Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)

İlginçtir... Dinle ilişkilendirilen bir çok kurumun tarihte tecrübesi var. Fakat zekat ve fitre toplayıp dağıtan bir vakıf tarihte yok, ya da bilinmiyor.

Mesela vakıf kurumunun tarihi bir geçmişi var. Fakat o vakıf kurumu, gönüllü bağışlarla kurulmuş ve bunların gelirleriyle yaşatılmış, zekatla değil.  Yine bugünkü sigortacılığa benzer kurumlar tarihte de var. Hatta bankacılığın bile tarihimizde yerinin var olduğu söylenebilir. (Para vakıfları vb.) Fakat bugünkü gibi zekat toplayıp dağıtan ve vakıf adını kullanan sivil kuruluşlara tarihte rastlayamıyoruz.

Esasında vakıf, kendi kendini ayakta tutan bir müessesedir. Bir vakfı kurmadan önce bu vakfın masraflarının ve çalışanlarının ücretlerinin hangi kaynaktan ödeneceğine dair ve ayrıca vakfın hayır hizmetlerinin hangi kaynaklardan sağlanacağına dair gayrimenkuller/sabit getirili varlıklar tahsis edilir. Yani vakıf, kendi malı olmadığı halde başkalarından para toplayıp da  bunları belli hayır cihetlerine ulaştıran, sırf aracılık yapan bir kuruluş değil. Malvarlığı bulunan ve bunu işleterek getirisini hayra harcayan bir kuruluş.

Günümüzdeki vakıfların ve hayır kuruluşlarının birçoğu ise sırf milletten para toplayıp dağıtmak üzerine kurulmuş gibi gözüküyor. Çoğu, varlığını devam ettirmek için sabit getiri sağlayan varlıklara yeterince sahip değil. Bu nedenle çeşitli masraflarını, çalışanlarının maaşlarını nereden ödeyeceklerini, binalarının ve araçlarının giderlerini nerden karşılayacaklarını bilemez durumdalar ve maalesef bu giderlerini, bağışçıların hiç haberi olmaksızın toplanan hayır paralarından karşılayanlar oluyor. Hatta topladıkları zekat paralarını bile bu giderlere harcayanlar, binalarının elektrik ve yakıt gibi giderlerini bundan ödeyenler var. Bu şaşkınlık nedeniyle sözkonusu kuruluşların bir kısmı, bir müddet sonra, muhtaçlara yardımı ikinci plana atıp kendi kurumsal varlığını ayakta tutma ve yaşatma telaşına düşüyorlar. Bu telaş da onlara bir çok hata yaptırıyor, kamuoyunun anlamakta zorlanacağı işler yapıyor ve itibarlarına zarar veriyorlar.

Hiç mi geçmişe bakıp örnek almazlar? Tarihte o vakıflar nasıl ayakta duruyordu? Vakıf, milletin sırtına yük mü olur, yükünü mü alır?

İşte bu gibi nedenlerle, zamanımızda zekat toplayıp dağıtan sivil kuruluşların, köksüz kuruluşlar olduğunu söylemek mümkün. Başka bir deyişle onların bu pozisyonu, adını taşıdıkları vakıf müssesesinin  ortaya çıkış amacıyla ve yapısıyla uyumlu olmadığı gibi zekat tarihiyle de uyumlu değil.

Tarihte, bırakın sivil zekat kurumunu, devlete ait resmi zekat kurumu bile neredeyse yok. Mesela Osmanlı gibi devletlerde böyle bir kurum yok. Onlar zekat kurumundan uzak durmuşlar. Ama zamanımızda zekat toplayıp dağıtan sivil kuruluşlar sürekli çoğalıyor. Okul aile birlikleri dahil, yüzlerce ve belki binlerce kuruluş zekat topluyor. Bir de bu kadar kuruluşun yaptığı kesintileri bir düşünün. Muhtaçlara gidecek paralarla ayakta duran binlerce kuruluş ve onların yaptığı milyonlarca kesinti. Arta kalan olursa o da şansı olan fakirlere gidecek.

Esasında birilerinden mal/para alıp bunu bir yerden diğer bir yere aktarma ve bundan kazanç sağlama işi, hizmet sektörünün ücretli işleri kapsamında. Bunun adına nakliye, lojistik, posta, kargo, kurye hizmeti vs. demek daha gerçekçi olurdu. Adlarını böyle koysalar ve ücretli hizmet yapıyoruz, onun için şu kadar ilave ücret talep ediyoruz deselerdi, daha şeffaf ve güvenilir olurlardı. Şu durumda, toplanan hayır paralarının ne kadar olduğu, nihayetinde muhtacın eline bunun ne kadarının geçtiği ve kuruluşun kasasına ne kadar kaldığı gibi hususlarda bir sürü soru işareti oluşuyor.

Şu sıralar, zekat gibi bağışlar toplayıp dağıtan böyle kuruluşların hangi işine el atılsa dinî açıdan bir çok problem görülüyor. Toplanan zekatların usûlüne uygun dağıtımı konusunda da kafalar karışık. Başı sonu iyi düşünülmemiş, akıntıya kapılıp sürüklenen ve başkaları da aynısını yapıyor, gerekçesine sığınılan bir sürü sakat iş. Nasıl böyle büyük veballi işlere girişiyorlar, şaşırmamak mümkün değil.

Normalde bir insanın, Yüce Allah'ın huzurunda, sırf kendi zekat hesabını bile vermesi zor iken, bunlar nasıl oluyor da yüzbinlerce kişinin vebalini üstlenebiliyorlar? Hayret!

İLGİLİ YAZILAR:

- -ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞLERİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?



ZEKAT PARASINI EŞYAYA DÖNÜŞTÜRMEK

Zamanımızda zekat toplayıp dağıtan vakıf ve derneklerin faaliyetlerine muttali oldukça her adımda çeşitli dinî ve fıkhî sorunlar bulunduğunu görüyoruz. Tarihi tecrübeden yoksun bu kuruluşların alelacele ve düşüncesizce giriştiği işler bir sorun yumağı halinde büyüyor. Akıntıya kapılıp başkaları yapıyor biz de yapalım tavrına girenler, kendilerine bağışta bulunan müslümanların ibadetlerini de tehlikeye atıyorlar.

Mesela şöyle bir olay. Sivil bir kuruluş, falan yerdeki muhtaçlara eşya ve erzak yardımı yapacağım, diye milletten zekat topladı. Bu parayla yiyecek aldı, ekmek aldı, süt aldı, eşya aldı... Nakil sürecinde, bunlardan bir kısmı bozuldu, kırıldı, kiminin son kullanma tarihi geçti, kimi ezildi, kimi büzüldü. Kimini arsızlar yedi, kimini hırsızlar yedi. Yani tamamı fakirlere ulaşmadı. Peki bu durumda bağışçıların zekatları tam ödenmiş oldu mu?

Buna evet demek mümkün değildir. O zekatlar tam ödenmiş olmadı.

Zaten söz konusu kuruluşlar zekat alma hakkı olan kesimlerden değildir. Sadece aracıdırlar. Vekildirler. Aracının  yani vekilin eksik ödemesi durumunda, asıl olan kişi, yani zekat sahibi, zekatını eksik ödemiş oluyor. Eksikliğin telafi edilmesi lazım. O kuruluşun çalışanları, eksilen kısmı ya kendi ceplerinden tazmin etmeli ya da bağışçılara geri dönüp durumu haber vererek, zekatlarınızda eksiklik oluştu, tamamlayın, demeliler. Bu gibi meselelerle sıklıkla karşılaşılmasına rağmen dinî duyarlılık çok zayıf. Bunların dinî hükmünü mesele edinenler çok az sayıda.

RAMAZAN


Ramazan ayı herkese olsun mübarek
Her gecesi nûr içinde her vaktinde bir fazilet
Yaradan'la olsun gönlümüz, muhtacı görsün gözümüz
Rabbim senden dileğimiz, günahsız oruç, riyasız ibadet
Tüm ifa

TÖVBE ve İSTİĞFÂR, ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?

Felaketler üst üste gelmeye başladı. Dayanılmaz acılar yaşanıyor. Tam olarak bilemiyoruz, bunlar hangi hikmetten ötürü oluyor.
Kainatta geçerli kanunların işlediğinde şüphe yok. Biz ise elimizden gelen tedbirleri almakla mükellefiz. Bu bizim vazifemiz.
Konunun bir boyutunda dünyevi görevlerimizi yerine getirip getirmediğimiz meselesi var. Bir başka boyut ise bütün bu olanları dünya-ahiret yolculuğu bakımından anlamlandırmak.
Unutamayacağımız bir gerçek şu ki; Kur'ân bize, eski ümmetler zamanında bazı tabii felaketlerin bir ilahi uyarı veya ceza olarak başa geldiğini bildiriyor. Elbette şimdiki felaketlerin böyle olduğuna dair elimizde bir bilgi yok, vahiy yok. Dolayısıyla bunların ilahî ceza olduğu iddia edilemez.
Yine de insanın, hiç bir ihtimali tamamen göz ardı etmemesi iyi olur. Belki de bu tür hadiselerin kişilere göre farklı durumları vardır; Kimine ikaz olan, kimine bir azap, kimine bir rahmet... olabilir.
Hiç değilse, madem ki bir anda böyle onbinlerce ölümle karşılaştık, ölüm bize kendini güçlü bir şekilde hatırlatmıştır. Öyleyse artık ölüm ve sonrası hakkında daha çok düşünmemiz lazım değil mi?
Ahiret inancımızın gereği olarak ölüm sonrasına daha iyi hazırlanmamız lazım. En başta, bugüne kadar işlediğimiz günahlardan ciddi şekilde tövbe etmemiz lazım. İstiğfar etmek, Allah'tan af istemek lazım. Sonra da ibadetlere devam ederek, hayır ve hasenâtı çoğaltmak lazım. Malını infak etmek lazım.
Nitekim Kur'ân'da, başa gelen büyük musibetlere rağmen tövbe etmeyen, inancı bozuk münafıklar hakkında şöyle buyruluyor: "Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sınanıyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar." (Tevbe sûresi 126. Ayet)
Bunun gibi ayetler, musibetlerden sonra aklını başına toplama ve tövbe etme konusunda bize de bir mesaj vermektedir. Ölümün olanca sesiyle haykırdığı bir zamanda, ölümden sonrası için hazırlanmayacağız da başka ne zaman hazırlanacağız? Tövbe ve istiğfar her zamankinden daha çok anlamlı şimdi. 
Bir de şu var. Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor: "Tövbe edip dururlarken de Allah onlara azap etmeyecektir." (Enfâl sûresi 33. Ayet)
Bunu şöyle anlayabiliriz. İstiğfara devam edenlerin başına da dünyevi felaketler gelebilir fakat bunlar azap değildir. Yukarıda dediğimiz gibi kimine azap olan kimine rahmet olabilir. Görünüşte aynı felaketi yaşayanların karşılaştıkları sonuçlar farklı olabilir. Sonuçta bir gün herkes ölümü tadacaktır. Kimi rahmetli olacak kimi azaba müstehak olacaktır.
Biz daima tövbe ve istiğfara devam edenlerden olalım ki, başımıza gelenlerin azap olmadığından emin olalım. Musibetler rahmete dönüşsün. Çünkü ayet, tövbe ve istiğfara devam ettikçe başımıza azap gelmeyeceğini haber veriyor. İnandık, iman ettik.
Haydi öyleyse, mübarek ramazan ayı da yaklaşmışken kendimize yeniden çeki düzen verelim, tövbelerimizi arttıralım.
Ümidimiz şu ki, tövbe ettikten sonra silinmeyecek bir günah yoktur. Yeni bir başlangıç yapanlar için rahmet kapıları sonuna kadar açıktır. Allah Teâlâ, kendine inananları asla hayal kırıklığına uğratmayacaktır.

ZEKATTAN KESİNTİ (?)

Tebrik ediyorum.

Örnek bir uygulama.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne bağlı Zekat Fonu, dünya çapında zekat toplayıp dağıtan bir kuruluş. Yakında Türkiye'de faaliyete geçmek üzere. Bu faaliyeti yaparken fetvalara göre hareket ettiklerini söylüyorlar ve topladıkları zekatın %100'ünü yani tamamını muhtaçlara ulaştırdıklarını ve kesinti yapmadıklarını belirtiyorlar.
Peki birçok ülkede zekat toplayıp dağıtmanın belli bir maliyeti olur, bunu nasıl karşılıyorlar?
Buna da çok güzel bir çözüm bulmuşlar. Bağışçılar zekat verirken, dilerlerse zekat haricinde gönüllü olarak, %6,5 oranında ilave sadaka bağışı yapabiliyorlar. Fakat bu zorunlu değil. İlave bağışı yapmadan da zekat bağışı yapmak mümkün.
Harika!
Bu tür şeffaf çözümlerin, ülkemizdeki yardım kuruluşlarına da örnek olmasını diliyorum.
Şeffaflık olmadan ve bağışçılara haber vermeden, bazı kuruluşların zekat paralarından kesinti yapması ve masraflarını buradan karşılaması fıkhen problemli olduğu gibi müslüman ahlakına da yakışmıyor.
Dileyenler söz konusu kuruluşun internet sayfasını inceleyebilirler: https://zakat.unhcr.org/tr/about-zakat





MEMURUN GÖMLEĞİ

Her memur, görev yerine geldiği her gün üzerindeki bütün ideoloji, parti, cemaat ve kulüp gömleklerini çıkartıp kapı dışında bırakarak, devlete hizmet etmeyi bu gibi yapılara hizmetten öncelikli görmelidir. Aksi halde, devletimizi içten tehdit eden yapılar sona ermez.

Dini kullanarak belli bir sektöre yönlendirme yapmak uygun mu?

Bence kimse sırf dinî duyguları kullanarak insanları belli bir sektöre yönlendirmemeli. Gerçekleri açık açık söylemeli, zararı kârı açıkça konuşmalı. Tercihlere karışmamalı. Özellikle din adamları tarafsız olmalı, belli bir sektör lehine çalışıyormuş izlenimi vermemeli
Her şeyden önce bir şeyin caiz olması, mutlaka kâr elde edeceğimiz anlamına gelmez. Caiz olan şeylerde de zarar edilebilir. 

Mesela bazıları insanları katılım bankalarına yönlendiriyor ve bunlar zarar etmez, diyorlar. Belli ki tarihten hiç ders almıyorlar.
90'lı yıllarda bunların adı finans kuruluşuydu. Bazıları öyle bir battı ki, binlerce vatandaş hâlâ parasını geri alabilmiş değil. O zaman mevzuatları da gelişmiş değildi.
Şimdi mevzuatlari biraz gelişti ama vatandaştan çok, bankalar lehine.
Bu nedenle katılma hesaplarına yatırılan paralar çok büyük risk altında. Yeni mevzuata göre bu hesaplarda ne kâr elde etmek ne de anaparayı geri almak garanti değil. Bir aksilik durumunda zararın tamamı vatandaştan gider, diyor o mevzuat. 

Bu durumu mudarebenin ve fıkhın gereği olarak kabullenmek durumunda da değiliz. Çünkü bugünün mudaripleri geçmişteki çulsuz fakirler değil. Bugünün bankaları, geçmişin mudaripleriyle mukayese edilemez. Kaldı ki, Osmanlı'da bile mudaribin zarardan sorumlu tutulmasına yönelik fıkhi çözümler bulunmuşken bugün katılım bankalarının ve onların fetvacılarının bunları görmezden gelmesi ve vatandaş söz konusu olduğunda zorlaştırıcı hükümleri, katılım bankaları söz konusu olunca kolaylaştırıcı hükümleri hatta hile-i şer'iyyeleri dikkate almaları hayret verici bir durum.
Cahiliye ribasını bile "mahrum kalınan kâr" diyerek tecviz edenler hâlâ vatandaşın lehine bir fetva bulamadılar ve mevzuatın tarihteki şartlara göre oluşturulmasına katkı verdiler. Allah kimsenin gözünü kör etmesin.
Bu kadar riske rağmen buralara yönlendirme yapmak ve bu esnada dinî duyguları kullanmak bana pek uygun gelmiyor. 90'lı yıllardaki gibi bir olumsuzluk yaşanması durumunda yönlendirenlerin de vebali olacaktır.

Olur mu? Pilavsız mevlit - yemeksiz mevlit ?

Ülkemizde âdet haline gelmiş mevlit okutma merasimleri, bazen kuru kuru geçiyor. Gelenlere bir tabak pilav bile yok. Belki bir-iki şeker veya çikolata (!)
Çağrılan misafire ikram etmeden olur mu, hiç? Niye çağırdın öyleyse bu kadar insanı? Mesele sırf okumak ve dinlemek olsa, insanlar mevlidi başka şekilde de dinleyebilirlerdi. Hiç olmazsa, açar video sitelerini en harika mevlüthanlardan dinlerlerdi. Ama sen kendi cemiyetine çağırmışsan, cemiyetin sahibi kimmiş, bi göstermen lazım değil mi?
Zaten mevlit okutmak, dinin bir emri değil ki, âdet yerini bulsun diye okunuyor, çoğu zaman. Bundan ne kadar sevap gelecek, okuyanlar ne kadar samimi, dinleyenler ne kadar huşu ile dinliyor, o mevzuya şimdilik girmeyelim.
Ama yapılan ikramın sevap olduğunda hiç şüphe yok. Hele hele bu vesileyle çevredeki durumu zayıf kimselere de yemek gönderilebilirse veya bir miktar sadaka verilebilse aliyyülâlâ olur. Bunun sevabı ölmüşlere de gider, yaşayanlara da.
Mevlit cemiyeti demek, sadece kuru kuruya okumak demek mi? Onu güzelleştiren şey, ikramlar. Muhabbetin yolu mideden geçiyor. Böylece sosyal dayanışmaya da büyük bir katkıda bulunulmuş oluyor. İnsanlar bu vesileyle bir araya gelip kaynaşıyor, muhabbetlerini ve dostluklarını artırıyorlar. Esasında mevlidin gelenek haline gelmesi de, belki bunlara vesile olmasından dolayıdır.

Allah kabul etsin.




Parayla ilgili ibadetler, nedense birilerinin dikkatini çok çekiyor. Zekat da bunlardan biri.

Para çok çekici bir şey. O kadar cazibeli bir şey ki, bazılarının aklını alıyor, ibadeti ibadet olmaktan çıkarabiliyor.
Zaten bu zamanın insanları sahabe değiller ki, paranın baştan çıkarıcı cazibesine dayanabilsinler. O nedenle bu cazibeye kapılanlar sevgilisini başkasına kaptırmak istemeyen aşık gibi davranıyorlar. Zekat paralarının doğrudan fakirlere gidecek olmasını adeta kıskanıyorlar. Zekat hakkında binbir projeleri var, hepsi de zekat paraları fakirlere gitmeden önce bunları belli fonlarda bekletmek ve yönetmek üzerine.


Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu.

Mesela, katılım bankacılığı (İslami finans) başka bir ülkede tuttu diye, illa ki bizim ülkemizde de tutacak değil. Bizim insanımızın geçirdiği tecrübeler çok farklı. Çok kere, sütten ağzı yandı da artık yoğurdu üfleyerek yiyor. 

Yine zekatın kurumsallaşması bağlamındaki bazı uygulamalar da bence böyledir. Örneğin Malezya'da zekat, devlet yönetiminde ve devletin yetkili kıldığı şirketlerce toplanıyor. Fakat toplanan zekatın yarısı bazen yarıdan fazlası âmilîn sınıfından sayılarak bu şirketlere ve fî sebîlillâh kapsamında olduğu iddia edilen müesseselere kalıyor.

Fî sebîlillâh/Allah yolunda diyerek, zekat parasını hastanelere, camilere, okullara ve eğitim kurumu gibi müesseselere veriyorlar, din öğretmenlerinin ve cami görevlilerinin maaşlarını zekatla ödüyorlar. Yani, zekattan en karlı çıkan bu iki kesim. Fakirlere dağıtılan ise bazı yıllarda tüm zekatın sadece yüzde kırkı civarında. Bu tespitler birçok akademik tezde yer alıyor.

Şimdi bizim ülkemizde o şekilde zekat toplanıp dağıtılacak olsa, fıkhen zaten sorunlu olan bu tür uygulamalar, halk nezdinde itibar görür mü? Zekatın fakirlere gitmeyeceğini, buradan başka bazı kesimlerin yarar sağlayacağını görenler, zekat verir mi?

Bu ülkede zekatı fakirden kaçıran ve fî sebîlillah diyerek güya her türlü hayır işine zekat verilebileceğini söyleyenlerin nasıl bir din istismarına yol açtıklarını yakın zamanda gördük.

Onların bu günahında, hiç şüphe yok ki, mezhebi geniş fetvacıların başka bir deyişle, zekatın fî sebîlillâh kapsamında "her türlü" hayır işi için, kurum ve kuruluşlara verilebileceğini söyleyenlerin de payı vardır.

Geçmişte neredeyse bütün fıkıhçılar ve dört mezhep, zekatın sadece gerçek kişilere verilmesi gerektiğini ve temlikin şart olduğunu söylediği halde, zamanımızda o fıkhı bir tarafa bırakanlar, verdikleri yeni fetvaların neye yol açacağını ya hesap etmediler ya da bilerek istismara destek oldular. Aslında o "çağdaş" fetvaları verenlerin de şu sıralar ortaya çıkıp müslümanlardan özür dilemeleri beklenir.

Velhasıl bu ülkede dinî konularla ilgili bir şey yapılacaksa çok dikkatli olmak lazım. Burası başka yerlere benzemez.






Katılım bankaları için tarihi fırsat kaçmasın

Biz kredi vermiyoruz, mal satıyoruz ve murâbaha yapıyoruz şeklindeki kısık sesli beyanlar bugüne kadar yeterince inandırıcı olmamıştı. Geçenlerde Cumhurbaşkanı da bu hususu vurguladı ve şöyle dedi: "Anlaşıldığı kadarıyla katılım finans kuruluşlarının bankalardan bir farkı olmadığına ilişkin genel bir algı toplumumuzda yer etmiş durumdadır." 

Şimdi, murabahayı göstermelik değil de hakikaten uygulayabilmek için önlerinde önemli fırsatlar olabilir.

Eskiden beri, al-sat yapsınlar diye, bu esnada tapuda veya noterde satıcı olarak gözüksünler diye ve ekstra vergilerden muaf olsunlar, diğer bankalara verilmeyen bazı imkanlara sahip olsunlar diye bir beklenti vardı. Şimdilerde bunu gerçekleştirmek için uğraşmaları lazım. Bu beklentiyi gerçekleştirecek bir fırsat ortaya çıkarsa hiç kaçırmamaları lazım. 

Bugünlerin fırsatlarını iyi değerlendirip gerçekten al-sat yapan kuruluşlar olmalarını ve faiz töhmetinden uzaklaşmalarını umuyoruz.

KURBAN ORGANİZASYONU DÜZENLEYEN KURULUŞLAR, KURBANDAN NE KADAR KAZANIYOR?

Epey zamandır, kurban organizasyonu düzenleyen kuruluşların, topladıkları tüm parayla kurban mı kestikleri yoksa bir miktar paranın kendilerine mi kaldığı hususunda net bilgilere ulaşmak istiyordum.

Sonunda bir kuruluşun, kendi web sitesinde bu konuda net bir bilgi verdiğini gördüm. Buna göre, kurbanlık alım ve kesim giderleri dışında, kurban parasının yaklaşık %7'si kuruma kalıyor.

Bundan yola çıkarak şöyle bir hesap yapabiliriz. Farazi bir misal olarak, şayet bir kuruluş, hissesi 2000 TL'den beş yüz bin adet kurban hissesi kesmiş olsa, 1 milyar TL kurban parası toplamış oluyor. Ve bunun 70 milyon TL'si kendi kasasında kalıyor. Gerçekten hatırı sayılır bir para bu.

Peki bunda dinen sıkıntı var mı? Sıkıntı, bu konuda kurban sahiplerine şeffaf bir bilgilendirme yapılıp yapılmadığına göre değişir.

Kurban sahipleri, kurbandan para artacağını ve bunun başka amaçlara harcanacağını biliyor mu? Bu paranın, hangi amaçlara harcanacağına dair izinleri ve rızaları var mı? İzinleri ve rızaları varsa problem yok. Aksi halde problem çok.

Keşke bütün kuruluşlar şeffaf olsa da, kurban gibi ibadetlerden ne kadar kazandıklarını ve bu kazancı nerelere harcadıklarını açıklayabilseler. Tabi en başta "vekaletle kurban" sözleşmesi yaparken kurban sahiplerine bu konuda bilgi verilmiş olması lazım. Çünkü "vekalet" hükümleri bunu gerektiriyor.

Teyit için bk. https://www.thk.org.tr/vekaleten_kurban_sonuc




KATILIM BANKALARI DİĞER BANKALARLA AYNI MI?

 "Tam da bu noktada önemli bir konunun altını çizmek istiyorum. Türkiye gibi insanların dinî hassasiyetlerinin yüksek olduğu bir ülkede Katılım Finans sisteminin, potansiyelinin gerisinde kalmasının sebeplerini doğru tespit etmeli, çözüm yollarını ona göre belirlemeliyiz. Anlaşıldığı kadarıyla KATILIM FİNANS KURULUŞLARININ BANKALARDAN BİR FARKININ OLMADIĞINA ilişkin genel bir algı toplumumuzda yer etmiş durumdadır. Bu algıyı dönüştürmenin ilk adımı, halen kullanılan, bunun altını çiziyorum, "Katılım Bankası" isminin "Katılım Finans Kurumu" şeklinde değiştirilmesi olabilir."

(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 3 Ekim 2022)
Konuşmanın tamamı için bk.




KATILIM SEKTÖRÜ İSİM HİLESİ OLMASIN
"Değerli kardeşlerim, derdimiz bir bankanın yanına isim hilesiyle yeni bir banka daha koymak değildir. Bunu da açıkça söylüyorum. Yani banka diyelim ki yılda %10, %12 faiz uygulaması yapıyor. Eğer katılım sektörü de bütün oranlarını o %10, %12'ye göre uyguluyorsa... ben bir şey söyleyeyim mi? (Böyle bir katılım sektörüne) Gerek yok! Buna da hile-i şer'iyye (!) denir. Bu da olmaz. Yani murâbaha, müşâreke... bunları kılıfına uydurmayalım. Neyse, işin hakkını verelim."

(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016)
Konuşmanın tamamı için bk.



İLGİLİ YAZILAR:



HER İLMİN BİR "TESETTÜR"Ü VARDIR

Son zamanlarda tarihçisinden felsefecisine, tıpçısından gazetecisine kadar bazı kişilerin kendi mesleklerini yapmaktan ziyade din adına fetva vermekle meşgul olduklarını ve bir müftî, bir fakih gibi davranmaya çalıştıklarını müşahede ediyoruz.

Fakat şöyle bir bakınca görüyoruz ki, esasında bu gibi insanların çoğu, kendi alanlarında başarısız olan ve o meslek mensupları arasında itibar görmeyen kimseler. Bakmayın isimlerinin başındaki ünvanlara. O ünvanların nasıl alındığı da, her ünvan verilenin onu hak edip etmediği de kamuoyunun bildiği bir husus. Bunlardan bir kısmının intihalleri ve bilgi hırsızlığı da ispat edilmiş durumda. Kendi alanlarında ileri sürdükleri iddialar, reddedilmeye veya tekzib edilmeye değer bile bulunmuyor.

Bunlar, kendi alanlarında bulamadıkları itibarı fetva alanında konuşarak kazanacaklarını zannediyorlar.

Evet, din konusunda fitne fesat üretmek isteyen mihraklar bunları çok seviyor ve bunlara sözde itibar kazandırıyor olabilir. Ancak şu bir gerçek ki, hiçbir kimse çıraklığını yapmadığı bir işin ustalığında başarılı olamaz. İşi ağzına burnuna bulaştırır ve kendini rezil eder. Ben bugüne kadar böylelerinden saygıyı hak edeni görmedim.

Bu nedenle sürekli felsefeyle ya da tarihle uğraşmış ve hayatında hiç bir fıkhi akademik çalışma ortaya koymadığı halde "İslam'da tesettür yoktur." diye ortaya çıkmış birinin, velev ki ilahiyat fakültesinde olsun, sözlerinin hiçbir değeri yoktur. İzzeti, İslam karşıtları nezdinde arayan böylelerinin yaptığı, haddini bilmemektir, utanmamaktır, ilim namusunu bir tarafa bırakıp "açılıp saçılmak"tır. Haddini aşan ve utanmayan kimse, saygıyı hak etmez.

Bunlara, utanın ve biraz "tesettürlü olun", demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

ARİF NİHAT ASYA'NIN KABRİ NEREDE?


Yıllarca yanından geçeriz nice mezarlıkların. İçlerinde ne değerlerimizin bulunduğunu bilmeden.

Şunca yıldır Ankara'da bulunup da en güzel naatların şairinden;
"Biz, kısık sesleriz...minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!"

diyen Arif Nihat Asya'nın kabrinden bu kadar geç haberdar olmak büyük bir kusurumuzdu.
Rabbim rahmet eylesin.

(Ankara Karşıyaka Mezarlığı, 1 ve 2. kapılar arası. 8. Cadde, L 4 /286)
...
Geceler, ki pırıl pırıl,
Kandillerin yanardı.
Kapına gelenler, yâ Muhammed,
-Uzaktan, yakından-
Mümin döndüler kapından!
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
Konsun yine pervazlara Güvercinler;
"Hu hu"lara karışsın Aminler..
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha’lar, Yasin’ler!
...


"DİJİTAL" KATILIM BANKASI. ŞÜKÜR Kİ, "İSLAMİ" DEĞİL

Bugün itibarıyla bir tane daha dijital katılım bankası kurulmuş ve ülkemizdeki dijital katılım bankalarının sayısı 3, toplam katılım bankası sayısı ise 9 olmuş. 

Dijital banka, şubesiz bankaymış. Ama sırf dijital bir banka, benim zihnimde sanallığı çağrıştırıyor. Sırf kaydi olan işlemleri çağrıştırıyor. Normal katılım bankalarına bile içimiz tam ısınmamışken, işlemlerinin dine uygunluğu konusunda bir sürü şüphe varken, sırf dijital katılım bankasıyla karşılaşmak bir anda soğuk duş etkisi yapıyor. 

Özellikle altın gibi kıymetli madenlerin alım satımı dijital katılım bankalarında nasıl olacak? Fiziki teslim olmayacak mı?

Ev ve araba finansmanında (murabahada) göstermelik de olsa yapılan al-sat işlemleri ve bunlarla ilgili vekaletler dijitalde nasıl olacak? Sırf dijitallik ne gibi dinî-fıkhî problemlere yol açacak? Bekleyip görelim. 

Fakat yine de bu bankaları tebrik ediyorum. İyi ki isimlerinde "İslami banka"  ibaresi yok. Zira bugünlerde "İslami" ifadesi üzerinden büyük bir din istismarı gerçekleşiyor. Artık nerede bir "İslami" ifadesi görsem kuşkularım iki kat artıyor.

Üzülerek izliyoruz ki, zamane müslümanları "İslami" diyerek ve "helal" diyerek türlü türlü garipliklere imza atıyorlar. 

Helal bira

Helal şampanya

Helal flört

İslami dans

İslami güzellik yarışması (Miss Muslimah)

İslami artistik, aerobik, ritmik cimnastik müsabakaları

İslami ... 

Muhammedsiz ezan

Abdestsiz cenaze namazı

Kesimsiz kurban

... 

Böyle icatlarda bulunan "müslümanlar" bizi korkutuyor.

HERKESİN OTOMOBİLİ OLMAYABİLİR AMA HERKESİN FRENİ VE GERİ VİTESİ OLMALI

Fren yapmak, yolun gerisinden vazgeçmek anlamına gelmez. Zaten fren, durmak için değildir. Çoğu zaman yavaşlamak nadiren de durmak için kullanılır. Geri vites de mutlaka geriye gitmek ve şimdiye kadar geldiğin yolu tersine çevirmek değildir. Doğru yoldan taviz vermek değildir.

Ancak fren ve geri vites, hatalı yollara girenlere veya yola hatalı girenlere yeni bir imkan sunar, engellere ve zorluklara karşı manevra imkanı sağlar. Yeni bir başlangıca imkan verir.

Yoksa hep ileri vitese takıp sürekli gazda gidenler ve fren nedir, geri vites nedir bilmeyenler, bir gün ya bir yere toslar ya da uçurumdan yuvarlanırlar. Maazallâh!

Zaman zaman, acaba doğru yolda mıyım, diye kendine sorabilenler ve bu esnada bazen frene basabilen bazen geri vites yapabilenler doğru yoldadırlar.

Hani, bir an için durup düşünmek, denir ya. İşte o lazım. Durmak ve düşünmek. Durmadan yol alan, düşünmeden yol alır. Düşünmemenin sonu ise felakettir.

SPOR ORGANİZASYONUNA "İSLAMİ DAYANIŞMA OYUNLARI" İSMİNİN VERİLMESİ TARTIŞILIYOR

Öğrendiğimize göre bu organizasyon İslam İşbirliği Teşkilatına bağlı ülkeler arasında gerçekleşecek spor müsabakalarıyla ilgiliymiş. Ve geçmişte de bir kaç defa başka ülkelerde düzenlenmiş. Biz ilk defa duyduk.

Öteden beri dinî kavramları ve İslam kelimesini her şeye karıştırmanın ve tabiri caizse maydanoz etmenin yakışmadığını hatta dinî duyarlılığımıza zarar verdiğini düşünenlerdenim. Bir şeyin İsminin değil aslının İslami olması önemli. Yapılan işin dine uygun olması önemli.

Maalesef bazı zamane müslümanları kendi organizasyonlarına, kuruluşlarına, şirketlerine ve markalarına isim verirken dînî kavramları kullanmakta ısrarcı oluyorlar. Bunlar hiç yakışır işler değil. Böyle yaparak hem kendilerini hem de dinimizi tartışılır hale getiriyorlar.

Şimdi madem bir spor organizasyonunun adında "İslami" kelimesi kullanılmıştır, öyleyse bütün müslümanların bu oyunlarda İslami değerlere ne kadar dikkat edildiğini sorgulamak ve eleştirmek hakları vardır. İşte bu da önümüzdeki günlerde yine gündemde din konulu tartışmaların olacağını gösteriyor.
Birisi kuyuya taş atmış, diğerleri çıkarmakla mı uğraşacak?

Şiddeti önlemek için şiddet

Zaman zaman haberlere konu oluyor. Sokakta eşine şiddet uygulayan kocayı dövdüler. Tacizciyi dövdüler. Vs.

Sormak lazım. Ne zamandan beri yargısız infazlar makbul oldu? Velev ki, dövülen kişi suçlu olsun, onun cezasını vermek sokaktan geçenlere mi düşüyor? Şüpheliyi tutup polise teslim etmeleri gerekirken, kendi raconlarına göre hareket etmeleri, neyin göstergesi? Şiddeti önlemenin yolu bu mu?

Güya şiddeti önlemeye çalışan bu kişiler, esasında şiddetin âlâsını ve örgütlüsünü ortaya koyuyorlar. Maalesef haber kanalları da onların bu tavrını bir meziyetmiş gibi takdim ediyor. 

Zaten genellikle, sonradan bu tür olaylarda yanlışlık yapıldığı, gerçeğin çok farklı olduğu, dövülen kişinin esasında masum olduğu ortaya çıkıyor. Ama iş işten geçmiş oluyor ve bir sürü insan güya birilerini korumak adına, örgütlü ve haksız bir şiddet uygulamış oluyorlar. Bu hadiseler bize, ülkemizde şiddetin yakın zamanda azalmayacağını aksine güçlenmekte olduğunu gösteriyor.

Bir de şu var. Acaba, bir anlık öfkeyle topluca lince kalkışan bu kişiler gerçekten şiddete karşılar mı? Bunların aileleri ve çevreleri araştırılsa, kim bilir nasıl bir sonuç ortaya çıkar. Sokakta tanımadıkları kişilere bunu yapanlar evlerinde ve işyerlerinde teke tek ilişkilerde neler yapıyorlar kim bilir.

Bu ülkede hepimizin, haklarımızın ve yetkilerimizin sınırları konusunda ciddi bir eğitime ihtiyacı var. Hakkını ve yetkisini aşan, zulmeder.


Vaaz ve Vaiz

Acaba?

Peygamberimiz (s.a.s) şu günlerde ülkemizde yaşasaydı;

• Vaazlarında sürekli bağırır mıydı?

• Günah işleyen Müslümanları hep azarlar mıydı? Hakaret eder miydi onlara?

• “Bağırtkan suratlı” mı olurdu hep?

• Kavgacı bir tip mi olurdu?

• Konuşmalarında ve yazılarında kişileri veya kurumları hedef gösterir miydi?

• Günahkârlara karşı insanları kışkırtır mıydı?

• Birilerine hatalarını söylerken onları hep mahcup mu ederdi?

• Gözünde çöp olan birini uyarırken, illa ki parmağını o kişinin gözüne mi sokardı?

• Kaş yaparken göz çıkartır mıydı?

• Günahkârların kalplerini kazanmak mı için çalışırdı yoksa sürekli onları kızdırmak ve İslam’dan uzaklaştırmak için mi çalışırdı?

• Günah işleyeni dinden atar, hiç günah işlemeyen insanlar mı arardı?

• Cenneti sadece kendi tekelinde görür, kendinden başka herkesi cehennemlik mi sayardı?

• … ?

• Nasıl bir tebliğ metodu olurdu, O’nun?

Allah Teâlâ bizlere o güzel Nebinin ahlakını miras alan, merhameti kuşanan ve özellikle de Âl-i İmrân Sûresi’nin 159 . ayeti mucibince davranan vaizler ve âlimler nasip etsin.