İNCİNDİK

Densizin biri Hz. Muhammed ile Hz. Musa'yı saygısızca resmetmiş. Halbuki onlar bizim  baş tacımız. Onlar insanlığı aydınlatan kutlu peygamberler.  Bir densiz, çamur atmakla onları kirletemez. Ancak kendini kirletir. Onlara karşı yapılan her saygısızlıktan ötürü ise biz Müslümanlar üzülür ve inciniriz.

Kendisine de kutsallara da saygısı olmayan, şeytanlaşmış bazı tiplerin son yıllarda dışa vurduğu İslam nefreti, esasında içlerindeki huzursuzlukların bir göstergesidir. Çünkü herkes kendi yanında ne varsa onu dağıtır.

Ne yaparlarsa yapsınlar, biz doğru yolda oldukça onlar asla bize zarar veremeyecekler. Bizler Yüce Allah'ın "Aleyküm enfüseküm!" emrinden bunu öğrendik ve yalnız O'na güvendik. O'nun elçilerinin öğrettiklerine daha sıkı sarılarak huzurun peşinde koşmaya, dünya ve ahiret saadeti için çalışmaya devam edeceğiz.

YOLUMUZ HZ. MUHAMMED'İN YOLUYSA

Bir müslüman için, nefsinden ve şeytandan başka kendisini yanlışa ve günaha sürükleyecek ne olabilir ki?
Kimin hatırı Allah’tan (cc) daha büyük? Ve kimin sağlayacağı imkânlar, Yüce Allah’ın cennet nimetlerinden daha değerli? 
"Dünyada her nimeti bıraksam ne çıkar ki?
Orda O varken, burda bırakılmaz ne var ki?"
(Necip Fazıl)

BUGÜNKÜ HUTBEDE NE KADAR GÜZEL ŞEYLER SÖYLENDİ DEĞİL Mİ?

Evet.

Peki, kime söylendi?

Elbette bize; bana ve sana. Başkasına değil.

Hutbedeki etkileyici bazı cümleler şöyleydi:

“Kamu malı ise; topyekûn bir milletin ortak menfaat alanıdır. Hiç kimse bu mallar üzerinde şahsi ve keyfi bir tasarrufta bulunamaz. Kamu malı; sadece hayatta olanların değil, henüz doğmamış çocukların, tüyü bitmemiş yetimlerin, bütün muhtaçların, garip gurebanın da hakkıdır.”

 “Yaptığı iş karşılığında aldığı ücretten başka, hak etmediği bir ücret talep etmek harama el uzatmaktır.”

“Torpil yapmak ve yaptırmak, adam kayırmak ve kollamak, gençlerimizin hayallerini çalmaktır.”

“Elektrik ve suyu kaçak kullanmak, toplumun tamamının malına el uzatmaktır, haramdır.”

“Allah’ın laneti, rüşvet verenin de alanın da üzerine olsun.”

Hâsıl-ı Kelâm Hulâsay-ı Merâm

Evet, hutbe gayet yerinde uyarılarla doluydu. Söylenmesi gerekenler apaçık söylenmiş. Bundan başka daha ne denilebilir ki! Hazırlayanlardan Allah razı olsun. 

Bizdeki asıl sorun ise uygulamada. Esasında toplum olarak hepimiz bu gerçekleri öteden beri biliyoruz. Kalbinde iman ve vicdan olan biri, hiç kamu malına ve vakıf malına hıyanet eder mi? Etmemesi lazım. Hutbe bunu bize bir kez daha hatırlatmış oldu. Ancak anlatılanları hayata geçirmekte epey sıkıntımız var.

Neden?

Çünkü çoktan beri biz Müslümanlar, bu tür uyarıları genellikle pek üzerimize almıyoruz. Birçoğumuz, sanki Yüce Allah bu dini müslümanlar uygulasın diye değil de başkaları uygulasın diye göndermiş gibi davranıyor. Anlatılan haramları ve günahları, hep başkaları üzerinden düşündük. Başkalarının günahlarıyla meşgul olurken kendimizin de o günahları işleyip işlemediğini sorgulamayı unuttuk. Geçen yüzyılda Mehmet Akif, Batılıları anlatırken "İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi." dediğinde işte bizim bu tutarsızlığımıza dikkat çekmişti.

Şimdiye kadar birçoğumuz, “Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara Sûresi 44) ayetini ve benzerlerini adeta görmezden geldi. O nedenle toplum olarak yeterince arınamadık.

Umarım bundan sonra hepimiz, dinlediğimiz ve anlattığımız dinî öğütleri önce kendi üzerimizde tatbik etmeye çalışırız. İşte o zaman Müslümanlar olarak, çok daha güzel bir dünyada yaşıyor olacağız. Başka milletlere de örnek olacağız. Ve o büyük hesap günü geldiğinde, Yüce Allah’ın huzurunda mahcup olmayacağız.

İnşaallah.

Hutbenin tam metni için bk. 

https://dinhizmetleri.diyanet.gov.tr/Documents/Kamu%20Hakk%C4%B1%20Dokunulmazd%C4%B1r.pdf

MÜZDELİFE... MEZHEPLER VE FARKLI İCTİHADLAR BİRER RAHMETTİR

İşte bunun tezahürünün görüldüğü yerlerden biri, hac. Hac'da Müzdelife'de gecelemek veya fecirden sonra vakfe yapmaktan hangisinin daha önemli/vacip olduğu hususunda mezhepler arasında ihtilaf var. Bunun sonucu olarak, Müzdelife'de, bazı Müslümanlar Kurban bayramı gecesi, gece yarısından önce, bazıları gece yarısından sonra bazıları ise fecr-i sadıktan sonra ibadetlerini yapıp oradan ayrılabiliyorlar.

Şayet böyle olmasaydı da bütün müslümanlar, tek bir mezhebin ictihadına göre amel etselerdi, bu kadar sayıda hacının aynı anda Müzdelife'de toplanmaya ve aynı saatte hareket etmeye çalışması gerçekten çok zor olur ve büyük bir izdihama yol açardı. Nitekim hacda farklı mezheplere uyulmasına rağmen bile geçmişte bazı izdihamlar olmuş ve nice acılar yaşanmıştır.

Elhamdülillah ki dinde bazı konularda farklı ictihadlar ve farklı mezhepler var. Bunlar birer rahmettir.

Din kolaylıktır. Nitekim âlimlerimiz, azimet hükümlerini uygulamak gibi kolaylıkları ve ruhsatları uygulamanın da bu dinin bir gereği olduğunu ifade etmişlerdir. Dini bir mezhebe indirgemeye çalışmak ise onu zorlaştırmaktır.

Peygamberimizin (s.a.s) buyurduğu üzere, dini zorlaştırmaya çalışmak ve dinle yarışmaya kalkışmak doğru değildir. Böyle yapanlar din karşısında mağlup olurlar.

Kısacası, herkes tek başına bir mezhebe uyabilir. Bu konuda, serbestlik vardır. Ancak diğer mezhepleri ve ictihadları kötülemek ve bütün insanları bir mezhebin ictihadını uygulamaya çağırmak, doğru değildir, dini zorlaştırmaktır. Hep zor peşinde koşan, sonunda mağlup olur.

Herkes benim gibi düşünsün, herkes benim caiz dediğime caiz, caiz değil dediğime de caiz değil desin diye beklemek, tatsız sonuçlar doğurur. Birbirinden farklı ictihadların ve farklı fetvaların bulunduğu meselelerde, kimse kimseyi zorlamamalı, kişilerin tercihlerine saygı duyulmalıdır.



FETVA… CENNETE YA DA …

Bazıları zannedebilir ki fetva işi çok mübarek bir iş olduğundan her fetvacı mutlaka cennete gidecektir. Ancak ahirette durum, hiç de böyle olmayabilir, burada zannedildiği gibi çıkmayabilir. Belki de orada, birçoğumuzu şaşırtacak ve şok edecek bir tablo ortaya çıkacak. Mücrim zannettiklerimizi cennette, cennetlik zannettiklerimizi cehennemde görebiliriz.

İşin esasına bakılacak olursa her bir fetva, o fetvayı vereni cennete ya da cehenneme yaklaştırır. Bir adım sağa veya bir adım sola doğru bir çizgi çizer. Ağır bir mesuliyet. Bu durum bir fetva hakkında bile böyleyken, ömrünü fetva ile geçirmiş ve yüzlerce fetvaya imza atmış olanlar için durum nasıl olur acaba? Sağa veya sola doğru kaç çizgi çizildi şimdiye kadar? Çizgiler hep sağa doğru ve cennet trendinde mi yoksa sola doğru cehennem trendinde mi?  Ya da sürekli zikzak mı yapmış o çizgiler? O zikzakların bile bir hesabı yok mu mahşer gününde?

İnsan, mesleği ne olursa olsun, dönüp ardına baktığında, orada kendi amelleriyle çizdiği çizgileri görecektir. Fetvacı her bir fetvasından sorumlu olduğu gibi, örneğin bir öğretmen, öğrettiği her bir bilgiden, bir müteahhit yaptığı inşaatlardaki her bir tuğladan, betondan ve kirişten, bir amir attığı her imzadan, bir vakıf görevlisi topladığı her bir kuruşu yerine ulaştırıp ulaştırmadığından sorumludur ve onun akıbet çizgisini bu davranışları çizer. Arkasında bıraktığı bu çizgiler de onun ahirette nereye gideceğini şimdiden gösterir. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.(Zilzal Sûresi, 7-8)

Elbette hatasız kul olmaz. Ancak hata edenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir. Tövbe, geride o sola eğim gösteren çizgileri silme ve sağa kaydırma imkânı verir. Elbette bu tür bir silmenin ve değiştirmenin de bir zamanı vardır: ölüm gelene kadar. Peki, her birimize ölüm ne zaman gelecek? Bu belli mi? Belki yarın belki yarından da yakın. Ansızın gelecek ölümü ve ardından gelecek hesabın çetinliğini düşününce, bir acayip olmuyor muyuz?

Öyleyse her insanın, günahlarını temizleyip tövbe etmesi gerektiği gibi fetvacıların da zaman zaman geriye doğru bir bakıp kendilerini hesaba çekmeleri gerekmez mi? Örneğin okuyup araştırmadan ve meseleyi iyice kavramadan verdiği hatalı fetvaları fark eder etmez derhal düzeltmeye çalışması gerekmez mi? 

Hani mesela deseler ki, borcundan dolayı malı haczedilecek ve malı bulunmuyorsa hapse gidecekler listesinde şu kişi de var. Bu kişi adını o listede gördüğünde, olduğu yerde oturup bekler mi, yoksa oradan adını sildirmek için hemen bir şeyler mi yapmaya çalışır?

Maalesef, bizim camiamızda, fetva verenlerin zamanımızdaki en büyük zaaflarından biri, hatalı fetvalar. Hata edildiği anlaşılmasına rağmen gurur ve kibir gibi nedenlerle bir türlü geri alınmayan ve düzeltilmeyen o fetvalar. Zaten fetva vermek, zamanımızda en basit görülen işlerden biri. Yeterli ve gerektiği şekilde okumak, araştırmak, sahih isnatlarla ve meşru yorumlarla neticeye varmak, çoğu fetvacıda bulunmayan özellikler. Ama fetva verme cesareti, en üst seviyede. Ortalık fetvacıdan geçilmiyor.

Esasında bir hatadan dönmekten önce, o hatayı hiç işlememek lazım. İlk anda yanlış adım atmamak lazım. Bir fetvacı için, nefsinden ve şeytandan başka kendisini hataya zorlayacak ne olabilir ki? Kimin hatırı Allah’tan (cc) daha büyük? Ve kimin sağlayacağı imkânlar, Yüce Allah’ın cennet nimetlerinden daha değerli? İmam olan birinin, “uydum cemaate” diyerek yaptıklarından kendini kurtarması mümkün mü?

Yanlışa ve hataya, daha ilk başta karşı durabilmek lazım. İlk karşılaşmada eğilip şeytanın kendisi ezmesine izin verenin bir daha belini doğrultması kolay mı? Mümin, ileride Allah’ın huzurunda mahcup olacağı bir işi baştan hiç yapmamalı, Allah’ın hatırını her şeyin üstünde tutmalıdır.

Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Takvâ sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu düşünüp hemen gerçeği görürler.” (A’raf Süresi, 200-201)

“Fetva vermeye en cesaretli olanınız, cehenneme girmeye en cesaretli olanınızdır.”

“Fetva verenlerin en bedbahtı, başkasının dünyası için kendi ahiretini mahvedendir.”

Ahiretini düşünüp geçmişini sorgulayan insan, şairin aşk meselesinde söylediği şu sözlerdeki gibi bir duruma düştüğünü fark edecek olursa, acele etmeli ve bugünün tövbesini asla yarına bırakmamalıdır.

Mâzî kalbimde bir yaradır

Bahtım saçlarımdan karadır

Beni zaman zaman ağlatan

İşte bu hazîn hâtıradır.

Rabbim bizi, iman ve amel bakımından, mazideki hatırası iyi olanlardan eylesin. Varsa kusurlarımızı fark edip bir an önce telafi etmeyi nasip etsin. Hem ilk hem de son duamız:

Rabbim! Girilecek yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana tarafından yardımcı bir güç ver!(İsrâ Sûresi, 80)

Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.


08.06.2025

Mekke

Dr. Bilal ESEN








KURÂN’LA BARIŞIK OLMAYANLARIN MEÂL YAYINLAMA HEVESLERİ

Birileri, kendilerini Müslüman toplumdan sürekli ayrıştırmalarına rağmen, Kur'an'daki birçok ayetin Allah kelamı olmadığı ve hatta bazı Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddialarını ileri sürmelerine rağmen Kur’ân çevirisi yapmakta çok hevesli gözüküyorlar. Anlaşılır gibi değil. Beğenmedikleri ve sevmedikleri bir kitapla ne işleri olabilir!

Belli ki, kendileri Kur’ân-ı Kerim’le barışık olmadıkları gibi Müslümanların da Kur’an’la barışık olmamalarını ve ondan şüphe duymalarını istiyorlar. Meal yayınlamalarındaki amaç bu. Onlara bir uyarı yapılıp yüz milyonlarca Müslümanın kutsal kitabı olan bir kitap hakkında böyle keyfi davranamayacakları söylendiğinde de, küplere biniyor ve kendi meallerini yakma eylemi düzenleyeceklerini söylüyorlar. Yaksınlar… Böyle bir şeye şahit olmak bize şu ayet-i kerimeleri hatırlatır:

 “Allah’ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden geliverdi; Allah yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl sahipleri! ... Bu, onların Allah ve resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı cephe alırsa bilmeli ki Allah cezalandırmada çok çetindir.”

( فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فٖي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْدٖيهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِنٖينَ فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ...  ) (Haşr 59/2, Ku’rân Yolu Meâli)

Ayetleri çarpıtmak ve İslam dışı anlayışları Kur’ân diye sunmak bir özgürlük olamaz. Kendi uydurmalarının altına kendi adlarını yazabilirler ama bu saçmalıklarına asla Kur’ân Meâli adını veremezler. 

Nasıl ki, domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü değilse İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.

01.06.2025

Dr. Bilal ESEN




DOMUZ ETİ ve PİYASADAKİ SÖZDE KUR'ÂN MEÂLLERİ

Domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü olmadığı gibi,

İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.

KABE'NİN DİBİNDE KUL HAKKI

Bazılarının, Kabe'nin daha yakınından tavaf yapabilmek için izdihama neden olduklarını, itişip kakıştıklarını, tavafın kolaylıkla yapılmasını sağlamak için konulan kuralları sahte ihramlarla çiğneyerek başkalarının hakkına girdiklerini ve kul hakkını önemsemediklerini görünce aklıma Yunus Emre'nin aşağıdaki deyişleri geldi.

Maalesef bazı müslümanlar, bu dinin yarısı doğrudan Allah'a (cc) ibadet ise diğer yarısının da mahlukata şefkat ve kul haklarıyla ilgili olduğunu idrak edemiyorlar. Hatta hadis-i şeriflerde, mümin kardeşinin kul hakkına saygı göstermenin, Kabe'ye saygı göstermekten daha üstün olduğuna işaret edildiği halde, bu işareti bir türlü kavramıyorlar.

"Ararsan Mevlayı kalbinde ara

Kudüs'te Mekke'de Hac'da değildir"

 

"Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil"

 

Çakma ihramla ilgili yazı için bk.

https://bilalesen.blogspot.com/2025/05/cakma-ihram.html?m=1

"ÇAKMA İHRAM" MESELESİ

Son zamanlarda Kabe etrafında zemin kattan tavaf yapmak sadece umrecilere/ihramlılara tahsis edilmiş durumda. Diğerleri, üst katlardan tavaf yapmaya yönlendiriliyorlar. Fakat ne yazık ki, bazı kimseler esasında umre yapmadıkları halde umreci gibi gözüküp  hemen Kabe'nin yanına girmeye ve tavaf etmeye çalışmaktadırlar.

"Çakma ihram" deyimiyle anılan bu davranış, çok yanlıştır. En başta diğer insanlara zarar vermek ve kul hakkını çiğnemektir.

Çünkü, Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı tarafından, 2025 yılı Ramazan ayında yayınlanan "Umrecilerin Güven ve Emniyetinin Sağlanmasına İlişkin Kurallar"da da belirtildiği üzere, sözkonusu tedbirin hedefi, umrecilerin güven içinde, kolaylık ve rahatlıkla ibadetlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Bu noktada kadınlar ve erkekler arasında bir ayırım da yoktur. Kadınlar da umre tavafı haricinde oraya girmemelidirler. Böylece izdiham olmadan, herkes hiç olmazsa umre tavafını rahat yapabilecektir. Geçmişten beri oralarda izdiham ve düzensiz hareket nedeniyle bazı acılar yaşanmıştır. Bunlardan ders almak gerekir.

Güya ibadet yapacağım diye başkalarının işini zorlaştırmak ve onlara eziyet etmek dindarlık değildir.

Allah Resûlü, bir defasında Kâbe"yi tavaf ederken şöyle seslenmiştir:

“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama bu canı bu tende tutan Allah"a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı), senin saygınlığından daha büyüktür!bn Mâce, Fiten, 2.) Yani her mümin kul, Kâbe kadar hatta ondan daha fazla hürmete lâyıktır. Diğer kulların hakkını çiğneyerek yapılan tavaf, tavafın ruhunu anlamamaktır. Kabe'ye hürmetin ne olduğunu anlamamaktır.

Şayet dinimizin yarısı doğrudan Allah'a ibadet ise diğer yarısı da kullara ve mahlukâta şefkatle ilgilidir. Allah'ın kullarına eziyet ederek ibadet edilebilir mi?

Sözkonusu tedbirin arkasında başka amaçlar bulunduğunu iddia ederek, çakma ihramı meşru göstermeye çalışanlar, ancak kendilerini aldatırlar. Halbuki, nasıl ki kendileri ilk defa umre tavaflarını yaptıklarında rahat bir şekilde yapabildilerse, daha sonra gelenlere de yer açmalı ve kendileri için istediklerini din kardeşleri için de isteyebilmelidirler.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü"l-kıyâme, 59)

Selam olsun, kul hakkına girmeden umre ve haclarını tamamlayabilenlere!







 


"FAKAT SİZ NASİHAT EDENLERİ SEVMİYORSUNUZ"

İnsana en güzel şekilde yakışacak takılar, mücevherler, armağanlar... gökten yağıyor. Kimisi önce cömertliği, kimisi iffeti, kimisi hayâyı... seçiyor. Kimisi hiçbirini kaçırmadan hepsini yakalamaya çalışıyor.

Ancak kimisi de var ki, bunların hiçbirine bakamıyor, çünkü gözleri güzelliğe, kalbi tefekküre, kulakları hakikate kapalı.

Gökten ne yağarsa yağsın o hep bataklığı, kötülüğü, iffetsizliği ve iğrençliği seçiyor. Gurura kapılıyor ve en güzel nasihatlerden hatta okunan ayetlerden bile etkilenmiyor, bir de üstelik nasihat edenlere düşman kesiliyor. 


"Şüphesiz ki, Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl Suresi 90. Ayet)




PEYGAMBERİMİZ MÜELLEFE-İ KULÛBA ZEKATTAN PAY VERDİ Mİ?

(Konuya ilgi duyan ilahiyatçı dostlarımdan bir rica)

Bir iddiaya göre;

Tevbe Sûresi 60. ayette "sadakaların" müellefe-i kulûba verilebileceği açıklanmakla birlikte, Hz. Peygamberin (s.a.s) kendi zamanında bu sınıftan bir kişiye "zekattan" pay verdiğine dair, açık bir rivayet/hadis yoktur. Bu konuda Peygamberimiz dönemini anlatan rivayetlerin neredeyse tamamı müellefe-i kulûba "ganimet"ten pay verdiğine ilişkindir. Bazı rivayetlerde ise genel olarak mal verdiğinden söz edilmekte, bunun ganimet veya zekattan olup olmadığı açıkça belirtilmemektedir.

Değerli dostlar, bu iddiaya karşı şimdiye kadar derin bir araştırma yapamadığım için, daha önce özel olarak bazı dostlarıma sormuş ve varsa ilgili hadisleri/rivayetleri bildirmelerini rica etmiştim. Henüz açık bir rivayete ulaşamadık. Bir kez de size sormak istiyorum.

Varacağımız netice, müellefe-i kulub meselesini tarihte doğru yere oturtup oturtmadığımız konusunda ve şimdilerde bu kavram kullanıldığında neden sadece zekat konusunun akla geldiğini, yeni müslüman olmuş kimselere niye zekattan başka infaklarla yardım etmediğimizi ve bunların sebeplerini izah sadedinde çok faydalı olacaktır.

Şunu da belirteyim. Uzun boylu araştıramadım fakat kendi kısa çalışmalarımda, bu konuda bazı tarihi bilgilerin çarpıtıldığını da gördüm. Mesela klasik bir tarih kitabında, Ömer b. Abdülaziz'in müellefe-i kulûba "ganimet"ten mal verdiği açıkça belirtildiği halde, zamanımızda bu kaynağa atıf yapan kimi akademik çalışmalarda buradaki ganimet kelimesinin yok sayılarak, olayı hatalı aktardıklarını ve "zekattan verdi" diye bahsettiklerini gördüm.

Kısacası, özellikle hadis alanında uzmanlığı olan dostların, varsa bu konuda "temel hadis kaynakları"ndaki rivayetleri bildirmelerinden büyük memnuniyet duyacak ve duacı olacağım.

Kurbanın ucuzu mu, pahalısı mı?

Pahalı da olsa usulüne uygun olarak kesildiğinden emin olduğumuz bir kurban, kesilip kesilmediği meçhul olan "ucuz" kurbandan hayırlıdır.

Kimse kurban fırsatçılarının kurbanı olmasın.



EMEKLİLERİN PROMOSYON ALMASININ HÜKMÜ

Daha önce memurların promosyon almasının ve kullanmasının dinî yönü hakkında bir yazı yazmıştık. Konuyu bir de emekliler açısından değerlendirmek uygun olacaktır. Memurlardan farklı olarak emeklilere, devlet ile banka arasındaki maaş /promosyon sözleşmesine sonradan da olsa dahil olma imkanı tanınmış olması nedeniyle böyle ayrı bir yazıya ihtiyaç duyulmuştur.

Önceki yazımızda, promosyon anlaşmasındaki "şüphe" iddiaları başta olmak üzere meseleyle ilgili farklı görüşler bulunduğu ifade edilmiş ve bunlar tahlil edilmişti. Oradaki tahliller temel olmak üzere, emeklilerin promosyon almaları hakkında ilave olarak şunları söyleyebiliriz:

1. Emeklilerin, bankalardan aldıkları promosyonlar genel olarak bankaların birer hediyesi değildir. Promosyonun banka tarafından verilmesini hem devlet mevzuatı zorunlu tutmaktadır hem de bu promosyon, bankalarla SGK (devlet) arasındaki bir hizmet sözleşmesinin/maaş ödeme anlaşmasının gereği olarak verilmektedir. O sözleşmede, emekliye verilecek promosyonun asgari miktarı belirlenmektedir. Yapılan bu anlaşmadan sonra emekli, SGK ile banka arasında imzalanan sözleşmedeki şartları sağladığını ve o sözleşmede şart koşulan süre boyunca, seçtiği bankayla çalışmaya devam edeceğini taahhüt ederek o  promosyonu almaktadır.

SGK ile bankalar arasındaki anlaşma gereği verilen bu promosyon, emekliler açısından, bankanın bir hediyesi değil devletin bankayla yaptığı hizmet sözleşmesinde kararlaştırılan bir bedeldir. Bedeli verenle hizmeti verenin aynı taraf olması, sözleşmenin dinen meşruiyetine halel getirecek bir husus değildir. O sözleşme gereği, maaşın alınacağı günün gece yarısından önceki bir kaç gün içinde para bankada tutulmaktadır. Fakat bu süreç emeklinin sorumluluğunda değildir. O süre boyunca para devletindir ve sürecin nasıl yürütüleceğine dair sözleşmeyi bankayla devlet yapmıştır. Zaten hükümet yetkililerinin zaman zaman verdikleri demeçlere bakılacak olursa onlar, emeklilere verilen maaş promosyonlarının, kendilerinin sağladığı bir avantaj olduğunu söylemektedirler. Bankaların promosyon vermesini zorunlu tutan mevzuat da devlet tarafından çıkarılmıştır. Emekli promosyonlarının buraya kadar ki süreci memurlara verilen promosyonun süreciyle benzerdir. Her ne kadar bu süreç boyunca paranın hangi bankada bulunacağına dair emeklinin yaptığı tercih etkili olsa da henüz mülkiyet intikali yoktur. Emeklinin mülkiyetine intikal ancak paranın onun hesabına yatırılmasından sonra gerçekleşmektedir. Bütün bunlara bakarak promosyonun asgari kısmının bankanın emekliye verdiği bir hediye olmadığını dinî bakımdan da hediyenin hükmü gibi değerlendirilmeyeceğini söyleyebiliriz.

2. SGK ile banka arasındaki sözleşme gereği emeklilerin aldığı asgari promosyonun caizliği bakımından, maaşa aracılık eden bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan birisi olması arasında fark yoktur. Zira bu konuda katılım bankalarının işlemleriyle diğerlerinin işlemleri aynıdır, esası etkileyecek bir fark yoktur.

3. Emeklinin, banka seçme hakkının bulunmasına binaen faizli bir bankayı tercih edip orada vadesiz/faizsiz hesap açması ve o bankalar vasıtasıyla meşru işler yapması günümüz şartlarında caizdir. (Bu meseleyle ilgili daha detaylı bir yazıya şu linkten ulaşılabilir.)

Bu noktada katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı itirazını yapanlar da olabilir. Ancak katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları konusu tartışmalıdır. Ayrıca ülkenin her tarafında, onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece bu bankalar aracılığıyla yapılmasında ciddi sorunlar ve hizmet eksiklikleri bulunduğu hususu, yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir. Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir. Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak haram sayılamaz.

4. Emekliye, SGK ile banka arasındaki sözleşmede belirtilen asgari promosyondan başka, banka ile kendisi arasında sonradan yapılan sözleşmeye/taahhüde binaen ilave bir promosyon veriliyorsa bu kısmın, bankanın emekliye bir hediyesi mi yoksa hizmet sözleşmesinin bir bedeli mi olduğu hususu tartışmaya açıktır. Kanaatimizce, buna tam olarak hediye demek zordur. Çünkü banka bunu sebepsiz yere değil emekli ile yaptığı sözleşmenin neticesinde vermektedir ki, bu durumda bunun da maaş anlaşmasının bir bedeli olduğu, başka bir deyişle, promosyonla ilgili yukarıdaki anlattığımız hususların burada da geçerli olduğu söylenebilir. Söz konusu ilavenin, bir hediye olarak görülmesi halinde hediye hükümleri geçerli olacak ve veren bankanın kazancının çoğunun helal olup olmadığına bakılması gerekecektir. Fıkıh kitaplarında genel olarak, malının çoğu haram olan birinin hediyesini kabul etmenin caiz olmadığı belirtilmektedir. Tabi ki bu hüküm, mali imkanı yerinde olanlar hakkında geçerli olup geçim sıkıntısı çekenler, kendilerine verilen hediye ve bağışları sorgulamadan kullanabilirler. Zaten gelire haram karışma gibi nedenlerle bir kimsenin tasadduk etmesi gerektiğinde, tasadduk edilecek bu miktarı sahibinin kullanması mahzurlu olmakla birlikte bu tasadduku kabul edecek taraf olan fakir için, aynı mahzurun sözkonusu olmaması genel bir hükümdür.

Sonuç olarak,

Emeklilerin, SGK ile bankalar arasındaki sözleşmede belirlenen promosyonu almaları caizdir. Maaş alınan bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan biri olması arasında fark yoktur. Promosyonun bu asgari miktarından başka, emeklinin bankayla sonradan yaptığı sözleşmeye/taahhüde binaen verilen ilave promosyon da kanaatimizce aynı hükümdedir. Ancak bu kısmın hizmet bedeli mi yoksa hediye mi olduğu hususunda şüphesi bulunanların, hali vakti yerinde olmaları halinde, faizli bankalar tarafından verilen bu kısmı kullanmayıp yoksullara vermeleri daha uygun olur. Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekenlerin ise bunu kullanmalarında bir beis olmaz. Zaten emeklilerin çoğu bu durumdadır. Her hâlükârda emekliler, promosyonu bankada bırakmazlar ve alıp kendi tercihleri doğrultusunda hareket ederler. Zamanımızda hiçbir emekli, bankada para bırakacak ve bankaya hediye verecek kadar zengin değildir.

Allahu a’lâ ve a’lem.

13.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku


İLGİLİ YAZILAR

- FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

PROMOSYONUN HELALLİĞİ ÜZERİNE








BAYRAMDAN DAHA YENİ ÇIKTIK, KAZANIRSAN DOST KAZAN...

Uzaklarda yardım bekleyen insanlar var. Gazze var... Doğu Türkistan var... Doğrudur.

Ancak bir başka doğru da ülkemizde ve çok yakınımızda olanları ihmal ettiğimiz ve yanımızdan uzaklaştırdığımızdır. En azından bir kısmımızın bu konuda kusuru var. Her geçen gün boş yere yeni küskünler meydana getiriyoruz. Bu mesele, hem dinî hem de millî birlik ve beraberliğimiz açısından çok hassas.

Mesele sırf maddi yardım yaparak ve para dağıtarak adam kazanacağını zannetmekten daha derin.

Gerek dinî gerekse insanî duygular yönünden toplumumuzdaki insanlarla bütünleşebilmek, dertlerini anlayabilmek, duygularına ortak olabilmek, her bir ferde kendini değerli hissettirmek, itilmişlik ve ihmal edilmişlik algısına sebebiyet vermemek ve aynı zeminde buluşabileceğimiz ortak noktalarımızı arttırmak, kırgınlıkları ortadan kaldırmak, yeni kırgınlıklar meydana getirmemek ve aramızda olanları ötekileştirip kaybetmemek lazım. Kısacası etrafımızdaki halkayı günbegün genişletmek gerekiyor, daraltmak değil.

Ülkemizde milli ve manevi değerler etrafında oluşan mevcut seviyenin uzun bir geçmişi ve çok da kolay olmayan bir süreci var. Var olan kazanımları hoyratça heba etmemek gerekir. Kötü örnek olup da temsil ettiği değerlere zarar vermemek gerekir. 

Kaba ve bağırtkan dil, etrafındakilerin dağılmasına, sürekli birilerini suçlamak safların zayıflamasına yol açıyor. Alenen kendi değerlerine aykırı işler yapmak, gelecek nesilleri bizden uzaklaştırıyor. Bir kişinin bile uğradığı bariz bir haksızlığın ya da kayırmacılığın haberi, yüzlerce kişiyi küstürüyor. Derdi olanın derdini görmezsek maval okumanın bir faydası olmaz.

Gelin biraz da, düzeltmeye kendimizden başlayalım. Güzel ülkemize yazık etmeyelim. Dost kazanalım, düşman değil.




BİZE AKLI BAŞINDA HAREKET EDECEK MÜSLÜMAN LAZIM, KENDİ KALESİNE GOL ATAN DEĞİL

Forvet, bütün şutları karavana atıyorsa...
Orta sahadakiler birbirlerinin ayağına dolanmaktan top süremiyorsa,
Sağ bek, bütün pasları rakip takıma kaptırıyorsa...
Kaleci ta orta sahadan gelen şutu göremiyorsa...
Sol bek topu kendi kalesine gönderiyorsa...

Amigolar istedikleri kadar bağırsın.
İyi bir takım ve iyi bir sistem olmadıkça kabus sadece 90 dakika değil bütün bir ömür boyu sürer.
Bize, ne yaptığını bilen, aklı başında hareket edebilen ve yapacağı işin sonunu önceden kestirebilen "takım oyuncuları" lazım. Sürekli kendi kalesine gol atan ve günbegün itibar kaybettirenler lazım değil.

FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

Bankaların en çok yaptığı işler, paraya ihtiyaç duyana faizli finansman, parasını bankaya yatırana da vadeli mevduat gibi yollarla faiz getirisi  sağlamaktır. Bununla birlikte zamanımızda  bankalarda faizli işlemler dışında da bir çok iş yapılmaktadır. Vadesiz hesap açarak yapılan ülke içi veya uluslararası para transferleri; vergi, fatura, bağış ödemeleri; kart, sigorta, hisse senedi, döviz ve kıymetli maden işlemleri; SGK, HGS, tapu güvenilir hesap işlemleri, çek, senet, maaş ve ATM işlemleri bunlardan bazılarıdır. Bu gibi işleri faiz alıp vermeden gerçekleştirmek mümkündür. 

Günümüz şartlarında Türkiye'de, bankalarla çalışmak ve vadesiz/faizsiz hesap açmak gibi işler dinen haram sayılamaz.
Şayet bankanın kazancının çoğunun haramdan olduğu ve bu gibi işlerin kendisi faizli olmasa bile bunları bankada yapmanın faize yani "harama destek olmak" anlamına geldiği ve haram olduğu iddiası ileri sürülecek olursa bunu şöyle değerlendirebiliriz:

Fıkıhta, özellikle de Hanefi fıkhında malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir mal ya da hizmet üzerine muamele yapmak, geçerli olmakla birlikte, mekruh sayılmaktadır. Buradaki mekruhluk ise kişinin, haramla iş yapmayı itiyat haline getiren biriyle muamele yapması halinde kendisinin de bir gün harama düşme riskinin bulunması sebebiyledir. Bu husus Hanefi fıkıh kitaplarında  ( مثل معاملة من أكثر ماله حرام لاتحرم مبايعته حيث لم يتحقق حرمة ماأخذه منه ولكن يكره خوفا من الوقوع في الحرام كذا في فتح القدير) biçiminde ifade edilmektedir (Bk. Hamevî, Ğamzü uyûni’l-basâir, 1/385; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâk’ıl-felâh, 35). Muamelenin bu gerekçeyle mekruh sayılması söz konusu muameleyi ve bu muamele karşılığında alınan bedeli haram kılmaz. Yukarıdaki alıntıda bu da belirtilmektedir. Çünkü muamele, asıl itibarıyla meşru olan bir iş ve bedeliyle ilgilidir. Mekruhluk ise onu çevreleyen bir riskten/şüpheden dolayıdır. Bu tür meselelerde “harama destek olma”  şeklinde bir gerekçenin hükme medar kılındığına fıkıhta (Hanefi fıkhında) rastlayamadık. Bir başka deyişle, malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir alışveriş yapmanın mekruh sayılması, harama destek olma gerekçesinden dolayı değildir. Oradaki gerekçe, yukarıda belirttiğimiz gibi, böyle bir muamelenin haram işlemeye götürme  riskidir.

Esas itibarıyla meşru olan bir muamele, taraflardan birinin başka konulardaki günahlarına destek olmak şeklinde yorumlanarak haram sayılamaz. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s) yahudiler ve müşrikler gibi kesimlerle bir çok meşru alışveriş yaptığı bilinmektedir. Tarih boyunca müslümanlar Adriyatik'ten Çin seddine, farklı ülkeler, farklı dinler ve farklı meşreplerden insanlarla alışverişler yapmışlardır. İpek yolu ve baharat yolu gibi kavramlar bu uluslararası alışverişleri hatırlatmaktadır. Elbette bu esnada müslümanlarla alışveriş yapan karşı tarafın, kazandığı paraları günah olan işlerde de kullanmış olması mümkündür. Fakat bundan yola çıkıp da bütün bu alışverişler, karşı tarafın günahına destek olmak biçiminde yorumlanmamış ve haram sayılmamıştır. Zaman zaman ticaret yasakları söz konusu olmuşsa da bunlar devletler arası savaş durumuna mahsus sınırlı uygulamalardır. Bunlar dışında farklı milletlerden insanlarla alışveriş öteden beri devam etmiştir.

Hatta tarihte kimi zaman kimi bölgelerdeki savaşlar, yağmalar, gasplar ve hırsızlıklar çoğalıp uluslararası  pazarlardaki malların helalden mi yoksa haramdan mı olduğu konusunda birçok şüphe ortaya çıktığında ulema, böyle devirlerde "sırf haram" olandan kaçınmanın yeterli olduğunu, yani pazarda satılan herhangi bir malın haramdan kazanıldığı kesin olarak bilinmedikçe alınıp satılabileceğini söylemişlerdir. Böyle durumlarda alışveriş yapmayı, haram işleyenlere destek olmak şeklinde yorumlamamışlardır. Genel uygulama böyledir. Kaldı ki son söylediğimiz bu husus, doğrudan akdin konusu olan maldaki bir şüpheyle ilgilidir. Meşru bir malı alan veya satan tarafın başka konulardaki günahlarına gelince, bunların söz konusu akdin temelini sakatlayacağı da söylenmemiştir. Bu noktada dikkat çekilen husus, haramdan kazanmayı alışkanlık haline getirmiş kişiyle muamele yapıldığında bir gün harama düşme endişesidir. Bu endişe sebebiyle kerahete hükmedilmiş fakat yapılan akit geçersiz ve haram sayılmamıştır. Böylece ihtiyaç halinde böyle bir muamelenin yapılabilmesine kapı aralanmıştır.

Malının çoğu haram olan kişiyle iş yapmamak, örneğin kendi tercihine bağlı olarak faizli bankayla çalışmamak bir müslüman için ideal bir davranış olabilir. Bu böyle olmakla birlikte, yeterli bir alternatif bulunmaması gibi sebeplerle, meşru bir iş için faizli bankayla çalışmak durumunda kalınmışsa bu durumda mekruh hükmünün de söz konusu olmayacağı kanaatindeyiz. Zaten başta belirttiğimiz gibi bankaların bütün işi faiz değildir, bunun dışında da bir çok iş ve işlem yapmaktadırlar.

Başta maaşlı çalışanlar olmak üzere bir bankayla çalışmak zamanımızda neredeyse herkes için bir ihtiyaçtır. Memurların ve emeklilerin, maaşlarını banka dışında bir yerden almaları mümkün değildir. Bu tür durumlarda "ihtiyaç" hükme tesir eder. “Meşakkat teysîri celbeder.”, “Hâcet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil olunur.” ve “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar.” şeklindeki fıkıh kaideleri bize bir fikir verebilir.

Katılım Bankaları Gerçek Bir Alternatif Olabildiler mi?

Bu noktada, zamanımızda artık katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı şeklinde bir itiraz yapılabilir. Ancak en başta, katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları ve bu konudaki inandırıcılıkları tartışmalıdır. Ayrıca, örneğin, ülkenin her tarafında onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece katılım bankaları aracılığıyla yapılması durumunda ciddi sorunlar ve hizmet eksikliklerinin ortaya çıktığı görülmüş ve bu husus yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir.

Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Bu gibi nedenlerle insanlar hâlâ diğer bankalarla çalışmak durumunda kalabilmektedirler. Hatta konvansiyonel bankalardan biri bile -ne kadar gelişmiş olursa olsun- kimi işler için yeterli olmamakta, zamanımızda birden çok bankayla çalışma ihtiyacı ortaya çıkabilmektedir.

Katılım bankalarının kendileri bile bazı işlerde yurt içindeki ve dışındaki konvansiyonel (faizli) bankalarla ve faizli işlem yapan diğer kuruluşlarla iş birliği yapmaktadırlar. Mesela, ortak kredi kartı ve ATM anlaşmaları böyledir. Birbirleriyle döviz, sukûk ve kira sertifikası vb. alıp vermektedirler. Hatta ülkemizdeki katılım bankalarından birinin ana ortağı, konvansiyonel bir bankadır. Yani konvansiyonel bankalarla katılım bankaları öteden beri birbirleriyle iş yapmakta ve yapmaya devam etmektedir. Hal böyleyken sade bir vatandaşa, faizli bankalardan tamamen uzak durmasını ve sadece katılım bankalarıyla çalışmasını söylemek çelişkili değil midir? Buna, kraldan çok kralcı olmaya kalkmak denmez de, ne denir?

Yine mesela zamanımızda yardım faaliyeti yürüten birçok hayır kuruluşu ve dinî kuruluş, gerek yurt içi gerekse yurt dışı hizmetlerini yürütürken, zekat ve kurban gibi organizasyonlar gerçekleştirirken faizli bankalarla da çalışmakta, bu bankalardaki hesaplarıyla bağış toplamakta ve para transferi yapmaktadırlar. Buna rağmen bu kuruluşlardan bazılarının, yaptıkları bu işleri görmezden gelerek sadece personel maaşı konusunda faizsiz banka hassasiyetini ileri sürmeleri büsbütün bir çelişki değil midir?

Bütün bu gerçekler, günümüzde konvansiyonel bankalardan tamamen uzak durulmayacağını göstermektedir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir.

Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, ihtiyaç halinde faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp para transferi, fatura ödemeleri ve menkul kıymet saklama gibi faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak dinen haram veya mekruh  sayılamaz, kanaatindeyiz.

Bir kişi, kendi şehrinde faizsiz bir banka bulunmaması veya bulunsa da yeterli sayıda şube veya ATM'sinin bulunmaması, belli bir hizmetinin eksik olması ya da hizmet kalitesinin yeterli olmaması gibi sebeplerle faizlii bir bankayla çalışabilir. Bütün bunlar ihtiyaç kapsamındadır. Aynı hüküm, kurumları adına maaş sözleşmesi yapma pozisyonunda bulunan yöneticilerin bireysel dindarlıkları açısından da geçerlidir.

Allâhu a'lâ ve a'lem.

01.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku




EVLİYA OLANA, BAYRAMDA NE YAPMAK YAKIŞIR?

Bayramlarda bazı evlerde, kim bayramlaşmaya geldi kim gelmedi muhabbeti yapılır. Hatta bazen kısık sesle ufak kırgınlıklar dile getirilir.

Aslında mesele, hangi taraf diğerine gitmeliydi, kim haklı kim haksız, meselesi değil. Çünkü hepimiz biliriz ki, haklı olmak, her zaman huzurlu olmaya yetmez. Şu kısa dünyayı güzelleştirmek ve huzurlu bir yaşam sürebilmek için kendini haklı göstermekten başka bazı çözümler üretmek gerekir. İşte bu noktada belki şu Nasrettin Hoca fıkrası bize bir mesaj verebilir:

Hocanın evliya olduğuna dair toplumda bir şâyia dolaşmaktadır. Günlerden birgün, onun evliya olduğunu duyanlar toplanıp gelirler ve şöyle bir soru sorarlar:

- Hocam evliya mısınız?

- Evet...

- Peki evliya olduğunu bize göster.

- İnanmıyorsanız şu karşıdaki koca ağacı çağırayım da gelsin buraya. O zaman evliya olduğumu anlarsınız.

- Tamam, hadi çağır da gelsin. 

Herkes, ne olacak diye merakla hocayı izlemeye başlar. Hoca, "Ey ağaç gel buraya!" diyerek çağırır fakat ağaç kıpırdamaz. Üç defa tekrar etmesine rağmen bir değişiklik olmaz.

Kalabalıktakiler: "Bak hocam, ağacı çağırdın ama sana gelmedi" derler. Hoca hiç istifini bozmadan: 

'O bana gelmezse ben ona giderim, evliyada kibir olmaz' der ve ağaca doğru yürümeye başlar.

Gelmeyene giden evliyaya selam olsun.

Herkese iyi bayramlar.




ZEKÂT DİN ADAMLARININ VE DİNÎ KURUMLARIN HAKKI DEĞİL, FAKİRİN HAKKI

Zekatın manasını kavrayabilmek için, kimlere verildiği kadar kimlere verilemediğine de iyi bakmak gerekir. Mesela zekat zenginlere verilmediği gibi, fakir olsalar bile, Hâşimoğullarına, Peygamberimize ve ailesine, O'nun soyundan gelenlere de verilmez.

Niçin?

Bunun sebebi çoğunlukla, zekat almanın onların saygınlıklarına zarar vereceği şeklinde açıklanır.

Diğer yandan onlara zekat verilememesinde -Allahü a'lem- şu mesaj da vardır:

Zekat dinî bir ödeme olmakla birlikte, din adamlarına ve dinî önderlere verilen bir sadaka ya da onlara verilen bir destek değildir. Zekatın kimlere verileceğini anlatan âyet-i kerimede, dinî önderler ve hocalar sayılmaz. Zekatta ilk ve ana hedef fakirlerdir. Zekat verilecek sınıfların hepsinde -zekat memurları ve müellefe-i kulub hariç- ortak özellik muhtaç olmalarıdır. Zekat, fakir ve muhtaçların hakkıdır. Bu nokta, zekatın diğer ibadetlerden farkını gösterir.

Peygamber (s.a.s) ve ailesine gelince, onlar dinde öncüdür. Şayet Peygamberimize zekat verilebiliyor olsaydı, insanlar zekâtın, başka dinlerde olduğu gibi, dinî önderlere has bir sadaka olduğunu zannedebilir ve sonraki asırlarda da zekat hep hocalara, hafızlara verilir, muhtaçlar kenarda kalırdı. Zaten zamanımızda hoca sınıfının bir çoğu kendisinin peygamber varisi olduğu iddiasıyla bulunduğu konumdan çıkar sağlamaya çalışmaktadır. Maâzallah bir de Peygamberimiz zekat almış olsaydı, kendilerinin peygamber varisi olduğunu iddia eden bu kesim, o zekatların tamamına talip olur, bir gıdım zekatın bile muhtaçlara gitmemesine çalışırlardı.

Maamafih mevcut durumda bile zekatı amacından saptıran ve onu hep din adamlarına, din eğitimi veren yerlere ve dinî kuruluşlara yönlendirmeye çalışanlar vardır. Aman zekat fakir insanlara gitmesin de, kursun ve vakfın inşaatına ve binasına gitsin, betona gömülsün, hocalara maaş olsun ya da bizim derneğe gelir olsun diye çabalayanlar ve köşe başlarını tutanlar vardır.

Bütün bunlar zekatın anlamını ve gayesini çarpıtmanın sonuçlarıdır.

Zekat Yaradan'dan ötürü yaradılana şefkat etmenin göstergesidir. Dinimizin yarısını, namaz gibi, doğrudan Allah'a karşı görevlerimiz oluşturuyorsa diğer yarısını da mahlukata şefkat oluşturur. İşte zekat bu ikinci kısımdandır, onun gayesini iyi anlamak gerekir.

SADELEŞTİRİLMİŞ İLMİHALDEN FIKIH ÖĞRENMEK ya da TÜRKİYE'DE "SÂİME" HAYVAN KALDI MI, MESELESİ

Ramazan ayı içindeyiz. Zekatla ilgili meseleler bugünlerde daha çok gündeme geliyor. Bunlardan biri de hayvanların zekatı.

1. Bilindiği üzere hayvanların zekâtının verilmesi esas olarak "sâime" olmalarına bağlı. Aşağıdaki fotoda bulunan ifadelerde Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, senenin yarısından ziyade, yani altı aydan daha fazla bir süreyle "mubah" meralarda otlayan hayvanların "sâime" olduğunu ifade ediyor. Bunun gibi şartları taşıyan hayvanlar belli sayıya (nisaba) ulaştığında zekatları verilir. (Mesela sığırlar 30, küçükbaşlar 40 olunca)

2. Bunların dışında, senenin çoğunu ahırlarda/damlarda beslenerek geçiren ya da parayla tutulan tarlalarda otlatılan hayvanlardan zekat yok. Çünkü bunlar sâime değil. Yine nakliye ve ziraat gibi işlerde kullanılan ya da binek olarak kullanılan hayvanların da zekatı yok.

3. Şayet hayvanlar, başkasından satın alınarak büyütülüyor ve alım esnasında bunların ticaretini yapmak amacı bulunuyorsa, başka bir deyişle, hayvanları al-sat yaparak para kazanma amacı varsa, o takdirde eldeki bu hayvanlar zekat bakımından ticaret malı sayılır. Sayılarına değil değerlerine bakılır. Bunların değeri, diğer paralar, altınlar ve ticârî malların değeriyle birlikte toplanır. Toplam değerleri, nisaba ulaşırsa, yani 24 ayardan 80,18 gram altın değerine ulaşırsa o gün, not edilir. Ertesi yıl hicri takvime göre yine aynı günde nisap miktarı veya daha fazla bir değer varsa, o takdirde toplam değerin kırkta biri zekat olarak verilir.

Türkiye'deki mevcut duruma bakıldığında bugün artık ülkemizde sâime hayvanın neredeyse hiç kalmadığı söylenebilir. Varsa da çok çok az olabilir.

İşte tam bu noktada "mubah" meralarda otlama şartı, kritik bir öneme sahip. Ömer Nasuhi Hoca bu hususu İlmihal'inin aslında ifade etmişken ne yazık ki, onun İlmihal'ini sadeleştirerek yayınlayanlar bu ifadeyi silerek yayınlamışlar. 

Kısacası, bir kitabın aslı dururken sadeleştirmesi ya da çevirisiyle yetinmek bazen hataya götürebilir. Bunlardan fıkıh öğrenilmez. Hatta bir meselede Bilmen İlmihali'nde açık bir ifade olsa bile, o ifadeyi temel Hanefî fıkıh kaynaklarından teyit etmedikçe buna hüküm bağlamamak gerekir. İlimle uğraşanlara yakışan budur.

Allahü a'lâ ve a'lem.




Parayla yapılacak hayırlar zekattan ibaret değil.

Her şeyi zekattan beklememeli. 

Zekat, bir başlangıç ve zenginler için hayrın asgarisi. Bundan başka, bakın, daha ne kadar hayır yolu var. İslam'da infakla ilgili zekattan başka onlarca kavram var.

Mesela ecdadımız, hayır işlerini genellikle vakıflar yoluyla yapmış. Vakıf malları arasında ise zekat parası yok. Vakıf başka bağışlarla, sadaka-i câriyelerle kuruluyor.

Diğer hayırlı işler başka kalemlerden yapılır. Bu yüzden zekat parasıyla yol, köprü, cami, Kur'ân kursu... yapılamaz. Hayvanseverler derneği ve hava kurumu gibi yerlere de zekat ve fitre verilemez.

Zekat, fakir ve muhtacın hakkı.