KATILIM BANKALARININ SON YILLARDA TEPKİ ÇEKMESİNİN 2 SEBEBİ

Katılım bankaları son yıllarda pek çok tepki çekiyor. Farklı sebepleri olabilir ama şimdilik şu ikisine yer verelim:

1. Katılım bankalarının banka olarak kalmakta ısrar etmeleri, yapmacık, sahte ve hileli işler yaptıkları algısından kurtulamamaları

Bu bankaların, isimlerinde "banka" kelimesinin bulunması başta olmak üzere çoğu işleri orta düzeyde bir vatandaşa kuşkulu geliyor. Faizli bankalar ile aralarına reel bir fark koyamadılar. İkna edici olamadılar. Bu noktada ülkemizdeki siyasi ve sosyal şartlar ile mevzuatın da geçmişte onlara pek izin vermediğini hatırlamak gerekir.

Fakat yakında zamanda ülkemizde çok şeyler değişti. Bazı kapılar açıldı. Şu anda katılım bankalarının murâbaha ve müşâreke gibi ticari işleri lafta değil de gerçekten yapmalarına pek bir engel kalmadı. Siyasal ve sosyal her türlü zemin müsait. Mevzuatın da arzu edilen şekilde düzenlenmesi imkanı var. Ama duyuyoruz ki, onlar hâlâ mevcut şekilde devam etmek istiyor ve banka olarak kalmakta ısrar ediyorlar. Bu bakımdan, gündemde bulunan katılım finansla ilgili mevzuat tasarılarına en çok onlar karşı çıkıyor ve bu tasarıyı esnetmeye çalışıyorlar.

Denilebilir ki, bugünlerde, katılım bankalarının İslam'a daha uygun hale getirilebilmesinin ve faizsiz bir yapıya dönüştürülebilmesinin önündeki en büyük engel, yine kendileridir. Artık onların, daha şer'î olalım diye bir gayretleri kalmamış gözüküyor. Şayet böyle devam edecek olurlarsa kapitalist sistemin faiz kurumlarından bir farkları olmadığı şeklindeki kanaatler de devam eder.

2. Katılım bankaları adına insanlar üzerinde tahakküm kurulması

Katılım bankacılığı, faizli sisteme alternatif olarak başlatılan sade bir teşebbüstü. Daha yolun başında sayılır. Çünkü henüz tam bir alternatif olamadı ve  faizli bankalardan ne farkı olduğu konusunda ikna edici olamadı. Buna rağmen kimileri katılım bankalarını, mütevazi bir proje olmanın ötesinde mutlak bir helal müessesesi olarak gördüler, adeta kutsadılar. Onlarla çalışmayı tamamen helal diğer bankalarla çalışmayı ise tamamen haram ilan ettiler. Hatta bankalarla yapılan herhangi bir işin içeriğine ve mahiyetine bile bakılmıyor, işin dinî hükmü sırf hangi banka ile çalışıldığına göre belirleniyordu. Maalesef katılım bankalarına zihniyet desteği verenler ve çeşitli mecralarda onlar lehine fetva üretmeyi iş edinenler bu tavra büründüler. Bu tavırdan dolayı kimi insanlar çevrelerine, bazı kuruluşların yetkilileri de personellerine baskı yaparak mutlaka katılım bankalarıyla çalışmaya zorladılar. Yani haddi aştılar.

Halbuki katılım bankalarının kabiliyetleri ve imkanları, yeterlilikleri ve yetersizlikleri belli. Her konuda başarılı olmaları mümkün değil. Bu nedenle bunlardan bazılarının eksiklikleri, vatandaşa çıkarttıkları zorluklar, tecrübesizlikler ve iş bilmezlikler bütün bir sektörün aleyhine olumsuz algılara yol açtı.

Üstenci, baskıcı ve müstekbir tavırlar, karşı tepkiyi doğurdu. Maalesef olayların bu raddeye geleceği bilinmesine rağmen katılım bankaları ve onların akıl hocaları da bu etki-tepki meselesini hiç önemsemediler. Gönüllü veya gönülsüz kendilerine gelen müşterinin sayısına baktılar. Nihayetinde bankacılığın ruhunda var olan zulüm, kimi katılım bankaları aracılığıyla da yaşatılmış oldu. Mütevazi şekilde devam etselerdi belki bu kadar tepki çekmeyeceklerdi.





VAKIFLAR, DERNEKLER ve YATIRIM FONLARI

Son haftalarda yatırım ve para piyasası alanlarında çeşitli gelişmeler oluyor. Özellikle bazı yatırım fonlarındaki paralar konusunda birtakım sıkıntılar yaşandığı, payların zamanında satılıp paraya çevrilemediği, gecikmelerin ve eksik ödeme gibi mağduriyetlerin yaşandığı hakkında bazı haberler alıyoruz. Hatta riski çok düşük olduğu iddia edilen para piyasası fonlarında bile bu tür sıkıntıların yaşandığını sosyal medya ve şikayet siteleri gibi yerlerden öğreniyoruz.

Peki böyle ekonomik bir mesele neden bu yazımızın gündeminde?

Çünkü geçmişte bazı dinî müesseselerin ve vakıfların, adreslerine ulaştırmak üzere insanlardan topladıkları ve bir an önce hayır cihetine sarf etmeleri gereken bağışları beklettiklerini ve hatta yatırım için vadeli hesaplara veya fonlara yatırdıklarını duyuyorduk. Bunun çok yanlış bir hareket olduğunu anlatmaya çalışsak da bazıları kendi bildiğini okuyor ve birtakım yatırım araçlarının risksiz olduğunu iddia ediyorlardı. Ülkemizdeki en önemli fetva mercilerinin fetvalarını, mesela zekât paralarının nemâlandırılamayacağı gibi fetvaları da görmezden gelmeye çalıştılar. (Bk. DİYK, Zekât Malının Hayır Kuruluşlarınca Nemalandırılması )

Doksanlı yıllarda bazı bankaların ve hatta faizsiz finans kuruluşlarının battığını, buralarda vatandaşa ait paraların bir anda pul olduğunu hatta bazı vakıfların paralarının da aynı şekilde sıkıntıya girdiğini ne çabuk unuttular?

Şimdi bir kez daha ortaya çıktı ki, risksiz bir yatırım yoktur. Faizsiz bir yatırım da olsa, vadeli bir hesap veya para piyasası fonu da olsa yatırıma yönlendirilen her para, riske atılmış demektir. İşin esasında başka bir insanın inisiyatifine bırakılan para, her zaman risktedir. Çünkü zamanımızda insan, güvenilir olmaktan çıkmıştır, insana güven çok azalmıştır. 

Dolayısıyla toplanan hayır ve yardım paralarını bir an önce yerine ulaştırmak yerine, bunları başka insanlara teslim ederek, al bununla yatırım yap, kâr et ve sonra kârıyla birlikte bize teslim et, demek büyük bir risktir. Kendi paramızı bile bu şekilde yatırıma sokarken endişe duyuyoruz da, yüzlerce kişinin emaneti olan bağışlar için daha büyük bir endişe duymamız gerekmez mi? Hangi cesaretle yardım paraları fonlara ve vadeli hesaplara yatırılabiliyor? 

Böyle bir girişim sonucunda meydana gelecek en hafif bir kusurun bile buna sebep olanların cebinden telafi edilmesi gerekir. Bu tür zararlar vakıfların diğer paralarından ödenemez. Çünkü vakıflardaki her bir kuruşun bir hedefi vardır. O hedef de bağışlayanların niyeti, arzusu ve amacıdır. Yardım kuruluşları bunların dışına çıkamazlar.

Diğer yandan, rakamsal olarak maddi zarara yol açmasa bile, hayır paralarının fonlarda bekletilmesi ve ihtiyaç duyulduğunda hemen paraya çevrilemeden sürüncemede bırakılması bir vebaldir. Dünyada acil yardım bekleyen  bu kadar muhtaç varken toplanan paralar niye bekletilir? 

Maalesef bu tür konularda şimdiye kadar çok gevşeklik yapıldığını gördük. Mesela ülkemizdeki bir deprem felaketinin akabinde depremzedeler için yardım toplayan bir kuruluşun, bu depremden 7-8 sene sonra bile o deprem paralarından bir kısmını hâlâ dağıtmamış olduğunu, yine başka bir ülkedeki çaresizler için yardım topladığı halde bu paraların çoğunu o ülkeye ulaştıramayıp seneler sonra aklı başına gelen bir kuruluşun var olduğunu gördük.

Yardım kuruluşlarının sorumlulukları gerçekten çok ağır. Bu işlere gelişigüzel girilemez. Her adımda kılı kırk yararcasına düşünmek ve tedbirli davranmak gerekir. Hiç olmazsa bugüne kadar yaşananlardan ibret almak ve asla dinen bir vebale girmemek gerekir.




KATILIM BANKALARI DIŞINDAKİ BANKALARLA ÇALIŞMAK

Bazıları şuursuzca bankalarla çalışmanın faize destek olmak anlamına geldiğini ve haram olduğunu, katılım bankalarından başka bankalarla çalışmanın caiz olmadığını iddia ediyorlar.

Halbuki, katılım bankalarının kendileri bile bazı işlerde yurt içindeki ve dışındaki konvansiyonel (faizli) bankalarla ve faizli işlem yapan diğer kuruluşlarla iş birliği yapmaktadırlar. Mesela, ortak kredi kartı ve ATM anlaşmaları böyledir. Birbirleriyle döviz, sukûk ve kira sertifikası vb. alıp vermektedirler. Hayatın normal akışı böyle. Hatta ülkemizdeki katılım bankalarından birinin ana ortağı, konvansiyonel bir bankadır. Yani konvansiyonel bankalarla katılım bankaları öteden beri birbirleriyle iş yapmakta ve yapmaya devam etmektedirler.

Hal böyleyken sade bir vatandaşa, "diğer bankalardan tamamen uzak dur ve sadece katılım bankalarıyla çalış, aksi halde faize destek olmuş olursun" demek çelişkili değil midir? Buna, kraldan çok kralcı olmaya kalkmak denmez de, ne denir? Bir banka ile meşru bir iş yapmak o bankanın diğer haramlarına destek olmak anlamına geliyorsa, katılım bankaları da diğerleriyle meşru bir konuda işbirliği yapınca faize destek olmuş mu oluyorlar (!) 

Söz konusu kişileri, böyle çelişkili durumlara düşüren şey, gerçeklere gözlerini kapamak ve hayatın şartlarını okuyamamak. Böyle zamanlar ve durumlarla ilgili dinde var olan kolaylıkları görmezden gelmek. İşte bunlar müslümanlar için hayatı adeta yaşanmaz hale getiriyorlar. Bu ne lüzum var?

Önemli olan yapılan işin meşru olmasıdır. Katılım bankaları gibi, kişiler de ihtiyaç halinde diğer bankalarla çalışabilirler. 

Kısacası, yerine ve şartlara göre faizli bankalarla çalışmak, o bankalarda hesap açmak ve faizsiz işler yapmak bir ihtiyaç olabilir. Bu ihtiyaç kişiler için de söz konusu olabilir. Herkesin durumu farklıdır.


İLGİLİ YAZILAR

- FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

KİRLETMEMEK İMANDANDIR

Temizlik deyince kimimiz sadece kirli şeyleri temizlemeyi ya da çöpleri toplamayı anlıyor. Halbuki temizlik sadece bu değil. Temiz tutmak daha önemli. En iyi temizlik, kirletmemektir. 

Temizlik imandandır denildiğinde de öncelikle temiz tutmanın ve kirletmemenin anlaşılması gerekir.



İNSANA SAYGIDA ÖLÇÜ

Müslüman yalnızca Yüce Allah'a tapar. Allah'tan başkasına secde etmez. Sevdiğini Allah için sever; "Allah'ı sever gibi" sevmez.




Hangi vakıflara bağış yapılabilir ve ibadet paraları emanet edilebilir? Küçük bir TEST

Bir müslümanın iyice araştırmadan, tanımadığı ve bilmediği kuruluşlara bağış yapması, zekat ve kurban gibi ibadetlerinde onları aracı kılması düşünülemez. Yoksa bir hayır yapmış olmaz ve beklediği sevabı kazanamaz.

Böyle bir kuruluşun en başta hem dinî duyarlılık bakımından hem de parayla imtihan bakımından güvenilir olması gerekir. Mal ve makam hırsı hizmet aşkının önüne geçmiş kişi ve kuruluşlarla bir yere varılamaz.

Bunun için küçük bir test de yapılabilir.

Mesela böyle bir vakfa, "Vakıf parasıyla makam aracı alınabilir mi?", "Vakıf parası lojmanlara harcanabilir mi?", "Lüks araç ve eşyalar alınabilir mi?, "Vakıf parasından yurt dışına geziler ve ziyaretler düzenlenebilir mi?",  "Siz hiç böyle bir şey yapıyor musunuz?" gibi sorular sorun. Sizi kaale alıp cevap verip vermemeleri veya verdikleri cevapta yakalayacağınız bazı ipuçları, size bir fikir verecektir. Ondan sonra, basiretinize göre hareket edin. 



DEVLETTEN BİR CEMAATE İMTİYAZ SAĞLAMASINI İSTEMEK DOĞRU MU?

Yakın zamanda bir gazetenin, manşet üstünde, bizim grubun kitaplarını korumak devletin vazifesidir, anlamında bir yazıya yer vermesi, ülkemizdeki birlik-beraberlik ve birarada yaşama kültürü açısından soru işaretlerine yol açtı. İlginçtir o yazıda, belli bir dinî grubun kitaplarının devletçe himaye edilmesi gerektiğinden söz edilirken, diğer dinî grupların kitaplarından hiç bahsedilmiyor, onlar için aynı şey talep edilmiyor. Böylece geçmişte örneğini acı bir şekilde tecrübe ettiğimiz, belli bir grubun devleti ele geçirme niyeti ve teşebbüsünün sonuçları bir kez daha hatırlanıyor ve tedirginliğe neden oluyor.

Yazının bir yerinde, İslam'la ilgili işlerin, dolayısıyla din kurumunun siyaset üstü olması gerektiği de söyleniyor. Aslında bu yaklaşımla hareket edilse, aynı devlet kurumunun, dinî gruplar konusunda da cemaatler üstü ve tarafsız olmasına değinilmesi beklenirdi. Fakat yazıda böyle bir yaklaşım hiç bulunmuyor. Aksine o yazı, diğer cemaatlerin değil sırf bir cemaatin devlet tarafından himaye edilmesi gerektiğine odaklanmış gözüküyor.

Ayrıca devletin, bazı dinî gruplara imtiyaz sağlayarak sırf bunlara ve kitaplarına destek vermesi durumunda bunun nelere yol açacağı, cemaatler arasında güç çekişmesine neden olup neticede cemaat kavgalarının ülkemizde toplumsal bir kaos meydana getirip getirmeyeceği gibi hususlar hesaba katılmıyor.

Fırka taasssubu söz konusu olduğunda aynı cemaatin bile farklı farklı gruplara ayrılabildiği, nice grupların öteden beri birbirleriyle mücadele ettikleri, sırf kendilerini yüceltip tefrikaya yol açtıkları malumdur. Bunlardan habersizmiş gibi davranılabilir mi? Kaldı ki, ükemizdeki dinî grupların yayınlarında İslam'ın ne kadar doğru anlatıldığı, menkıbe, rüya, cifir, hurafe ve bid'atlardan kurtulup sahih bir din bilgisine ulaşıp ulaşamadıkları ve bu kitapların kucaklayıcı mı yoksa ötekileştirici mi olduğu hususları da ayrıca konuşulması gereken hususlar. Bunların kitaplarını devlet nasıl bassın.

Bu haliyle söz konusu gazete yazısı, kendini sırf bir grubun amaçlarına hizmet etmek üzere konumlandırmış, ilmilik ve objektiflikten uzaklaşmış bir görüntü veriyor.

Oysa ki, devlet kurumları tüm cemaatlerin ve fırkaların üstünde bir anlayışla hizmet ederler. Hiç bir grubun tekeline giremezler. Cemaatler üstüdürler. Hiçbir gruba imtiyaz sağlamazlar.

Öte yandan hangi kurumda olursa olsun devletten maaş alanlar, bütün topluma hizmet etmek için o maaşı alırlar. Görevlerini yaparken ayrımcılık yapıp sırf bir gruba/cemaate hizmet ederlerse ve mesailerini bir gruba tahsis ederlerse aldıkları maaş helal olur mu? Böyle bir yerde paralel oluşumlar ortaya çıkmaz mı?

Her bir memur, görev yerine geldiği her bir gün üzerindeki bütün ideoloji, siyaset, cemaat ve kulüp gömleklerini çıkartıp kapı dışında bırakarak, devlete hizmet etmeyi bu gibi yapılara hizmetten öncelikli görmelidir ki, vazifesini tam yapmış olsun. Aksi halde, devletimizi içten tehdit eden paralel yapılar sona ermez.

Kısacası, ülkemizdeki devlet kurumlarının vazifesi fırkalara hizmet etmek ve bunlardan bazılarına imtiyaz sağlamak değil onları denetlemek, yoldan çıkanı uyarmak ve yeni fetö'lerin ortaya çıkmasını engellemektir. Bunun aksine taleplerde bulunmak doğru değildir ve olumsuz neticelere yol açacak durumdadır.

Allahu a'lâ ve a'lem.




PEYGAMBER VARİSLERİ

Son zamanlarda bu kavramı çokça duyar olduk. Bazı konuşmalarda hiç olmadık biçimde gündeme getiriliyor. Hani önümüzde, örnek alabileceğimiz gayet takvalı ve salih kimseler olsa da, onlara peygamber varisi denilse, neyse. Ama öyle değil.

Tam aksine, iyi bir örnek olamayan, söyledikleriyle müslümanları zor durumda bırakan, temsil noktasında utandıracak işler yapan, yaptıklarıyla dedikleri birbirini tutmayan ve fakat sesi çok çıkan bazı kimseler, bu kavramı kendilerine işaret edecek şekilde hoyratça kullanıyorlar. Özgüvenleri ve egoları tavan yapmış. Bu sıfatın arkasına sığınarak, kendilerine saygı gösterilmesini, hatalarının sevap, mal mülk sevdaları ile şan ve şöhret hırslarının masum görülmesini imâ ediyorlar. Mübarek olarak anılmak istiyor ve adeta kendilerinin peygamber gibi günahsız olduklarını ihsas ettiriyorlar. Ne büyük cüret ve ne büyük hadsizlik!

Peygamber varisi olmak ilim bakımındandır. O ilmin taşıyıcısı olan kimse ilmiyle âmil olur, ahlakıyla sâlih olur. Onun konuşması, tebessümü, sadeliği, mütevazı tavrı hatta sükûtu bile insana Allah'ı ve Rasulü'nü hatırlatır. Onun, bana saygı gösterin demesine gerek kalmaz. Duruşu ve vakarıyla zaten bunu hak eder. Müslümanlar, onun samimiyetine ve Allah'a olan derin bağlılığına şahit olduklarında, kalpleri kendiliğinden ona meyleder.

Peygamberin ilmine varis olmayı arzulayan kimse, konumuyla övünmez, şımarmaz. Aksine o, bu büyük yükün altında ezilen, daima Allah'a sığınan ve kendi nefsini sorgulayan bir kalbin sahibidir. İslâm'ın izzetini ve nebevi mirası koruma derdindedir.

Herkes ondan göz boyayacak kerametler beklese de, o "Sırtımızda bunca günah varken, hâlâ ayaktayız, bundan daha büyük keramet mi olur?" diyebilendir.

Kısacası, bir insan kendini öven laflarla, sırtındaki cübbe veya isminin önündeki unvanla değil ancak ilmiyle, irfanıyla, amellerindeki istikamet ve Allah (c.c.) korkusuyla Peygamberlere varis olabilir.

Bu mirası liyakatle taşıyabilenlere ne mutlu! Allah Teâla bizleri dünya ve ahirette böyleleriyle beraber eylesin.

20.09.2025

Dr. Bilal ESEN




BİD'ATLAR ARTARSA RUH KAYBOLUR

Bid'atlar dinin aslından olmayan fakat dindenmiş gibi uygulanan eklemelerdir. Denilebilir ki bunlar, dinde var olan ibadetleri gerektiği gibi yerine getirmeyen ve dolayısıyla hakiki bir manevi tatmin bulamayanların, başka bir deyişle, iç huzura eremeyen insanların icat ettiği sahtelik kokan ritüellerdir.

Dine özünden bağlı olan bir müslümanın, bir vakit namazının ya da kazandığı bir lokmanın bile hesabını nasıl vereceğini düşünüp durması gerekirken bidatçı özle değil çoklukla ve sayıyla ilgilenir. Daha fazla gözüksün diye yeni ibadetler uydurur. Esasında Allah'ın (cc) adı anıldığında hakiki müminlerin kalpleri titremesi gerekirken bidatçının kalbi aksine katılaşır. Onun kalbi yumuşamaz hatta kalp kırmayı umursamaz hale gelir. Hesabı unutur, uyduruk işlerle uğraşırken kendi günahlarını göremez ve hep başkalarının kusurlarıyla meşgul olur. Gönül almayı bilmediğinden yaptığı hayırlar bile gönül incitir. İşleri ve sözleri yapmacıktır, riya kokar. Fakir bile ondan bir şey alırken tiksinir.

Bidatlar çoğaldıkça dinî yaşantıda gösterişçi ve şekli dindarlık artar ama ruh kaybolur. Merasim artar, ihlas kaybolur. Şan ve şöhret artar, duygu kaybolur. Gürültü artar, hikmet kaybolur. Bidatçı, şov yapayım derken insanları dinden soğutur.




KATILIM FİNANSIN PROBLEMLERİ ve KÂR GARANTİSİ

Katılım finansın problemleriyle ilgili Mayıs 2025'te çalıştay düzenleyen bazı alan uzmanları ve akademisyenler, bir sonuç raporu yayınlamışlar. Raporun tam metnine aşağıdaki linkten ulaşılabilir.
Öncelikle bu raporun hayırlara vesile olmasını diliyorum. Raporda katılım finans alanındaki bazı problemler açıklıkla ortaya konulmuş. Özellikle baş tarafında, Şekil/Amaç Uyumu başlığı altındaki tespitler çok önemli.
Oradaki tespitlere bakınca "kâr garantili yatırım vekâleti" gibi uygulamaların, katılım finans alanında yaygınlaştığını öğrenmiş bulunuyoruz. Gerçekten de böyle bir kar garantisinin, faizli bankalardaki mevduat faizinden ne farkı var? Bu sektörün daha sahici çözümler üretmesi lazım.
Bu zamanda hakiki bir alternatif üretemiyoruz diyorlarsa, dolambaçlı yollara ve isim hilesine başvurmalarına da gerek yok. Bunlar müslümanların itibarına daha çok zarar veriyor. Böyle yapmaktansa, zamanımız şartları gereği, adında faiz geçen bazı işlemleri zaruret ve ihtiyaç gibi ilkeler çerçevesinde  değerlendirmek ve hiç olmazsa, mecbur kaldık Ya Rabbi! diye itirafta bulunmak daha inandırıcı ve samimi olmaz mıydı?


ZEKAT TOPLAYAN SİVİL KURULUŞLAR ÂMİLÎN SINIFINDAN DEĞİLDİR

 Din İşleri Yüksek Kurulu:

"Zekât toplamakla görevlendirilenler (âmilûn); Müslüman devlet başkanı (ülü’l-emr) tarafından zekât toplama görevi için tayin edilen memurlardır. Devlet başkanı tarafından zekât memuru olarak tayin edilmeyen fertler veya sivil kuruluşlar, bu kapsamda değildir."

(...)

“Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi; orduyla birlikte savaşa gitmek istediği halde maddî imkân bulamayan mücahitleri içermektedir. Hac yoluna çıkıp fakir duruma düşen hac yolcularını da bu kapsamda değerlendirenler vardır. (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188)

Fetvanın linki: Din İşleri Yüksek Kurulu internet sayfası 

KATILIM SEKTÖRÜNDEKİ BAZI İCAZETNAMELER GÜVEN TELKİN ETMİYOR

İcazet vermek, bir işe veya kişiye izin vermek, onay vermek gibi anlamlara gelmektedir. İcazetname veren taraf, aslında belli bir işe veya kişiye bir nevi kefil olmuş olur. Uygunluğunu tasdik etmiş olur.

Mesela, geçmişte hocalar öğrencilerine icazetname verirlerdi. Böylece hoca, o öğrencinin kendisinden okuduğunu ve ilim tahsil ettiğini kabul etmiş olurdu. Hoca bu icazetnameyle, bir nevi, öğrencisine kefil olmuş, sorumluluğunu üzerine almış demektir. İcazetnamede tespit vardır. Benden okumuştur, anlamında açık bir haber verme (ihbar) vardır. Yoksa icazetname, o talebe şunları biliyorsa benden okumuştur, şeklinde şartlı bir beyan değildir. Hoca, talebenin yeterli derecede okumadığından şüpheliyse zaten icazet vermez ve vebale girmez.

Günümüze gelindiğinde iktisat alanında da icazetnameler türedi. Katılım sektöründeki kuruluşların çeşitli işlemleri hakkında icazetnameler var. İcazetnamelerin altında da, o kuruluşun danışma komitesinde bulunan uzmanların imzaları oluyor. Esasında bu tür icazet belgelerinin belli bir kuruluşun belli bir faaliyetinin dine uygun olduğunu onaylayan, tespit eden ve haber veren belgeler olması beklenir. Fakat birçoğunda şu tür ifadelerin bulunduğunu görüyoruz:

“Bu usul ve şartlara riayet edilerek … ürününün müşterilere sunulması Katılım Bankacılığı Prensiplerine uygundur.”

“… Bankası’nın … yöntemiyle fon kullandırması, … Katılım Bankacılığı ilkelerine uygundur.”

"bu çerçevede müşterilerine yatırım vekâleti yoluyla finansman sağlaması Faizsiz Bankacılık İlke ve Standartları'na uygundur."

“… yapılması Katılım finans ilkelerine uygundur.”

Şimdi bu cümlelerde bir tespit var mı? Şöyle yapılması uygundur, deniliyor. Peki ilgili kuruluş öyle yapıyor mu? Tespit ne?

Bu cümlelerde, imza atanlara atfen, ilgili kuruluşun yaptığı o işleme şahit olduk, inceledik, denetledik ve usulüne uygun yapıldığını gördük anlamında bir haber verme var mı? Yapılan işleme onay var mı? Yoksa işlemin nasıl uygun olabileceğine ilişkin gerekli şartlar zikredilmiş ve konuyla ilgili genel bir bilgi verilmiş mi oluyor? “Bu bilgiye uygun hareket ederse, caizdir”, “şayet böyle yapıyorlarsa dine uygundur”, gibi bir şey mi demek istiyorlar? 

Hiç böyle bir icazet belgesi olur mu? Bunu imzalayanlar böyle bir işlemin söz konusu kuruluş tarafından usulüne uygun yapıldığına bir şekilde kefil olmuş ve dinî sorumluluğu üzerlerine almış oluyorlar mı? Maalesef. Bunlar, sorumluluk üstlenmeyen, adeta topu taca atan cümleler.

Bu cümleleri söyleyebilmek için danışma komitesinde bulunmaya lüzum yok ki. O kuruluşla hiç ilgisi bulunmayan ve dünyanın öbür ucunda yaşayan bir fıkıhçı da bu cümleleri söyleyebilir. “Şayet şunları yapıyorlarsa uygundur, yoksa uygun değildir.” Herhangi bir fetva mercii de böyle cümleler kurarak fetva verebilir. Dünya üzerinde zaten fetva veren bir çok kişi ve kuruluş var. İcazetnâmenin fetvadan öte bir işlevi olmalı değil mi?

Biliyoruz ki, fetvalar genel hüküm mahiyetindedir. Herhangi bir konuda bir fetvanın bulunması, belli bir kişi veya kuruluşun o fetvaya uygun hareket ettiğini garanti etmez. İşte icazetname bu noktada, fetvadan sonra devreye girer. Fetvaya uygun hareket edildiğine dair bir tespit aktarır ve bu tespite binaen de belli bir kuruluşun belli bir işleminin helal olduğuna dair spesifik bir karar/onay vermiş olur. Dine uygunluğu garanti eder ve kamuoyuna güven telkin eder.

Şu da var ki, haklarını yemeyelim, bazı kuruluşların icazetnamelerinde ise bahsettiğimiz bu hassasiyete uygun hareket edildiğini görüyoruz. Mesela bir icazetnamede şöyle deniliyor:

“… ilkelerini benimsemiş … A.Ş.’nin … yılından itibaren faaliyetlerini İslami kaideler çerçevesinde icra ettiğini ayrıca gerçekleştirilen işlemlerin kontrol ve denetiminin tarafımızca yapıldığını beyan ederiz.”

İşte sorumluluk almak budur.

Kanaatimce, icâzet belgesi işte böyle olur.

Allâhü a'lâ ve a'lem.


30.08.2025

Dr. Bilal ESEN










Namaz vakti uygulamalarının dertleri ne?

Bu uygulamaların birçoğu, anlık internete bağlanmak istiyor. Yoksa çalışmıyor. Çok garip.

Her GSM hattının her yerde çekmediği de malum. İnternet çekmeyen bir yerde iseniz o yerin hangi şehre bağlı olduğunu bilseniz bile vakit namazının saatini öğrenemiyorsunuz.

Halbuki bu uygulamalar internet çekmeyen yerlerde, çevremizdekilere soramadığımız yerlerde daha çok lazım.

Hem internet çeken yerde olsak bile niye hep bağlanmak gereksin? Evlerdeki matbu duvar takvimleri sürekli internete mi bağlanıyor ki, mobil takvim de böyle olsun.

Nasıl ki, duvar takviminde şehirlerin namaz vakitleri yıllık olarak bir defada yazılıp basılıyorsa mobil uygulamaya da vakitler bir defada yüklensin, ihtiyaç olduğunda şehir adı yazılıp bakılsın, her defasında tekrar tekrar internete bağlanmanın lüzumu yok.

Şayet bulunduğu yerin nereye bağlı olduğunu bilmeyip de konuma özel olarak vakit bilgisini isteyenler olursa onlar için de bir özellik geliştirileblir. Ama bu bütün kullanıcılara zorunlu olmamalı. Zaten internetin çekmediği yerde bu özellik de çalışmaz.


Not: Geçmişte casus bir uygulamanın, namaz vakti programlarıyla telefonlara bulaştığı haberlerini hatırlayınca, bu tür uygulamaların sürekli internete bağlanmak istemesinden daha da fazla kuşkulanıyoruz. Dertleri ne ki?

VAKIFLAR, DERNEKLER ve SU

Zamanımızdaki vakıf ve dernekler, su konusunda ülkemize de hizmet edebilirler. Kendi ülkemiz öncelikli olmalıdır. Çünkü su sıkıntısı, artık ülkemizin de ciddi bir sorunu. Gerek içme gerekse hayvancılık için suya ulaşmada ciddi sıkıntılar var. Su kaynaklarımız ve kırsaldaki çeşmeler giderek köreliyor. Tarımdaki su sıkıntısı zaten bilinen bir şey. Yangınlarla mücadele için de daha çok barajımız olmalı.

Yurt dışında su kuyusu açma gibi projelere bir süre ara verip ülkemizdeki su sıkıntısı ve kuraklık gibi konularda topluma hizmet etmek ve kamuya destek olmak üzere geleceğe dönük projeler geliştirmeleri vakıfların tarihi misyonuyla gayet uyumlu olacaktır. 

Vakıf kavramının, para toplayıp dağıtmaktan ziyade kalıcı hayırlar yapmakla ilgili olduğunu düşünürsek bu bağlamda Osmanlı'da su vakıfları hakkında yapılan araştırmalardaki şu gibi tespitleri hatırlamak faydalı olabilir:

"Osmanlı Devletinde gerek devlet adamları gerekse halk; suyu, iyilik ve hayır yapmanın ve vakıf kurmanın bir aracı olarak görmüştür. Bugün farklı devlet kurumları tarafından yerine getirilen su hizmetleri, Osmanlı’da vakıflar eliyle yürütülmüştür." (Yusuf Sağır, "Osmanlı Su Vakıfları", Tarihin Peşinde - Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi. 2016/15, s. 445‐473)

"İstanbul başta olmak üzere çoğu Osmanlı şehirlerinde suyolları, kemerler, çeşme ve sebiller ve daha birçok su yapıları inşa edilmiştir. Yapılan hizmetin sürdürülebilir olması için de vakıflar tesis edilerek kaynak ayrılmıştır. Su yapılarının sadece inşaası değil, zamanla ortaya çıkan onarımlarının yapılmasında, su hizmetlerinde istihdam edilen kişilerin ücretlerinin ödenmesinde vakıf kaynaklar sıkça kullanılmıştır. Bu sayede şehirlerin su ihtiyacının temininde ve bu hizmetin devam etmesinde kamu idaresine önemli destek sağlanmıştır." (Said Öztürk, "Osmanlı Su Yapılarında Vakıfların Rolü: Tesis, Onarım ve Hizmet Giderlerinin Finansmanı", Vakıflar Dergisi, 2019,135-157.)

Zamanımızda nasıl ki mesela ağaçlandırma konusunda sivil kuruluşların katkıları olabiliyorsa, su temini ve var olan su kaynaklarının korunması gibi konularda da vakıf ve dernekler belli ölçüde katkı verebilirler, kamuyla işbirliği yapabilirler. Böyle yapılmayıp hâlâ büyük meblağların yurt dışı kampanyalarına aktarılması, bize pirince giderken evdeki bulgurdan olmak deyimini hatırlatıyor. 




Emri bil maruf, nehyi anil münker, kime karşı yapılır?

Allah Teâla bu vazifeyi sırf başkalarının günahlarıyla uğraşalım, birbirimizi hiç uyarmayalım ve bizden olanların yanlışlarını hiç eleştirmeyelim diye mi bize yükledi?

Maalesef zamane müslümanlarından bir çoğu, böyle davranır oldu. Hep başkalarının hatalarıyla meşguller. Hep başkalarına uyarıda bulunulsun istiyorlar. Özel veya genel, kendilerine yapılan hiç bir uyarıdan ise hoşlanmıyorlar.

Yanlışlarda ısrar edilmesi bir yana, uyaranlar ve yanlışlara karşı ses çıkaranlar da ötekileştiriliyor.

Halbuki kendi aralarındaki kötülüklere ses çıkarmamak ve özeleştiriden yoksun olmak, bir toplumun lanete uğramasına sebeptir. Birçok ayet ve hadis bunu bize haber veriyor.

Mâide süresindeki iki ayetin meali ve açıklamasıyla ilgili Kur'an Yolu Meal/Tefsiri'nde şu bilgiler var:




KATILIM BANKALARI AZ KAZANMIYOR

Fotonun kaynağı ve link

Şu tablodaki veriler doğruysa, bunlara nereden bakarsak bakalım birçok yorum ve tartışmayı beraberinde getireceği görülüyor. Fakat en başta, kimilerinin dinî gerekçelerle desteklediği bu kurumların hâlâ “banka” olmaya devam etmeleri ve hatta konvansiyonel bankalardan bile daha fazla kazanmaları dikkat çekiyor.

"Bankacılık"ta o kadar ilerlemişler ki, deyim yerindeyse, taklit aslını geçmiş. Dolayısıyla "az kazandıkları için" diye başlayan izahlar artık boşa çıkıyor. Peki nasıl kazanıyorlar?

Bankalar ancak paradan para kazanır. Yani faizden kazanır. Katılım bankaları da maalesef genellikle böyle kazanıyor. Alım, satım ve murabaha gibi kavramlar, bankacılık sektörü için gerçekçi değil çoğu zaman bir kılıftır. 

Hâlbuki onların, paradan para kazanan bankacılık sektöründe değil de, reel sektörde yani mal ve hizmet üreten alanlarda öne çıkmaları ve İslam’ın iktisat ve ticaret gibi konulardaki ilkelerine uygunluklarını, yani şer’îliklerini arttırmaları beklenirdi.

Ne yazık ki, iş sırf kılıf bulma ekseninde yürüyünce, asıl hedef ıskalanıyor. Şer’îlik oranının artmasına çaba sarf etmek gerekirken, kazanca ve maddi göstergelerdeki artışa rağbet ediliyor. Böylece para ve banka alanında Batıda ihdas edilen sömürü düzeni, ”banka” olarak kalmakta ısrar eden mezkûr katılım bankaları vasıtasıyla aynen devam ettiriliyor.

Bir ülkede bankalar daha çok kazanıyorsa, üreticiler ve tüketiciler de o oranda kaybediyor demektir. Yani halk kaybediyor.

İnsaflı düşünen birçok Batılının dahi kabul ettiği bir hakikat, bankacılığın bir sömürü düzeni olduğudur. Sömürüye dinî gerekçe bulmakla ve adını değiştirip kılıf üretmekle vakit geçirmeye gerek yok. Bunun yerine içinde bulunulan şartlar gereği bu sömürüye mecburen maruz kalındığı itiraf edilse belki daha sahici olurdu.

İnandırıcılıktan yoksun ve sahte işler asla İslâm’a yakışmaz. Bu konularda atılması gereken adımlar geciktikçe Müslümanlar itibar kaybetmeye ve faiz hassasiyeti üzerinden din istismarı yapıldığı iddiaları gündeme gelmeye devam eder.


KALANLAR

Devran geçer, nâm kalır

Cümbüş biter, hakikat kalır

Malına mülküne pek güvenme

Hepsi biter, kulluk kalır


Bedenler ölür, ruhlar kalır

Dünya geçer, ukbâ kalır

Kime güvenirsen güven

“Tanrılar” ölür, Allah kalır!


Bilal ESEN

06.07.2025

Keçiören






İNCİNDİK

Densizin biri Hz. Muhammed ile Hz. Musa'yı saygısızca resmetmiş. Halbuki onlar bizim  baş tacımız. Onlar insanlığı aydınlatan kutlu peygamberler.  Bir densiz, çamur atmakla onları kirletemez. Ancak kendini kirletir. Onlara karşı yapılan her saygısızlıktan ötürü ise biz Müslümanlar üzülür ve inciniriz.

Kendisine de kutsallara da saygısı olmayan, şeytanlaşmış bazı tiplerin son yıllarda dışa vurduğu İslam nefreti, esasında içlerindeki huzursuzlukların bir göstergesidir. Çünkü herkes kendi yanında ne varsa onu dağıtır.

Ne yaparlarsa yapsınlar, biz doğru yolda oldukça onlar asla bize zarar veremeyecekler. Bizler Yüce Allah'ın "Aleyküm enfüseküm!" emrinden bunu öğrendik ve yalnız O'na güvendik. O'nun elçilerinin öğrettiklerine daha sıkı sarılarak huzurun peşinde koşmaya, dünya ve ahiret saadeti için çalışmaya devam edeceğiz.

YOLUMUZ HZ. MUHAMMED'İN YOLUYSA

Bir müslüman için, nefsinden ve şeytandan başka kendisini yanlışa ve günaha sürükleyecek ne olabilir ki?
Kimin hatırı Allah’tan (cc) daha büyük? Ve kimin sağlayacağı imkânlar, Yüce Allah’ın cennet nimetlerinden daha değerli? 
"Dünyada her nimeti bıraksam ne çıkar ki?
Orda O varken, burda bırakılmaz ne var ki?"
(Necip Fazıl)

BUGÜNKÜ HUTBEDE NE KADAR GÜZEL ŞEYLER SÖYLENDİ DEĞİL Mİ?

Evet.

Peki, kime söylendi?

Elbette bize; bana ve sana. Başkasına değil.

Hutbedeki etkileyici bazı cümleler şöyleydi:

“Kamu malı ise; topyekûn bir milletin ortak menfaat alanıdır. Hiç kimse bu mallar üzerinde şahsi ve keyfi bir tasarrufta bulunamaz. Kamu malı; sadece hayatta olanların değil, henüz doğmamış çocukların, tüyü bitmemiş yetimlerin, bütün muhtaçların, garip gurebanın da hakkıdır.”

 “Yaptığı iş karşılığında aldığı ücretten başka, hak etmediği bir ücret talep etmek harama el uzatmaktır.”

“Torpil yapmak ve yaptırmak, adam kayırmak ve kollamak, gençlerimizin hayallerini çalmaktır.”

“Elektrik ve suyu kaçak kullanmak, toplumun tamamının malına el uzatmaktır, haramdır.”

“Allah’ın laneti, rüşvet verenin de alanın da üzerine olsun.”

Hâsıl-ı Kelâm Hulâsay-ı Merâm

Evet, hutbe gayet yerinde uyarılarla doluydu. Söylenmesi gerekenler apaçık söylenmiş. Bundan başka daha ne denilebilir ki! Hazırlayanlardan Allah razı olsun. 

Bizdeki asıl sorun ise uygulamada. Esasında toplum olarak hepimiz bu gerçekleri öteden beri biliyoruz. Kalbinde iman ve vicdan olan biri, hiç kamu malına ve vakıf malına hıyanet eder mi? Etmemesi lazım. Hutbe bunu bize bir kez daha hatırlatmış oldu. Ancak anlatılanları hayata geçirmekte epey sıkıntımız var.

Neden?

Çünkü çoktan beri biz Müslümanlar, bu tür uyarıları genellikle pek üzerimize almıyoruz. Birçoğumuz, sanki Yüce Allah bu dini müslümanlar uygulasın diye değil de başkaları uygulasın diye göndermiş gibi davranıyor. Anlatılan haramları ve günahları, hep başkaları üzerinden düşündük. Başkalarının günahlarıyla meşgul olurken kendimizin de o günahları işleyip işlemediğini sorgulamayı unuttuk. Geçen yüzyılda Mehmet Akif, Batılıları anlatırken "İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi." dediğinde işte bizim bu tutarsızlığımıza dikkat çekmişti.

Şimdiye kadar birçoğumuz, “Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara Sûresi 44) ayetini ve benzerlerini adeta görmezden geldi. O nedenle toplum olarak yeterince arınamadık.

Umarım bundan sonra hepimiz, dinlediğimiz ve anlattığımız dinî öğütleri önce kendi üzerimizde tatbik etmeye çalışırız. İşte o zaman Müslümanlar olarak, çok daha güzel bir dünyada yaşıyor olacağız. Başka milletlere de örnek olacağız. Ve o büyük hesap günü geldiğinde, Yüce Allah’ın huzurunda mahcup olmayacağız.

İnşaallah.

Hutbenin tam metni için bk. 

https://dinhizmetleri.diyanet.gov.tr/Documents/Kamu%20Hakk%C4%B1%20Dokunulmazd%C4%B1r.pdf

MÜZDELİFE... MEZHEPLER VE FARKLI İCTİHADLAR BİRER RAHMETTİR

İşte bunun tezahürünün görüldüğü yerlerden biri, hac. Hac'da Müzdelife'de gecelemek veya fecirden sonra vakfe yapmaktan hangisinin daha önemli/vacip olduğu hususunda mezhepler arasında ihtilaf var. Bunun sonucu olarak, Müzdelife'de, bazı Müslümanlar Kurban bayramı gecesi, gece yarısından önce, bazıları gece yarısından sonra bazıları ise fecr-i sadıktan sonra ibadetlerini yapıp oradan ayrılabiliyorlar.

Şayet böyle olmasaydı da bütün müslümanlar, tek bir mezhebin ictihadına göre amel etselerdi, bu kadar sayıda hacının aynı anda Müzdelife'de toplanmaya ve aynı saatte hareket etmeye çalışması gerçekten çok zor olur ve büyük bir izdihama yol açardı. Nitekim hacda farklı mezheplere uyulmasına rağmen bile geçmişte bazı izdihamlar olmuş ve nice acılar yaşanmıştır.

Elhamdülillah ki dinde bazı konularda farklı ictihadlar ve farklı mezhepler var. Bunlar birer rahmettir.

Din kolaylıktır. Nitekim âlimlerimiz, azimet hükümlerini uygulamak gibi kolaylıkları ve ruhsatları uygulamanın da bu dinin bir gereği olduğunu ifade etmişlerdir. Dini bir mezhebe indirgemeye çalışmak ise onu zorlaştırmaktır.

Peygamberimizin (s.a.s) buyurduğu üzere, dini zorlaştırmaya çalışmak ve dinle yarışmaya kalkışmak doğru değildir. Böyle yapanlar din karşısında mağlup olurlar.

Kısacası, herkes tek başına bir mezhebe uyabilir. Bu konuda, serbestlik vardır. Ancak diğer mezhepleri ve ictihadları kötülemek ve bütün insanları bir mezhebin ictihadını uygulamaya çağırmak, doğru değildir, dini zorlaştırmaktır. Hep zor peşinde koşan, sonunda mağlup olur.

Herkes benim gibi düşünsün, herkes benim caiz dediğime caiz, caiz değil dediğime de caiz değil desin diye beklemek, tatsız sonuçlar doğurur. Birbirinden farklı ictihadların ve farklı fetvaların bulunduğu meselelerde, kimse kimseyi zorlamamalı, kişilerin tercihlerine saygı duyulmalıdır.



FETVA… CENNETE YA DA …

Bazıları zannedebilir ki fetva işi çok mübarek bir iş olduğundan her fetvacı mutlaka cennete gidecektir. Ancak ahirette durum, hiç de böyle olmayabilir, burada zannedildiği gibi çıkmayabilir. Belki de orada, birçoğumuzu şaşırtacak ve şok edecek bir tablo ortaya çıkacak. Mücrim zannettiklerimizi cennette, cennetlik zannettiklerimizi cehennemde görebiliriz.

İşin esasına bakılacak olursa her bir fetva, o fetvayı vereni cennete ya da cehenneme yaklaştırır. Bir adım sağa veya bir adım sola doğru bir çizgi çizer. Ağır bir mesuliyet. Bu durum bir fetva hakkında bile böyleyken, ömrünü fetva ile geçirmiş ve yüzlerce fetvaya imza atmış olanlar için durum nasıl olur acaba? Sağa veya sola doğru kaç çizgi çizildi şimdiye kadar? Çizgiler hep sağa doğru ve cennet trendinde mi yoksa sola doğru cehennem trendinde mi?  Ya da sürekli zikzak mı yapmış o çizgiler? O zikzakların bile bir hesabı yok mu mahşer gününde?

İnsan, mesleği ne olursa olsun, dönüp ardına baktığında, orada kendi amelleriyle çizdiği çizgileri görecektir. Fetvacı her bir fetvasından sorumlu olduğu gibi, örneğin bir öğretmen, öğrettiği her bir bilgiden, bir müteahhit yaptığı inşaatlardaki her bir tuğladan, betondan ve kirişten, bir amir attığı her imzadan, bir vakıf görevlisi topladığı her bir kuruşu yerine ulaştırıp ulaştırmadığından sorumludur ve onun akıbet çizgisini bu davranışları çizer. Arkasında bıraktığı bu çizgiler de onun ahirette nereye gideceğini şimdiden gösterir. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.(Zilzal Sûresi, 7-8)

Elbette hatasız kul olmaz. Ancak hata edenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir. Tövbe, geride o sola eğim gösteren çizgileri silme ve sağa kaydırma imkânı verir. Elbette bu tür bir silmenin ve değiştirmenin de bir zamanı vardır: ölüm gelene kadar. Peki, her birimize ölüm ne zaman gelecek? Bu belli mi? Belki yarın belki yarından da yakın. Ansızın gelecek ölümü ve ardından gelecek hesabın çetinliğini düşününce, bir acayip olmuyor muyuz?

Öyleyse her insanın, günahlarını temizleyip tövbe etmesi gerektiği gibi fetvacıların da zaman zaman geriye doğru bir bakıp kendilerini hesaba çekmeleri gerekmez mi? Örneğin okuyup araştırmadan ve meseleyi iyice kavramadan verdiği hatalı fetvaları fark eder etmez derhal düzeltmeye çalışması gerekmez mi? 

Hani mesela deseler ki, borcundan dolayı malı haczedilecek ve malı bulunmuyorsa hapse gidecekler listesinde şu kişi de var. Bu kişi adını o listede gördüğünde, olduğu yerde oturup bekler mi, yoksa oradan adını sildirmek için hemen bir şeyler mi yapmaya çalışır?

Maalesef, bizim camiamızda, fetva verenlerin zamanımızdaki en büyük zaaflarından biri, hatalı fetvalar. Hata edildiği anlaşılmasına rağmen gurur ve kibir gibi nedenlerle bir türlü geri alınmayan ve düzeltilmeyen o fetvalar. Zaten fetva vermek, zamanımızda en basit görülen işlerden biri. Yeterli ve gerektiği şekilde okumak, araştırmak, sahih isnatlarla ve meşru yorumlarla neticeye varmak, çoğu fetvacıda bulunmayan özellikler. Ama fetva verme cesareti, en üst seviyede. Ortalık fetvacıdan geçilmiyor.

Esasında bir hatadan dönmekten önce, o hatayı hiç işlememek lazım. İlk anda yanlış adım atmamak lazım. Bir fetvacı için, nefsinden ve şeytandan başka kendisini hataya zorlayacak ne olabilir ki? Kimin hatırı Allah’tan (cc) daha büyük? Ve kimin sağlayacağı imkânlar, Yüce Allah’ın cennet nimetlerinden daha değerli? İmam olan birinin, “uydum cemaate” diyerek yaptıklarından kendini kurtarması mümkün mü?

Yanlışa ve hataya, daha ilk başta karşı durabilmek lazım. İlk karşılaşmada eğilip şeytanın kendisi ezmesine izin verenin bir daha belini doğrultması kolay mı? Mümin, ileride Allah’ın huzurunda mahcup olacağı bir işi baştan hiç yapmamalı, Allah’ın hatırını her şeyin üstünde tutmalıdır.

Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Takvâ sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu düşünüp hemen gerçeği görürler.” (A’raf Süresi, 200-201)

“Fetva vermeye en cesaretli olanınız, cehenneme girmeye en cesaretli olanınızdır.”

“Fetva verenlerin en bedbahtı, başkasının dünyası için kendi ahiretini mahvedendir.”

Ahiretini düşünüp geçmişini sorgulayan insan, şairin aşk meselesinde söylediği şu sözlerdeki gibi bir duruma düştüğünü fark edecek olursa, acele etmeli ve bugünün tövbesini asla yarına bırakmamalıdır.

Mâzî kalbimde bir yaradır

Bahtım saçlarımdan karadır

Beni zaman zaman ağlatan

İşte bu hazîn hâtıradır.

Rabbim bizi, iman ve amel bakımından, mazideki hatırası iyi olanlardan eylesin. Varsa kusurlarımızı fark edip bir an önce telafi etmeyi nasip etsin. Hem ilk hem de son duamız:

Rabbim! Girilecek yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana tarafından yardımcı bir güç ver!(İsrâ Sûresi, 80)

Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.


08.06.2025

Mekke

Dr. Bilal ESEN








KURÂN’LA BARIŞIK OLMAYANLARIN MEÂL YAYINLAMA HEVESLERİ

Birileri, kendilerini Müslüman toplumdan sürekli ayrıştırmalarına rağmen, Kur'an'daki birçok ayetin Allah kelamı olmadığı ve hatta bazı Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddialarını ileri sürmelerine rağmen Kur’ân çevirisi yapmakta çok hevesli gözüküyorlar. Anlaşılır gibi değil. Beğenmedikleri ve sevmedikleri bir kitapla ne işleri olabilir!

Belli ki, kendileri Kur’ân-ı Kerim’le barışık olmadıkları gibi Müslümanların da Kur’an’la barışık olmamalarını ve ondan şüphe duymalarını istiyorlar. Meal yayınlamalarındaki amaç bu. Onlara bir uyarı yapılıp yüz milyonlarca Müslümanın kutsal kitabı olan bir kitap hakkında böyle keyfi davranamayacakları söylendiğinde de, küplere biniyor ve kendi meallerini yakma eylemi düzenleyeceklerini söylüyorlar. Yaksınlar… Böyle bir şeye şahit olmak bize şu ayet-i kerimeleri hatırlatır:

 “Allah’ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden geliverdi; Allah yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl sahipleri! ... Bu, onların Allah ve resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı cephe alırsa bilmeli ki Allah cezalandırmada çok çetindir.”

( فَاَتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فٖي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِاَيْدٖيهِمْ وَاَيْدِي الْمُؤْمِنٖينَ فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ...  ) (Haşr 59/2, Ku’rân Yolu Meâli)

Ayetleri çarpıtmak ve İslam dışı anlayışları Kur’ân diye sunmak bir özgürlük olamaz. Kendi uydurmalarının altına kendi adlarını yazabilirler ama bu saçmalıklarına asla Kur’ân Meâli adını veremezler. 

Nasıl ki, domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü değilse İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.

01.06.2025

Dr. Bilal ESEN




DOMUZ ETİ ve PİYASADAKİ SÖZDE KUR'ÂN MEÂLLERİ

Domuz etini, kuzu eti etiketiyle satmak bir ticaret özgürlüğü olmadığı gibi,

İslam dışı hezeyanlarını "Kur'ân Meâli" adıyla piyasaya sürmek de bir fikir özgürlüğü değildir.

KABE'NİN DİBİNDE KUL HAKKI

Bazılarının, Kabe'nin daha yakınından tavaf yapabilmek için izdihama neden olduklarını, itişip kakıştıklarını, tavafın kolaylıkla yapılmasını sağlamak için konulan kuralları sahte ihramlarla çiğneyerek başkalarının hakkına girdiklerini ve kul hakkını önemsemediklerini görünce aklıma Yunus Emre'nin aşağıdaki deyişleri geldi.

Maalesef bazı müslümanlar, bu dinin yarısı doğrudan Allah'a (cc) ibadet ise diğer yarısının da mahlukata şefkat ve kul haklarıyla ilgili olduğunu idrak edemiyorlar. Hatta hadis-i şeriflerde, mümin kardeşinin kul hakkına saygı göstermenin, Kabe'ye saygı göstermekten daha üstün olduğuna işaret edildiği halde, bu işareti bir türlü kavramıyorlar.

"Ararsan Mevlayı kalbinde ara

Kudüs'te Mekke'de Hac'da değildir"

 

"Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil"

 

Çakma ihramla ilgili yazı için bk.

https://bilalesen.blogspot.com/2025/05/cakma-ihram.html?m=1

"ÇAKMA İHRAM" MESELESİ

Son zamanlarda Kabe etrafında zemin kattan tavaf yapmak sadece umrecilere/ihramlılara tahsis edilmiş durumda. Diğerleri, üst katlardan tavaf yapmaya yönlendiriliyorlar. Fakat ne yazık ki, bazı kimseler esasında umre yapmadıkları halde umreci gibi gözüküp  hemen Kabe'nin yanına girmeye ve tavaf etmeye çalışmaktadırlar.

"Çakma ihram" deyimiyle anılan bu davranış, çok yanlıştır. En başta diğer insanlara zarar vermek ve kul hakkını çiğnemektir.

Çünkü, Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı tarafından, 2025 yılı Ramazan ayında yayınlanan "Umrecilerin Güven ve Emniyetinin Sağlanmasına İlişkin Kurallar"da da belirtildiği üzere, sözkonusu tedbirin hedefi, umrecilerin güven içinde, kolaylık ve rahatlıkla ibadetlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Bu noktada kadınlar ve erkekler arasında bir ayırım da yoktur. Kadınlar da umre tavafı haricinde oraya girmemelidirler. Böylece izdiham olmadan, herkes hiç olmazsa umre tavafını rahat yapabilecektir. Geçmişten beri oralarda izdiham ve düzensiz hareket nedeniyle bazı acılar yaşanmıştır. Bunlardan ders almak gerekir.

Güya ibadet yapacağım diye başkalarının işini zorlaştırmak ve onlara eziyet etmek dindarlık değildir.

Allah Resûlü, bir defasında Kâbe"yi tavaf ederken şöyle seslenmiştir:

“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama bu canı bu tende tutan Allah"a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı), senin saygınlığından daha büyüktür!bn Mâce, Fiten, 2.) Yani her mümin kul, Kâbe kadar hatta ondan daha fazla hürmete lâyıktır. Diğer kulların hakkını çiğneyerek yapılan tavaf, tavafın ruhunu anlamamaktır. Kabe'ye hürmetin ne olduğunu anlamamaktır.

Şayet dinimizin yarısı doğrudan Allah'a ibadet ise diğer yarısı da kullara ve mahlukâta şefkatle ilgilidir. Allah'ın kullarına eziyet ederek ibadet edilebilir mi?

Sözkonusu tedbirin arkasında başka amaçlar bulunduğunu iddia ederek, çakma ihramı meşru göstermeye çalışanlar, ancak kendilerini aldatırlar. Halbuki, nasıl ki kendileri ilk defa umre tavaflarını yaptıklarında rahat bir şekilde yapabildilerse, daha sonra gelenlere de yer açmalı ve kendileri için istediklerini din kardeşleri için de isteyebilmelidirler.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü"l-kıyâme, 59)

Selam olsun, kul hakkına girmeden umre ve haclarını tamamlayabilenlere!







 


"FAKAT SİZ NASİHAT EDENLERİ SEVMİYORSUNUZ"

İnsana en güzel şekilde yakışacak takılar, mücevherler, armağanlar... gökten yağıyor. Kimisi önce cömertliği, kimisi iffeti, kimisi hayâyı... seçiyor. Kimisi hiçbirini kaçırmadan hepsini yakalamaya çalışıyor.

Ancak kimisi de var ki, bunların hiçbirine bakamıyor, çünkü gözleri güzelliğe, kalbi tefekküre, kulakları hakikate kapalı.

Gökten ne yağarsa yağsın o hep bataklığı, kötülüğü, iffetsizliği ve iğrençliği seçiyor. Gurura kapılıyor ve en güzel nasihatlerden hatta okunan ayetlerden bile etkilenmiyor, bir de üstelik nasihat edenlere düşman kesiliyor. 


"Şüphesiz ki, Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl Suresi 90. Ayet)




PEYGAMBERİMİZ MÜELLEFE-İ KULÛBA ZEKATTAN PAY VERDİ Mİ?

(Konuya ilgi duyan ilahiyatçı dostlarımdan bir rica)

Bir iddiaya göre;

Tevbe Sûresi 60. ayette "sadakaların" müellefe-i kulûba verilebileceği açıklanmakla birlikte, Hz. Peygamberin (s.a.s) kendi zamanında bu sınıftan bir kişiye "zekattan" pay verdiğine dair, açık bir rivayet/hadis yoktur. Bu konuda Peygamberimiz dönemini anlatan rivayetlerin neredeyse tamamı müellefe-i kulûba "ganimet"ten pay verdiğine ilişkindir. Bazı rivayetlerde ise genel olarak mal verdiğinden söz edilmekte, bunun ganimet veya zekattan olup olmadığı açıkça belirtilmemektedir.

Değerli dostlar, bu iddiaya karşı şimdiye kadar derin bir araştırma yapamadığım için, daha önce özel olarak bazı dostlarıma sormuş ve varsa ilgili hadisleri/rivayetleri bildirmelerini rica etmiştim. Henüz açık bir rivayete ulaşamadık. Bir kez de size sormak istiyorum.

Varacağımız netice, müellefe-i kulub meselesini tarihte doğru yere oturtup oturtmadığımız konusunda ve şimdilerde bu kavram kullanıldığında neden sadece zekat konusunun akla geldiğini, yeni müslüman olmuş kimselere niye zekattan başka infaklarla yardım etmediğimizi ve bunların sebeplerini izah sadedinde çok faydalı olacaktır.

Şunu da belirteyim. Uzun boylu araştıramadım fakat kendi kısa çalışmalarımda, bu konuda bazı tarihi bilgilerin çarpıtıldığını da gördüm. Mesela klasik bir tarih kitabında, Ömer b. Abdülaziz'in müellefe-i kulûba "ganimet"ten mal verdiği açıkça belirtildiği halde, zamanımızda bu kaynağa atıf yapan kimi akademik çalışmalarda buradaki ganimet kelimesinin yok sayılarak, olayı hatalı aktardıklarını ve "zekattan verdi" diye bahsettiklerini gördüm.

Kısacası, özellikle hadis alanında uzmanlığı olan dostların, varsa bu konuda "temel hadis kaynakları"ndaki rivayetleri bildirmelerinden büyük memnuniyet duyacak ve duacı olacağım.

Kurbanın ucuzu mu, pahalısı mı?

Pahalı da olsa usulüne uygun olarak kesildiğinden emin olduğumuz bir kurban, kesilip kesilmediği meçhul olan "ucuz" kurbandan hayırlıdır.

Kimse kurban fırsatçılarının kurbanı olmasın.



EMEKLİLERİN PROMOSYON ALMASININ HÜKMÜ

Daha önce memurların promosyon almasının ve kullanmasının dinî yönü hakkında bir yazı yazmıştık. Konuyu bir de emekliler açısından değerlendirmek uygun olacaktır. Memurlardan farklı olarak emeklilere, devlet ile banka arasındaki maaş /promosyon sözleşmesine sonradan da olsa dahil olma imkanı tanınmış olması nedeniyle böyle ayrı bir yazıya ihtiyaç duyulmuştur.

Önceki yazımızda, promosyon anlaşmasındaki "şüphe" iddiaları başta olmak üzere meseleyle ilgili farklı görüşler bulunduğu ifade edilmiş ve bunlar tahlil edilmişti. Oradaki tahliller temel olmak üzere, emeklilerin promosyon almaları hakkında ilave olarak şunları söyleyebiliriz:

1. Emeklilerin, bankalardan aldıkları promosyonlar genel olarak bankaların birer hediyesi değildir. Promosyonun banka tarafından verilmesini hem devlet mevzuatı zorunlu tutmaktadır hem de bu promosyon, bankalarla SGK (devlet) arasındaki bir hizmet sözleşmesinin/maaş ödeme anlaşmasının gereği olarak verilmektedir. O sözleşmede, emekliye verilecek promosyonun asgari miktarı belirlenmektedir. Yapılan bu anlaşmadan sonra emekli, SGK ile banka arasında imzalanan sözleşmedeki şartları sağladığını ve o sözleşmede şart koşulan süre boyunca, seçtiği bankayla çalışmaya devam edeceğini taahhüt ederek o  promosyonu almaktadır.

SGK ile bankalar arasındaki anlaşma gereği verilen bu promosyon, emekliler açısından, bankanın bir hediyesi değil devletin bankayla yaptığı hizmet sözleşmesinde kararlaştırılan bir bedeldir. Bedeli verenle hizmeti verenin aynı taraf olması, sözleşmenin dinen meşruiyetine halel getirecek bir husus değildir. O sözleşme gereği, maaşın alınacağı günün gece yarısından önceki bir kaç gün içinde para bankada tutulmaktadır. Fakat bu süreç emeklinin sorumluluğunda değildir. O süre boyunca para devletindir ve sürecin nasıl yürütüleceğine dair sözleşmeyi bankayla devlet yapmıştır. Zaten hükümet yetkililerinin zaman zaman verdikleri demeçlere bakılacak olursa onlar, emeklilere verilen maaş promosyonlarının, kendilerinin sağladığı bir avantaj olduğunu söylemektedirler. Bankaların promosyon vermesini zorunlu tutan mevzuat da devlet tarafından çıkarılmıştır. Emekli promosyonlarının buraya kadar ki süreci memurlara verilen promosyonun süreciyle benzerdir. Her ne kadar bu süreç boyunca paranın hangi bankada bulunacağına dair emeklinin yaptığı tercih etkili olsa da henüz mülkiyet intikali yoktur. Emeklinin mülkiyetine intikal ancak paranın onun hesabına yatırılmasından sonra gerçekleşmektedir. Bütün bunlara bakarak promosyonun asgari kısmının bankanın emekliye verdiği bir hediye olmadığını dinî bakımdan da hediyenin hükmü gibi değerlendirilmeyeceğini söyleyebiliriz.

2. SGK ile banka arasındaki sözleşme gereği emeklilerin aldığı asgari promosyonun caizliği bakımından, maaşa aracılık eden bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan birisi olması arasında fark yoktur. Zira bu konuda katılım bankalarının işlemleriyle diğerlerinin işlemleri aynıdır, esası etkileyecek bir fark yoktur.

3. Emeklinin, banka seçme hakkının bulunmasına binaen faizli bir bankayı tercih edip orada vadesiz/faizsiz hesap açması ve o bankalar vasıtasıyla meşru işler yapması günümüz şartlarında caizdir. (Bu meseleyle ilgili daha detaylı bir yazıya şu linkten ulaşılabilir.)

Bu noktada katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı itirazını yapanlar da olabilir. Ancak katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları konusu tartışmalıdır. Ayrıca ülkenin her tarafında, onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece bu bankalar aracılığıyla yapılmasında ciddi sorunlar ve hizmet eksiklikleri bulunduğu hususu, yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir. Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir. Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak haram sayılamaz.

4. Emekliye, SGK ile banka arasındaki sözleşmede belirtilen asgari promosyondan başka, banka ile kendisi arasında sonradan yapılan sözleşmeye/taahhüde binaen ilave bir promosyon veriliyorsa bu kısmın, bankanın emekliye bir hediyesi mi yoksa hizmet sözleşmesinin bir bedeli mi olduğu hususu tartışmaya açıktır. Kanaatimizce, buna tam olarak hediye demek zordur. Çünkü banka bunu sebepsiz yere değil emekli ile yaptığı sözleşmenin neticesinde vermektedir ki, bu durumda bunun da maaş anlaşmasının bir bedeli olduğu, başka bir deyişle, promosyonla ilgili yukarıdaki anlattığımız hususların burada da geçerli olduğu söylenebilir. Söz konusu ilavenin, bir hediye olarak görülmesi halinde hediye hükümleri geçerli olacak ve veren bankanın kazancının çoğunun helal olup olmadığına bakılması gerekecektir. Fıkıh kitaplarında genel olarak, malının çoğu haram olan birinin hediyesini kabul etmenin caiz olmadığı belirtilmektedir. Tabi ki bu hüküm, mali imkanı yerinde olanlar hakkında geçerli olup geçim sıkıntısı çekenler, kendilerine verilen hediye ve bağışları sorgulamadan kullanabilirler. Zaten gelire haram karışma gibi nedenlerle bir kimsenin tasadduk etmesi gerektiğinde, tasadduk edilecek bu miktarı sahibinin kullanması mahzurlu olmakla birlikte bu tasadduku kabul edecek taraf olan fakir için, aynı mahzurun sözkonusu olmaması genel bir hükümdür.

Sonuç olarak,

Emeklilerin, SGK ile bankalar arasındaki sözleşmede belirlenen promosyonu almaları caizdir. Maaş alınan bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan biri olması arasında fark yoktur. Promosyonun bu asgari miktarından başka, emeklinin bankayla sonradan yaptığı sözleşmeye/taahhüde binaen verilen ilave promosyon da kanaatimizce aynı hükümdedir. Ancak bu kısmın hizmet bedeli mi yoksa hediye mi olduğu hususunda şüphesi bulunanların, hali vakti yerinde olmaları halinde, faizli bankalar tarafından verilen bu kısmı kullanmayıp yoksullara vermeleri daha uygun olur. Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekenlerin ise bunu kullanmalarında bir beis olmaz. Zaten emeklilerin çoğu bu durumdadır. Her hâlükârda emekliler, promosyonu bankada bırakmazlar ve alıp kendi tercihleri doğrultusunda hareket ederler. Zamanımızda hiçbir emekli, bankada para bırakacak ve bankaya hediye verecek kadar zengin değildir.

Allahu a’lâ ve a’lem.

13.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku


İLGİLİ YAZILAR

- FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

PROMOSYONUN HELALLİĞİ ÜZERİNE








BAYRAMDAN DAHA YENİ ÇIKTIK, KAZANIRSAN DOST KAZAN...

Uzaklarda yardım bekleyen insanlar var. Gazze var... Doğu Türkistan var... Doğrudur.

Ancak bir başka doğru da ülkemizde ve çok yakınımızda olanları ihmal ettiğimiz ve yanımızdan uzaklaştırdığımızdır. En azından bir kısmımızın bu konuda kusuru var. Her geçen gün boş yere yeni küskünler meydana getiriyoruz. Bu mesele, hem dinî hem de millî birlik ve beraberliğimiz açısından çok hassas.

Mesele sırf maddi yardım yaparak ve para dağıtarak adam kazanacağını zannetmekten daha derin.

Gerek dinî gerekse insanî duygular yönünden toplumumuzdaki insanlarla bütünleşebilmek, dertlerini anlayabilmek, duygularına ortak olabilmek, her bir ferde kendini değerli hissettirmek, itilmişlik ve ihmal edilmişlik algısına sebebiyet vermemek ve aynı zeminde buluşabileceğimiz ortak noktalarımızı arttırmak, kırgınlıkları ortadan kaldırmak, yeni kırgınlıklar meydana getirmemek ve aramızda olanları ötekileştirip kaybetmemek lazım. Kısacası etrafımızdaki halkayı günbegün genişletmek gerekiyor, daraltmak değil.

Ülkemizde milli ve manevi değerler etrafında oluşan mevcut seviyenin uzun bir geçmişi ve çok da kolay olmayan bir süreci var. Var olan kazanımları hoyratça heba etmemek gerekir. Kötü örnek olup da temsil ettiği değerlere zarar vermemek gerekir. 

Kaba ve bağırtkan dil, etrafındakilerin dağılmasına, sürekli birilerini suçlamak safların zayıflamasına yol açıyor. Alenen kendi değerlerine aykırı işler yapmak, gelecek nesilleri bizden uzaklaştırıyor. Bir kişinin bile uğradığı bariz bir haksızlığın ya da kayırmacılığın haberi, yüzlerce kişiyi küstürüyor. Derdi olanın derdini görmezsek maval okumanın bir faydası olmaz.

Gelin biraz da, düzeltmeye kendimizden başlayalım. Güzel ülkemize yazık etmeyelim. Dost kazanalım, düşman değil.




BİZE AKLI BAŞINDA HAREKET EDECEK MÜSLÜMAN LAZIM, KENDİ KALESİNE GOL ATAN DEĞİL

Forvet, bütün şutları karavana atıyorsa...
Orta sahadakiler birbirlerinin ayağına dolanmaktan top süremiyorsa,
Sağ bek, bütün pasları rakip takıma kaptırıyorsa...
Kaleci ta orta sahadan gelen şutu göremiyorsa...
Sol bek topu kendi kalesine gönderiyorsa...

Amigolar istedikleri kadar bağırsın.
İyi bir takım ve iyi bir sistem olmadıkça kabus sadece 90 dakika değil bütün bir ömür boyu sürer.
Bize, ne yaptığını bilen, aklı başında hareket edebilen ve yapacağı işin sonunu önceden kestirebilen "takım oyuncuları" lazım. Sürekli kendi kalesine gol atan ve günbegün itibar kaybettirenler lazım değil.

FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

Bankaların en çok yaptığı işler, paraya ihtiyaç duyana faizli finansman, parasını bankaya yatırana da vadeli mevduat gibi yollarla faiz getirisi  sağlamaktır. Bununla birlikte zamanımızda  bankalarda faizli işlemler dışında da bir çok iş yapılmaktadır. Vadesiz hesap açarak yapılan ülke içi veya uluslararası para transferleri; vergi, fatura, bağış ödemeleri; kart, sigorta, hisse senedi, döviz ve kıymetli maden işlemleri; SGK, HGS, tapu güvenilir hesap işlemleri, çek, senet, maaş ve ATM işlemleri bunlardan bazılarıdır. Bu gibi işleri faiz alıp vermeden gerçekleştirmek mümkündür. 

Günümüz şartlarında Türkiye'de, bankalarla çalışmak ve vadesiz/faizsiz hesap açmak gibi işler dinen haram sayılamaz.
Şayet bankanın kazancının çoğunun haramdan olduğu ve bu gibi işlerin kendisi faizli olmasa bile bunları bankada yapmanın faize yani "harama destek olmak" anlamına geldiği ve haram olduğu iddiası ileri sürülecek olursa bunu şöyle değerlendirebiliriz:

Fıkıhta, özellikle de Hanefi fıkhında malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir mal ya da hizmet üzerine muamele yapmak, geçerli olmakla birlikte, mekruh sayılmaktadır. Buradaki mekruhluk ise kişinin, haramla iş yapmayı itiyat haline getiren biriyle muamele yapması halinde kendisinin de bir gün harama düşme riskinin bulunması sebebiyledir. Bu husus Hanefi fıkıh kitaplarında  ( مثل معاملة من أكثر ماله حرام لاتحرم مبايعته حيث لم يتحقق حرمة ماأخذه منه ولكن يكره خوفا من الوقوع في الحرام كذا في فتح القدير) biçiminde ifade edilmektedir (Bk. Hamevî, Ğamzü uyûni’l-basâir, 1/385; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâk’ıl-felâh, 35). Muamelenin bu gerekçeyle mekruh sayılması söz konusu muameleyi ve bu muamele karşılığında alınan bedeli haram kılmaz. Yukarıdaki alıntıda bu da belirtilmektedir. Çünkü muamele, asıl itibarıyla meşru olan bir iş ve bedeliyle ilgilidir. Mekruhluk ise onu çevreleyen bir riskten/şüpheden dolayıdır. Bu tür meselelerde “harama destek olma”  şeklinde bir gerekçenin hükme medar kılındığına fıkıhta (Hanefi fıkhında) rastlayamadık. Bir başka deyişle, malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir alışveriş yapmanın mekruh sayılması, harama destek olma gerekçesinden dolayı değildir. Oradaki gerekçe, yukarıda belirttiğimiz gibi, böyle bir muamelenin haram işlemeye götürme  riskidir.

Esas itibarıyla meşru olan bir muamele, taraflardan birinin başka konulardaki günahlarına destek olmak şeklinde yorumlanarak haram sayılamaz. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s) yahudiler ve müşrikler gibi kesimlerle bir çok meşru alışveriş yaptığı bilinmektedir. Tarih boyunca müslümanlar Adriyatik'ten Çin seddine, farklı ülkeler, farklı dinler ve farklı meşreplerden insanlarla alışverişler yapmışlardır. İpek yolu ve baharat yolu gibi kavramlar bu uluslararası alışverişleri hatırlatmaktadır. Elbette bu esnada müslümanlarla alışveriş yapan karşı tarafın, kazandığı paraları günah olan işlerde de kullanmış olması mümkündür. Fakat bundan yola çıkıp da bütün bu alışverişler, karşı tarafın günahına destek olmak biçiminde yorumlanmamış ve haram sayılmamıştır. Zaman zaman ticaret yasakları söz konusu olmuşsa da bunlar devletler arası savaş durumuna mahsus sınırlı uygulamalardır. Bunlar dışında farklı milletlerden insanlarla alışveriş öteden beri devam etmiştir.

Hatta tarihte kimi zaman kimi bölgelerdeki savaşlar, yağmalar, gasplar ve hırsızlıklar çoğalıp uluslararası  pazarlardaki malların helalden mi yoksa haramdan mı olduğu konusunda birçok şüphe ortaya çıktığında ulema, böyle devirlerde "sırf haram" olandan kaçınmanın yeterli olduğunu, yani pazarda satılan herhangi bir malın haramdan kazanıldığı kesin olarak bilinmedikçe alınıp satılabileceğini söylemişlerdir. Böyle durumlarda alışveriş yapmayı, haram işleyenlere destek olmak şeklinde yorumlamamışlardır. Genel uygulama böyledir. Kaldı ki son söylediğimiz bu husus, doğrudan akdin konusu olan maldaki bir şüpheyle ilgilidir. Meşru bir malı alan veya satan tarafın başka konulardaki günahlarına gelince, bunların söz konusu akdin temelini sakatlayacağı da söylenmemiştir. Bu noktada dikkat çekilen husus, haramdan kazanmayı alışkanlık haline getirmiş kişiyle muamele yapıldığında bir gün harama düşme endişesidir. Bu endişe sebebiyle kerahete hükmedilmiş fakat yapılan akit geçersiz ve haram sayılmamıştır. Böylece ihtiyaç halinde böyle bir muamelenin yapılabilmesine kapı aralanmıştır.

Malının çoğu haram olan kişiyle iş yapmamak, örneğin kendi tercihine bağlı olarak faizli bankayla çalışmamak bir müslüman için ideal bir davranış olabilir. Bu böyle olmakla birlikte, yeterli bir alternatif bulunmaması gibi sebeplerle, meşru bir iş için faizli bankayla çalışmak durumunda kalınmışsa bu durumda mekruh hükmünün de söz konusu olmayacağı kanaatindeyiz. Zaten başta belirttiğimiz gibi bankaların bütün işi faiz değildir, bunun dışında da bir çok iş ve işlem yapmaktadırlar.

Başta maaşlı çalışanlar olmak üzere bir bankayla çalışmak zamanımızda neredeyse herkes için bir ihtiyaçtır. Memurların ve emeklilerin, maaşlarını banka dışında bir yerden almaları mümkün değildir. Bu tür durumlarda "ihtiyaç" hükme tesir eder. “Meşakkat teysîri celbeder.”, “Hâcet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil olunur.” ve “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar.” şeklindeki fıkıh kaideleri bize bir fikir verebilir.

Katılım Bankaları Gerçek Bir Alternatif Olabildiler mi?

Bu noktada, zamanımızda artık katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı şeklinde bir itiraz yapılabilir. Ancak en başta, katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları ve bu konudaki inandırıcılıkları tartışmalıdır. Ayrıca, örneğin, ülkenin her tarafında onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece katılım bankaları aracılığıyla yapılması durumunda ciddi sorunlar ve hizmet eksikliklerinin ortaya çıktığı görülmüş ve bu husus yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir.

Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Bu gibi nedenlerle insanlar hâlâ diğer bankalarla çalışmak durumunda kalabilmektedirler. Hatta konvansiyonel bankalardan biri bile -ne kadar gelişmiş olursa olsun- kimi işler için yeterli olmamakta, zamanımızda birden çok bankayla çalışma ihtiyacı ortaya çıkabilmektedir.

Katılım bankalarının kendileri bile bazı işlerde yurt içindeki ve dışındaki konvansiyonel (faizli) bankalarla ve faizli işlem yapan diğer kuruluşlarla iş birliği yapmaktadırlar. Mesela, ortak kredi kartı ve ATM anlaşmaları böyledir. Birbirleriyle döviz, sukûk ve kira sertifikası vb. alıp vermektedirler. Hatta ülkemizdeki katılım bankalarından birinin ana ortağı, konvansiyonel bir bankadır. Yani konvansiyonel bankalarla katılım bankaları öteden beri birbirleriyle iş yapmakta ve yapmaya devam etmektedir. Hal böyleyken sade bir vatandaşa, faizli bankalardan tamamen uzak durmasını ve sadece katılım bankalarıyla çalışmasını söylemek çelişkili değil midir? Buna, kraldan çok kralcı olmaya kalkmak denmez de, ne denir?

Yine mesela zamanımızda yardım faaliyeti yürüten birçok hayır kuruluşu ve dinî kuruluş, gerek yurt içi gerekse yurt dışı hizmetlerini yürütürken, zekat ve kurban gibi organizasyonlar gerçekleştirirken faizli bankalarla da çalışmakta, bu bankalardaki hesaplarıyla bağış toplamakta ve para transferi yapmaktadırlar. Buna rağmen bu kuruluşlardan bazılarının, yaptıkları bu işleri görmezden gelerek sadece personel maaşı konusunda faizsiz banka hassasiyetini ileri sürmeleri büsbütün bir çelişki değil midir?

Bütün bu gerçekler, günümüzde konvansiyonel bankalardan tamamen uzak durulmayacağını göstermektedir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir.

Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, ihtiyaç halinde faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp para transferi, fatura ödemeleri ve menkul kıymet saklama gibi faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak dinen haram veya mekruh  sayılamaz, kanaatindeyiz.

Bir kişi, kendi şehrinde faizsiz bir banka bulunmaması veya bulunsa da yeterli sayıda şube veya ATM'sinin bulunmaması, belli bir hizmetinin eksik olması ya da hizmet kalitesinin yeterli olmaması gibi sebeplerle faizlii bir bankayla çalışabilir. Bütün bunlar ihtiyaç kapsamındadır. Aynı hüküm, kurumları adına maaş sözleşmesi yapma pozisyonunda bulunan yöneticilerin bireysel dindarlıkları açısından da geçerlidir.

Allâhu a'lâ ve a'lem.

01.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku




EVLİYA OLANA, BAYRAMDA NE YAPMAK YAKIŞIR?

Bayramlarda bazı evlerde, kim bayramlaşmaya geldi kim gelmedi muhabbeti yapılır. Hatta bazen kısık sesle ufak kırgınlıklar dile getirilir.

Aslında mesele, hangi taraf diğerine gitmeliydi, kim haklı kim haksız, meselesi değil. Çünkü hepimiz biliriz ki, haklı olmak, her zaman huzurlu olmaya yetmez. Şu kısa dünyayı güzelleştirmek ve huzurlu bir yaşam sürebilmek için kendini haklı göstermekten başka bazı çözümler üretmek gerekir. İşte bu noktada belki şu Nasrettin Hoca fıkrası bize bir mesaj verebilir:

Hocanın evliya olduğuna dair toplumda bir şâyia dolaşmaktadır. Günlerden birgün, onun evliya olduğunu duyanlar toplanıp gelirler ve şöyle bir soru sorarlar:

- Hocam evliya mısınız?

- Evet...

- Peki evliya olduğunu bize göster.

- İnanmıyorsanız şu karşıdaki koca ağacı çağırayım da gelsin buraya. O zaman evliya olduğumu anlarsınız.

- Tamam, hadi çağır da gelsin. 

Herkes, ne olacak diye merakla hocayı izlemeye başlar. Hoca, "Ey ağaç gel buraya!" diyerek çağırır fakat ağaç kıpırdamaz. Üç defa tekrar etmesine rağmen bir değişiklik olmaz.

Kalabalıktakiler: "Bak hocam, ağacı çağırdın ama sana gelmedi" derler. Hoca hiç istifini bozmadan: 

'O bana gelmezse ben ona giderim, evliyada kibir olmaz' der ve ağaca doğru yürümeye başlar.

Gelmeyene giden evliyaya selam olsun.

Herkese iyi bayramlar.