesip dağıtan bir kuruluş, etleri istediği yere dağıtamaz. Nereye dağıtmak üzere kampanya yapmışsa ancak o yönde dağıtması ve sözünde durması gerekir. Vekalet verenlerin haberi ve izni olmadan kendi kendine tasarruflarda bulunamaz. Mesela, "ihtiyaç sahiplerine dağıtıyoruz" diyerek vekalet alan bir kuruluş, kestiği kurbanların etlerinden kendi personeline yediremez, zengin sayılanlara yediremez, gittiği ülkedeki devlet erkanına ziyafet çekemez. Kısacası ihtiyaç sahibi olup olmadığına bakmaksızın rastgele bir dağıtım yapamaz.
İhtiyaç sahipleri için toplanan kurban etleri, genel olarak öğrenci yurtlarına ve kurslara da verilemez. Çünkü buralarda barınanlar arasında maddi durumu zayıf olanlar bulunabileceği gibi kendisinin ve ailesinin maddi durumu çok iyi olanlar da bulunabilir.
Yine "okuldaki/kurstaki öğrencilere yedireceğiz" diyerek kurban vekaleti alan bir kuruluş, bu kapsamda olmayanlara, hocalara, memurlara ve kendi ihvanına bu etlerden yediremez. Etleri satıp okulun/kursun tadilat işlerine harcayamaz.
Aksi halde vekalet ahkamına aykırı davranmış, kendine vekalet verenlerin güvenini kötüye kullanmış ve emanete hıyanet etmiş olur.
Kurban eti, kuruluşun bir "gelir"i değildir. Adresine ulaştırmak üzere teslim aldığı bir "emanet"tir.

Kurban, ancak dine uygun olursa kurbandır.

"Afet kurbanı" diye bir adet çıkmış.
Ortaklaşa toplanan paralarla bir veya bir kaç hayvan kesilip gelenlere ikram ediliyormuş. Akan kandan medet umuluyormuş.
Halbuki, sırf kan akıtmaya bir yücelik atfetmek, dinimizde yoktur. Kurbanın bir değerinin olması, dine uygun olmasına bağlıdır.
Mesela, kurban sayılabilmesi için, bir büyükbaş hayvanın yedide bir hissesi veya bir küçükbaş hayvan, "bir" kişi adına kesilmelidir. Çok kişiden para toplanıp bir hisse, ortaklaşa kesiliyorsa bu, kurban değildir. Sırf hayvan kesimidir. İslam'da böyle bir kurban yoktur.

Böyle kan akıtmanın dinî bir değeri olmadığı gibi başkalarına ikram edilmezse sevabı da olmaz.

İÇKİ İÇMEK Mİ?

 Alkol kullanıp da rezil bir anısı olmayan yoktur, diyorlar.

Gerçekten de;

hem mala zarar

hem sağlığa zarar

hem aileye zarar

hem çocuklara zarar

hem çevreye zarar

hem insanlarla ilişkilere zarar

hem insanın kendi onuruna zarar

hem de Allah'ın (cc) yasakladığı bir günah.

Şu kısacık dünya hayatı bitip Allah'ın huzuruna vardığında, insanı mahcup edecek işlerden biridir, alkol kullanmak.

Değer mi?

ALINTERİNE SELAM OLSUN, ONUN DEĞERİNİ KİMSE BİLMESE ALLAH (cc) BİLİR!

 Yeterli bir kazanç elde edebilmek, kendisinin ve ailesinin geçimini temin edebilmek için her insanın yaşadığı nice acı-tatlı tecrübeler vardır. Genellikle zorluklar hatırlanır hep. Çünkü hayat mücadelesi zordur. Başarmak için, zorlukları aşabilmek ve azimle çalışmak gerekir. Kimi zaman kıtlık çekilir, kimi zaman insan kahrı çekilir. 

Bir de kalbinde Allah korkusu olanların, kazanırken haramdan uzak durmaları, günahlardan uzaklaşmak için, başkalarına göre, iki kat gayret sarf etmeleri gerekir. Zaten zamanımızda helalinden kazanmak ve aldığı ücreti/maaşı helal ettirebilmek adeta büyük bir savaşı kazanmak gibi çetin bir iştir.

İşte tüm bu aşamalar boyunca ortaya konan emek, mübarektir. Bu emekle kazanılan helal rızık, inşaallah hem bu dünyada bir azığımız hem de öbür dünyada kazancımız olacaktır. Biliyoruz ki, Müslüman sırf belli iyilikleri yaparak sevap kazanmaz; harama gitme imkanı varken ondan vazgeçip helal ile yetinmek de cennetin kapılarını açar.

Bu vesileyle, alın teriyle çalışıp sırf helalinden kazanayım diye türlü türlü sıkıntılara sabredenleri, harama el uzatmayanları, daima Allah'ı ve ahiret gününü hatırlayıp hiçbir garibanın gönlünü kırmadan, tüyü bitmedik yetimin hakkına zarar vermeden geçimini sağlamaya çalışan, dürüst ve namuslu bütün güzel insanları selamlıyorum.

 Bilal ESEN

1 Mayıs 2024





ALLAH DOSTU MU? O SENSİN!

Bağlanacak bir "Allah dostu" arayan, fazla uzaklara bakmasın. Allah dostu olmanın, kontenjanı ya da kotası yoktur. Allah bütün müminlerin dostudur, bütün müminler de Allah dostudur. Allah Kur'an'da kendisinin müminlerin dostu olduğunu bildiriyor, iman edip takvaya sarılanlar evliyadır, yani Allah dostudur, diyor. (Bk. Bakara, 257; Yunus, 62-64)

Müslüman, önce kendine saygı duymayı bilmeli. Birilerini muhakkak kendinden daha değerli ve üstün görerek onlar karşısında kendini alçaltmamalı. Kula kul olmamalı. Allah Teâlâ'ya hakkıyla inanıp her daim ona karşı samimi ve dürüst olduğu müddetçe, kendisinin de bir Allah dostu olduğuna inanmalı. Kendisi yüzünü Allah'a döndüğü sürece Allah daima onunla beraberdir.

Allah ile arasındaki bu yüce yakınlığa zarar verecek işlerden kaçınmalı. Araya başka bir varlık koymamalı. O varlığa, olmadık meziyetler yükleyerek onu adeta Allah'ı sever gibi sevmemeli. Elbette mümin, sevgi ve muhabbet doludur. Ama sevdiğini Allah için sever, Allah'ı sever gibi sevmez. İnananların Allah sevgisi, bütün sevgilerin üstündedir.

Aciz ve fani varlıklara muhabbet ile ömrünü geçirip bir türlü Allah'la gerektiği şekilde yakınlık kuramayana yazık olur. Bir hedefe varmak için yola çıkan, yolda dostlar edinebilir, işaretçilerden ve levhalardan yararlanabilir ama mesela, ne kadar faydalı deyip yol gösteren bir tabelaya sımsıkı sarılarak ömrünü o tabelanın başında geçirmez. Böyle yapan, yolundan geri kalır, hedefine varamaz, aldanmış olur.

Bu dünyada doğru bir tutum  belirleyemeyenler, görünüşü takvalı fakat içi fesat dolu birtakım muhterislerin elinde oyuncak olabilirler.

Kimin daha takvalı olduğu, kılık kıyafetiyle veya ağzının iyi laf yapmasıyla belli olmaz.

Bazen öyle olur ki, ömrünü kötülükle geçiren bir kul, bir köpeğe su verdiği esnadaki samimiyeti sebebiyle cennetlik olur, bazen de öyle olur ki ömrünü ilim ve ibadetle geçirdiği zannedilen alim görünümlü bir bel'am cehennemlik olur.

İman ve ihlasın hep birtakım seçkin/özel kişilerde var olduğunu zanneden nice kişiler, o kişilerin peşinden gideyim derken kendilerini kaybetti, ilkelerini kaybetti, samimiyetlerini... kaybetti.

Şimdiye kadar, kişisel ihtirasları öne çıkan nice çıkarcılar, "Allah dostu" kavramıyla insanları aldattı.

Velhasıl, ey Müslüman kardeşim!

Allah dostu sensin. Bu sıfatı başkasının tekelinde görme. Aldanma kimseye. Adamlara değil, ilkelere bağlan. Allah'ın kelamına, O'nun Peygamberinin öğrettiklerine bağlan. Kim bunlara aykırı davranırsa, çekinme onu uyar. Hiç bir kul günahsız ve masum değil. Peygamberler hariç. Kula kul olan köle olur, Allah'a kul olan hür olur. Hür olduğunun farkına var.

Emr-i bil maruf nehy-i ani'l münker, senin görevin. İyi bak, Allah dostu zannettiklerin nasıl da dünyalık peşinde koşuyorlar, nasıl da birbirlerine düşüyorlar. Onlara bağlanırsan bir gün üzülürsün. 

"Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol."

Bilal ESEN
26 Nisan 2024


Din alanında öne çıkmak !

 İman ve ahlak davasıyla yola çıkanlar, başkalarından daha dikkatli olmalılar. Çünkü onların yanlışları daha büyük görünür.

Gerektiği gibi dikkatli olurlar ve davalarını omuzlayabilirlerse alacakları mükafat da daha büyük olacaktır. Ama âhirette.

Kamu malı, vakıf malı... Helal ettir, yediğin her lokmayı

Bulunduğu makam ve mevkide yaptığı usulsüzlükleri normal göstermeye çalışan bazılarının ürettikleri ve zaman zaman ima ettikleri bir argüman var: Ben bu kuruma çok şey katıyorum, benim yaptıklarımın değeri aldığım maaşla ölçülemez. Maaş az. Ben daha fazlasına layıkım.
Böyle böyle kendilerini haram lokma yemeye alıştırıyorlar. Kurum malını türlü hilelerle zimmetine geçirmeyi ya da lüks ve şatafat için hoyratça harcamayı mübah görmeye başlıyorlar. Helal-haram hassasiyetleri kayboluyor.
Bu konuda zamane dindarları ile diğerleri arasında maalesef pek bir fark gözükmüyor. Hatta dinî argümanları kullananların, kendi yolsuzluklarına daha kolay kılıf ürettikleri bile söylenebilir. Bir de üstelik kendilerini uyaranlara kızıyorlar.
Bu nasıl bir cüret? Halbuki Allah korkusu ve ahiret inancı olan bir insan, fazlasına göz dikmez, aksine, aldığım maaşı hak ettirecek kadar çalışabiliyor muyum, diye endişe içinde olur. Kamu mallarına, vakıf mallarına... hıyanet etmenin ne denli vebali olduğunu bilir.
Ne yazık ki, zamanımız müslümanlarından bir çoğu, mal ile imtihanı kaybetmiştir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek gerekçeler üretiyorlar. Şu var ki, bunlarla Allah'ı kandırabileceklerini düşünüyorlarsa, yanılıyorlar.


BAYRAM GELDİ

Tatil değil ruhsuz törenler hiç değil. Bayram samimi bir kaynaşma. Toplumsal barışın yaygınlaşması. Toplum içinde yaşama güveninin hissedilmesi. Duyguların transferi, sevincin paylaşılması, varsa keder ve hüznün ortak yaşanması.

Bütün bunların olabilmesi için önce birbirimize samimiyetle yaklaşmamız gerekiyor. Başka hesapları bir tarafa bırakarak, sırf bir insan ve müslüman olmak vasıflarıyla, en içten duygularla bayramlaşmak gerekiyor. Dünyevi çıkarları, kişisel menfaatleri, cemaat ve siyaset ayrılıklarını bir tarafa bırakmalı. Bunlar sebebiyle geçmişte meydana gelen olumsuzlukların, ilişkilere ömür boyu zarar vermesinin önüne geçilmeli. Şimdiye kadar çevremizdeki insanlarla  bazı bağlar kopmuşsa, nedenlerine bakmalı. Gerektiğinde özür dilenmeli, gerektiğinde mali olarak helalleşmeli. Tatlı söz ve güler yüzle yeni başlangıçlara kapı aralanmalı. Gönül almalı, gönüller yapmalı. Bu noktada, özüyle ve sözüyle dosdoğru bir insan profili çizmek çok önemli. 

Bütün bunlar olmazsa bayram nasıl bayram olacak? Birbirimizin yüzüne bakarken gözler yalan söyleyecekse, bayramlar bayram olur mu? Sahte bayramlaşmalardan gönüller huzur bulur mu?

Bu duygu ve düşüncelerle sizlerin bayramını kutluyor, sağlık ve afiyet içinde hayırlı ömürler diliyorum. 

Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)

İlginçtir... Dinle ilişkilendirilen bir çok kurumun tarihte tecrübesi var. Fakat zekat ve fitre toplayıp dağıtan bir vakıf tarihte yok, ya da bilinmiyor.

Mesela vakıf kurumunun tarihi bir geçmişi var. Fakat o vakıf kurumu, gönüllü bağışlarla kurulmuş ve bunların gelirleriyle yaşatılmış, zekatla değil.  Yine bugünkü sigortacılığa benzer kurumlar tarihte de var. Hatta bankacılığın bile tarihimizde yerinin var olduğu söylenebilir. (Para vakıfları vb.) Fakat bugünkü gibi zekat toplayıp dağıtan ve vakıf adını kullanan sivil kuruluşlara tarihte rastlayamıyoruz.

Esasında vakıf, kendi kendini ayakta tutan bir müessesedir. Bir vakfı kurmadan önce bu vakfın masraflarının ve çalışanlarının ücretlerinin hangi kaynaktan ödeneceğine dair ve ayrıca vakfın hayır hizmetlerinin hangi kaynaklardan sağlanacağına dair gayrimenkuller/sabit getirili varlıklar tahsis edilir. Yani vakıf, kendi malı olmadığı halde başkalarından para toplayıp da  bunları belli hayır cihetlerine ulaştıran, sırf aracılık yapan bir kuruluş değil. Malvarlığı bulunan ve bunu işleterek getirisini hayra harcayan bir kuruluş.

Günümüzdeki vakıfların ve hayır kuruluşlarının birçoğu ise sırf milletten para toplayıp dağıtmak üzerine kurulmuş gibi gözüküyor. Çoğu, varlığını devam ettirmek için sabit getiri sağlayan varlıklara yeterince sahip değil. Bu nedenle çeşitli masraflarını, çalışanlarının maaşlarını nereden ödeyeceklerini, binalarının ve araçlarının giderlerini nerden karşılayacaklarını bilemez durumdalar ve maalesef bu giderlerini, bağışçıların hiç haberi olmaksızın toplanan hayır paralarından karşılayanlar oluyor. Hatta topladıkları zekat paralarını bile bu giderlere harcayanlar, binalarının elektrik ve yakıt gibi giderlerini bundan ödeyenler var. Bu şaşkınlık nedeniyle sözkonusu kuruluşların bir kısmı, bir müddet sonra, muhtaçlara yardımı ikinci plana atıp kendi kurumsal varlığını ayakta tutma ve yaşatma telaşına düşüyorlar. Bu telaş da onlara bir çok hata yaptırıyor, kamuoyunun anlamakta zorlanacağı işler yapıyor ve itibarlarına zarar veriyorlar.

Hiç mi geçmişe bakıp örnek almazlar? Tarihte o vakıflar nasıl ayakta duruyordu? Vakıf, milletin sırtına yük mü olur, yükünü mü alır?

İşte bu gibi nedenlerle, zamanımızda zekat toplayıp dağıtan sivil kuruluşların, köksüz kuruluşlar olduğunu söylemek mümkün. Başka bir deyişle onların bu pozisyonu, adını taşıdıkları vakıf müssesesinin  ortaya çıkış amacıyla ve yapısıyla uyumlu olmadığı gibi zekat tarihiyle de uyumlu değil.

Tarihte, bırakın sivil zekat kurumunu, devlete ait resmi zekat kurumu bile neredeyse yok. Mesela Osmanlı gibi devletlerde böyle bir kurum yok. Onlar zekat kurumundan uzak durmuşlar. Ama zamanımızda zekat toplayıp dağıtan sivil kuruluşlar sürekli çoğalıyor. Okul aile birlikleri dahil, yüzlerce ve belki binlerce kuruluş zekat topluyor. Bir de bu kadar kuruluşun yaptığı kesintileri bir düşünün. Muhtaçlara gidecek paralarla ayakta duran binlerce kuruluş ve onların yaptığı milyonlarca kesinti. Arta kalan olursa o da şansı olan fakirlere gidecek.

Esasında birilerinden mal/para alıp bunu bir yerden diğer bir yere aktarma ve bundan kazanç sağlama işi, hizmet sektörünün ücretli işleri kapsamında. Bunun adına nakliye, lojistik, posta, kargo, kurye hizmeti vs. demek daha gerçekçi olurdu. Adlarını böyle koysalar ve ücretli hizmet yapıyoruz, onun için şu kadar ilave ücret talep ediyoruz deselerdi, daha şeffaf ve güvenilir olurlardı. Şu durumda, toplanan hayır paralarının ne kadar olduğu, nihayetinde muhtacın eline bunun ne kadarının geçtiği ve kuruluşun kasasına ne kadar kaldığı gibi hususlarda bir sürü soru işareti oluşuyor.

Şu sıralar, zekat gibi bağışlar toplayıp dağıtan böyle kuruluşların hangi işine el atılsa dinî açıdan bir çok problem görülüyor. Toplanan zekatların usûlüne uygun dağıtımı konusunda da kafalar karışık. Başı sonu iyi düşünülmemiş, akıntıya kapılıp sürüklenen ve başkaları da aynısını yapıyor, gerekçesine sığınılan bir sürü sakat iş. Nasıl böyle büyük veballi işlere girişiyorlar, şaşırmamak mümkün değil.

Normalde bir insanın, Yüce Allah'ın huzurunda, sırf kendi zekat hesabını bile vermesi zor iken, bunlar nasıl oluyor da yüzbinlerce kişinin vebalini üstlenebiliyorlar? Hayret!

İLGİLİ YAZILAR:

- -ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞLERİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?