BÜYÜK CESARET !

Dinî konularda görevlerimizi eksiksiz yapıyoruz, diyebilmek çok zor. Elimizdeki paranın sadakasını ve zekatını hakkıyla ödeyebiliyor muyuz, diye sorsak kendimize. Buna evet demek kolay mı? Hele hele zamanımız müslümanlarının mal ile imtihanında işler biraz karışık.
Ancak öyle kardeşlerimiz var ki, kendi sadakaları ve zekatları bir yana, bunlardan başka, binlerce kişinin sadakasının ve zekatının sorumluluğunu üstleniyorlar. Fakirlere ulaştıracaklarını söyleyip binlerce kişiden para topluyorlar. Vakıflar, dernekler... kuruyorlar.
Gerçekten çok büyük cesaret! Umarım sadakaları ve zekatları hakkıyla yerine getiriyorlardır. Benim hiç cesaret edemeyeceğim işler bunlar.
 
Sözün burasında, eskilerin uydurduğu bir hikaye aklıma geliyor:
Zengin bir adam, ölümden ve özellikle de kabirdeki sorgu sual esnasında yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. Demiş ki, “Ben öldükten sonra, ilk gece kim mezarda bana eşlik ederse ve sabaha kadar benimle kalırsa, geride kalan malımın yarısı onun olsun, vasiyet ediyorum.”
Bu zengin birgün ölmüş. İlk gece mezarda onunla kim kalacak, diye araştırmışlar. Hiç kimse cesaret edememiş. Nihayet hamallık yaparak geçinen biri, bu işe razı olmuş ve “zaten benim bir ipten başka bir şeyim yok. Mezara girersem bir şey kaybetmem. Sabaha zengin olurum” demiş.
Mezara girdikten sonra sorgu melekleri gelmiş. Bakmışlar, mezarda bir ölü, bir de diri var. Demişler ki, bu ölü nasıl olsa bizim elimizde, diriyi kaçırmadan, önce ondan başlayalım sorgu suale. Ve başlamışlar hamalı sorgulamaya. "O ip senin mi değil mi? Kimden aldın? Kaç liraya aldın? Nasıl aldın? Niye aldın? Nerde kullandın? Bununla kimlerin malını taşıdın? Taşırken kime çarptın? Kaç kişinin malını düşürdün? ... "
Sorgu sual sabaha kadar sürmüş. Hamal kan ter içinde kalmış. Sabah olunca mezardan çıkmış. Çıkınca herkes alkışlamış ve "zengin oldun", demişler. "Mirasın yarısı senin."
Hamal ise "Aman aman! İstemem, kalsın", demiş. "Sabaha kadar bir ipin bile hesabını veremedim ben. Koca bir servetin hesabını nasıl veririm?”
Bu elbette uydurma bir hikaye. Gerçek sorgu sual ise şüphesiz bundan çok daha çetindir.

İnşaallah, halktan para toplayarak faaliyet yapan vakıf ve derneklerin çalışanları, işin ciddiyetinin farkındadır.

ZEKATI ZENGİNLER VERMELİ, FAKİRLER ve BORÇLULAR DEĞİL

Günümüzde bazıları, zekat konusunda yeni şeyler söylüyorlar. Genellikle de bu söylenenler, zekat verenlerin sayısını arttırma ve herkese zekat verdirme mantığı üzerine kurulu.
Evet, zekat fıkhı her devirde güncellenmeli. Zira her dönemin mal anlayışı ve ticaret usulleri hatta yaşam koşulları değişiyorsa hükümler de değişir. İlke olarak buna itiraz olmaz. Şahsen günümüzde ilahiyatçıların, dinin füru alanında yeterince çalışma yapmadıklarından ben de sürekli yakınmaktayım. Zekat konusu da en çok ihmal edilen alanlardan biri. Ortaya konan bazı "cesur" görüşler ise genellikle bütünü görmekten uzak kalıyor.
Örneğin bugün ülkemizde, şirketlerin ve holdinglerin mallarını, gelir-gider kalemlerini, muhasebe dilini bilen ve profesyonel zekat muhasebesi yapabilecek kaç ilahiyatçımız var? Maalesef, teoriden ileriye pek gidilemiyor. Zekat fıkhını güncelleme konusunda gösterilen gayretin, zekat toplama konusunda gösterilen gayret kadar olamadığını görüyoruz.
Bu mülahazadan sonra belirtmek isterim ki, fıkhî hükümlerdeki "güncellemeler" olabildiğince objektif değerlendirmelerden yola çıkarak yapılmalı ve sistemli bir teoriye dayanmalı. Parçacı yaklaşımlar, bir yanı yaparken diğer yanı yıkıyor.
Örneğin büyük bir holding patronunun lüks yaşamına bakarak ticari borçları zekattan muaf tutmayalım demeden önce, işleri iyi gitmeyen ve piyasaya yüzbinlerce lira borçlanarak kepenk kapatan ve yanındaki işçileriyle birlikte işsiz kalan bir esnafı da gözetmek gerekir. İflas etmiş bu kişinin borç dağlarını görmeyip sadece kenarda duran nisap miktarı malını görmek ve onu zekat vermeye mecbur etmek de vicdanları sızlatmaz mı? Bu kişi yanında para biriktirmese, borçlarını nasıl ödeyecek ve evine ekmek götürmek için yeniden nasıl iş kuracak?
Yine, günümüzde borçlar yüzünden gerçekleşen icraların ve hacizlerin ne kadar merhametli (!) olduğunu bilmeyen mi var? Güya taksitlendirilerek uzun yıllarda ödenecek bir borcun bile taksitlerini iki veya üç kez üst üste aksatınca tüm borç peşin haline geliyor ve kişi borçla aldığı evini, arabasını ya da işyerini haciz yoluyla kaybetme tehlikesi yaşıyor. Borcu yüzünden intiharı düşünenin halini kim anlayacak?
Biliyoruz ki, Allah (cc) Kur'an'da borçluyu, zekat alacak kişiler arasında sayıyor, zekat verecekler arasında saymıyor.
Bu konuda Hanefi gelenekte de yerleşmiş bir ictihad var: Kişi, üzerindeki tüm kul hakkı borçları için para ayırdıktan sonra geriye parası kalırsa, bu kalandan zekat vermesi gerekiyor. Aksi halde borçlu kişi, zekat vermiyor. Kanaatimce, bugün de bu ictihad geçerli olmalı. Vadesi ne olursa olsun, borcu için para ayırdığında geride nisap miktarı malı kalmayan kişi, zengin değildir. Zira onun geleceği, borç kıskacı altında olacaktır.
Mesela, müşterilerinden birkaç milyon TL ön ödeme alıp onlara bir-iki sene sonra, bir bina teslim etmeyi taahhüt eden bir müteahhidi veya bir bilgisayar yazılımı teslim etmeyi taahhüt eden bir yazılım firmasını düşünelim. Görünüşte elinde çok para vardır. Ancak paranın çoğunu, ileride teslim etmeyi taahhüt ettiği o binayı yapmak için veya o yazılımı hazırlamak için harcayacaktır. Yani aslında elinde olan paranın hepsi kendisinin değildir. Başkasına borcu vardır. Bu kişi borcu için harcayacağını kenara ayırır ve sadece geride kalan kendi parasının zekatını verir. Aksi halde kendine ait olmayan paranın zekatını vermiş olacaktır. Bir de ekonomik göstergeler iyi gitmezse taahhüt ettiğini yerine getirememe riski de vardır. İflas eden nice müteahhitler olmaktadır.
Bugün bazı sözde fetvacılar, herkes zekat versin diye o kadar ileri gidiyorlar ki, borçluya zekat verdirdikleri gibi, mesken olarak kullanılan evden de zekat verilmeli diyorlar. Kişinin oturduğu evden dolayı zekat vermesi gerektiğini söylersek bu hüküm toplumda kimlere zarar verir, hiç düşünülüyor mu? Dullar, yetimler gibi kesimlerin de bir kısmı eve sahip ama bir kısmının, nafakalarını temin edecek yeterli gelirleri yok. Hem böyle bir fetva, kullanılan eşyadan (evden, binekten...) zekat gerekmediğini bildiren hadis-i şeriflere de aykırı olmaz mı?
Ölçüyü düzgün belirlemezsek, zenginlere zekat verdireyim derken fakirleri de zekat vermeye mecbur etmiş oluruz.
Evet, zekat konusunda yeni fıkhî ölçüler geliştirmeliyiz. Ama bunlar birkaç münferit hadise ve duygusal tepki çerçevesine bağlı kalamaz. Tutarlı ve mümkün olduğunca nesnel bir sistem geliştirmek durumundayız.
Bu alanda biraz daha temkinli ama çok daha gayretli olmak elzemdir diye düşünüyorum.


Zekatımı ve fitremi başka şehirlere ya da başka ülkelere gönderebilir miyim?


Göndermek istersen gönderebilirsin. Ama önce biraz DUR! Gel beraber bir düşünelim.
Parayı hangi çevrede kazandıysan, zekatını ve sadakanı da orada dağıtman daha hakkaniyetli olmaz mı?
Çünkü burada iş yaptın, buradaki insanlarla alışveriş yaparak kazandın. İş arkadaşların, müşterilerin, işçin, işverenin... burada. Evinin yapımında, aracının bakımında, yolunun inşasında... buranın insanlarının katkısı var. Kazanırken istifade ettiğin tüm kamu hizmetleri, buradaki insanların vergileriyle sağlandı. Senin ve işyerinin güvenliğini sağlayan bu çevredir. İyi-kötü bugünlere gelmende bu çevre etkili oldu.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı bir ülkede yaşasaydın, belki de hiç kazanamayacaktın. Bu güvenli ortam, buradaki insanların yaşam biçimi ve sosyal ortamı sayesinde meydana geldi.
Mallarını biriktirirken buranın insanlarının gözü önünde biriktirdin. Göz hakkı diye bir şey varsa, işte o, tam da buraya yakışırdı.
Velhasıl, senin malında buranın insanının hakkı var. Akrabanın, komşunun, dostlarının, hemşehrilerinin, milletinin hakkı var. Buranın fakirlerinin hakkı var.
Başka yerlere de yardım gönder, lakin, iyi bir hesap yap da, dışarıya gönderdiğinin birkaç katını kendi çevrene dağıt. Böylesi daha iyi olmaz mı?


ZEKÂT FAKİRİN HAKKI, KURUMLARIN, KURSLARIN... DEĞİL

Şu sorulara bir bakalım:

  1. Okula zekat verilir mi?
  2. Üniversiteye zekat verilir mi? 
  3. Camiye zekat verilir mi?
  4. Çeşmeye zekat verilir mi?
  5. Su kuyusuna zekat verilir mi?
  6. Kur'an kursuna zekat verilir mi?
  7. Dershaneye zekat verilir mi?
  8. Gazeteye zekat verilir mi?
  9. Dergiye zekat verilir mi?
  10. Cemaatin TV'sine zekat verilebilir mi?
  11. ...?

İlk bakışta bu sorular normal ve sıradan gibi duruyor. 

Fakat iyi bakılırsa görülecektir ki, bu sorularda her şey var ama fakir yok, muhtaç yok. Kısacası "insan" yok.

Bütün bu soruların arkasında, maalesef, görünmeyen bir fikir var ki o da şu: Zekatı insana vermeyelim. Acaba biz nasıl ederiz de zekatı başka yerlere, adımızı yazdırabileceğimiz ve biraz reklam yapabileceğimiz yerlere verebiliriz, inşaata ve betona nasıl gömebiliriz, ya da bu zekatı kendi grubumuzun ve cemaatimizin çıkarları için nasıl kullanabiliriz (!)

Maalesef, bu heves, zekatın anlamını doğru kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Zekatın fakirin hakkı olduğu gerçeği bir türlü kabullenilmiyor. "Onların mallarında isteyen veya isteyemeyen fakir için belli bir hak vardır" ayeti ve benzeri ayetler hatırlanmıyor.

İşte ulemamız, bu tip bahanelerle zekat kavramının içi boşaltılmasın diye, zekat malının temlik edilmiş olmasını yani fakir olan gerçek kişilerin mülkiyetine geçirilmesini şart görmüşlerdir. Temlikin olduğu yerde insan vardır. İnsanın olmadığı yerde ise betona ve toprağa para gömmekle temlik gerçekleşmiş olmaz. Kamuya açık alana yapılan su kuyusu hiç bir fakirin mülkiyetine geçmiyor. Cami ve okul, hiçbir fakirin malı haline gelmiyor. Böyle işlerde zekat malı, fakire temlik edilmiş olmuyor.

Para belli bir fakire teslim edilmedikçe, Kur'an kursunun binasına harcamakla veya kursta yemek çıkarmakla da temlik olmaz. O kurslarda fakirler haricinde kimlere ve hangi zenginlere ne gibi yemekler yedirildiği konusunu şimdilik bir tarafa bırakalım, velev ki kursta yemek yiyenlerin hepsi fakir olsun, bir fakirin önüne yemek tabağı koymakla da temlik gerçekleşmiş olmaz. Bu hareket, ister ye ister yeme, demektir. Tabak benim, yemezsen geri alırım, çöpe dökebilirim, demektir. Nitekim bu tür kurs ve yurtlarda genellikle öğrencinin, yemekhane dışına yemek çıkarması bile yasaktır. Burada temlik yok, ibâha vardır. Temlikte ise, malı tamamen fakire teslim edersin,  sonra da artık ona hiç karışmazsın. Fakir onu nasıl kullanırsa kullanır. Teslim ettiğin andan itibaren o malda senin yetkin biter.

Ayrıca hem öğrencilerden, en azından kısmi olarak kurs aidatı almak ve o aidat karşılığında öğrenciye yemek çıkarmak zorunda olmak hem de o yemeği zekata saymak da olacak iş değil. Karşılığında bir şey almışsan, verdiğin şeyi zekata sayamazsın.

Bu nedenle işçi çalıştıran bir patron, verdiği maaşı zekata sayamaz. Çünkü o maaş karşılığında işçinin emeğini satın almıştır. Zekat, karşılıksız verilir. Karşılığında bir para veya bir hizmet alıyorsan, verdiğin şey, zekat değildir. O malın veya hizmetin bedelidir. 

Kurslarda veya adında İslam kelimesi bulunan bir eğitim kurumunda, ders veren hocaların ders ücretleri zekat parasından ödenemez. Çünkü o hocalarla yapılan sözleşme gereği zaten maaş verilmesi gerekir. Çalıştırma karşılığında verilen para zekat değil maaş olur. Zekat karşılığında kimse çalıştırılamaz.

Peki efendim, eski alimlerden hiç yok mu, yukarıdaki yerlere fi sebilillâh kapsamında zekat verilebilir, diyen? Olabilir. Ancak bu tür görüşler gelenekte hakim olmamış, yaygınlaşmamış, bunların istismara açık olduğu daha o günlerde anlaşılmıştır. Fakat ne zaman ki geleneğimizin yüzyıllar içinde kazandığı birikim ve tecrübe hor görülmüş ve terkedilmiştir, işte o boşluktan din istismarcısı örgütler yararlanmıştır. Bunlar, aman zekat malı fakire gitmesin de bize gelsin, diye bütün köşe başlarını tutmuşlar ve zekat malıyla kendi gruplarını güçlendirip zekat mallarını müslümanlar aleyhine hain projelerde kullanmışlardır.

Bırakalım zekatlar fakirlere gitsin, muhtaçlara gitsin.

Köşe başlarını tutanlara ve fakirlere giden yolları kesenlere prim vermeyelim.

Zekat, fakir ile zengini buluşturur. Gönül köprüleri kurar. Gönlün halini yine bir gönül anlar. İnşaatlar ve betonlar insanların halini anlayamaz.

Bir de şu var, müslümanın yapması gereken hayırlar sadece zekattan mı ibarettir ki, her şeyi zekata saymaya çalışıyoruz. Neden ecdadı örnek alıp da zekat dışında da hayırlar yapmaya, yeni bir vakıf medeniyeti kurmaya çalışmıyoruz? Ecdad bir çok hayrı vakıf müessesleriyle gerçekleştirdi. Vakıf malları içinde ise zekat malı yoktur.

Zekat, müslümanın vermesi gereken en asgari sadaka miktarıdır. Zekat vermeye alışan müslüman olgunlaşır, cömertliği artar ve daha sonra gönüllü olarak zekat dışında da daha nice hayırlar yapar. İşte biz o ilave hayırları yapmaya da talip olalım.





Dünyaya geldik, gidiyoruz. Şeytanın fısıldadığı mazeretlere kanmamalı insan.


"Dinde zorlama yoktur." cümlesi ne anlama geliyor ve hangi durumlarla ilgilidir? Bu sorunun cevabını şimdilik bir tarafa bırakalım.

Unutulmaması gereken bir husus şudur ki, zorlama olmaması gereken bir yerde, birisi haksız yere zorlama yapıyorsa, bu onun günahıdır. Kendi yanlışı ve kusurudur. Günahının ve kabalığının hesabını Allah (c.c.) ona sorar. Fakat bu durum, zorlanan kişinin, dinden uzaklaşması için Allah katında geçerli ve "haklı" bir mazeret olabilir mi? Zorlamaya karşı, inadına tepki vererek dinden ve ibadetten daha da uzaklaşan kişinin dinî mesuliyeti yok mudur?

Yanlış yapanlara bakıp da yanlışa düşülür mü? Kullara kızıp Yaradan'a isyan edilir mi? İnsan, kendisine verilen aklı ve diğer kabiliyetleri yerinde kullanma bakımından Allah'a karşı sorumludur. Eller ne yaparsa yapsın, herkes kendi hesabını kendisi verecektir.
Tabi ki bu hesap, âkil ve bâliğ olanlar içindir. Aklı olmayanın dinî sorumluluğu da yoktur.
Allâhü a'lâ ve a'lem.

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz (s.a.s) diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!

Nasları kendimize göre anlayıp uyguladığımızda hiç hata yapmaz mıyız? Nas varsa, biz hep haklı mıyız, hep doğru muyuz?
Burada unuttuğumuz bir şey var.  Anlayan ve uygulayan aciz ve kusurlu bir insandır. Daha önceki yazılarda “nas” kavramının nasıl anlaşılması gerektiği hususunda bazı bilgilere yer vermiştik. Şimdi ise bir hadis-i şerifi aktararak, meselenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışalım.

Peygamberimizin (s.a.s), savaşa gidecek bir ordunun veya küçük bir birliğin başına komutan tayin ettiği zaman, o komutana ve ordudaki Müslümanlara nasihatlerde bulunduğu ve Allah’tan (c.c.) korkmalarını tavsiye ettiği bilinmektedir.
O nasihatlerden biri şöyledir:

Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme! Kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap! Zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl etmenden ehvendir (zararı daha azdır). Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah’ın hükmünü vermeni isterlerse, sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver! Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin." (Müslim, “Cihâd”, 3. Ayrıca bkz. Tirmizi, “Siyer”, 48; “Diyet”, 14; Ebu Davud, “Cihad” 90)

Hadisteki “… sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver!” ifadesini duyunca, sanırım, bazıları hayal kırıklığına uğradılar. Ve korkarım ki Peygamberimizi bile Allah’ın hükmünü uygulamamaya teşvik etmekle ve nassa karşı gelmekle suçlayacaklar.

Tavsiyem odur ki, dinî söylemde bulunanlar, öncelikle nas nedir, ictihad ve re’y nedir, dinî hükümleri uygulamada insanın rolü ve sorumluluğu nedir, bu konularda sağlıklı bir düşünceye sahip olsunlar.

Kısacası, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, başka bir deyişle, nassı uygulamak iddiası tek başına bir meziyete sahip değildir. Dinî ilimlerin usul ve metodojisinden mahrum kalınırsa, tarihte Allah'ın hükmüyle hükmetme iddiasıyla ortaya çıkıp dünyayı zindana çevirenlerin hatalarına düşülmüş olur. Hariciler, Haşhaşiler, günümüzdeki din istismarcısı radikal örgütler... hep bu yanlıştan beslenmişlerdir.
Asıl meziyet ve maharet, bir beşer olan insanı Allah yerine koymadan, dinî ilkeleri hayata tatbik edebilme noktasında mütevazı bir duruşa sahip olabilmek, kusurlu ve aciz bir varlık olduğumuzu idrak edebilmektir. Aynen yukarıdaki hadiste ifade edildiği gibi.

Benzer yazılar:



HIRSIZLIK HAKKINDA “NAS” VAR MI? NASIL OLSA AYET VAR, BÜTÜN OLAYLARI BUNUN İÇİNE KOY GİTSİN Mİ?

Şayet, birinin evine girip oradan başkasına ait mal çalan bir “hırsız” varsa, evet, onun yaptığı bu iş hakkında “nas” vardır. Böyle bir eylemi gerçekleştiren kişiye, dinen hırsız muamelesi yapılabilir; hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin böyle bir kişiyi kapsadığında şüphe yoktur.

Fakat her çalma böyle midir? Evden değil de, örneğin mezar karıştırıp kabristandan kefen çalan kişi de hırsız mıdır? Yoksa ona kefen soyucu ya da kefen soyguncusu mu diyorlar? İşte bu noktada bazı şüpheler ortaya çıkıyor. Çünkü bu kişi, toprakta çürümeye bırakılmış bir şeyi çalmış. Artık kimsenin mülkünde olmayan bir şeyi almış. Malın sahibi ölü. Bu tür düşüncelerden ötürü âlimler, hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin kefen soyucuyu kapsayıp kapsamadığında tereddüt etmişler ve birbirinden farklı görüşler/yorumlar ileri sürmüşlerdir. Kimisine göre, bu kişiye, hırsıza verilen ceza, verilir; kimisine göre ise hırsızlık cezası değil başka bir ceza verilir. Âlimler bu konuda kendilerine ait görüşlere de ictihad demişler, re’y demişlerdir. Kendi görüşlerini Allah’ın (cc) kesin hükümleri gibi saymamışlardır. Kısacası, ictihad ve re’yi, nas yerine koymamışlardır.

Nas demek, açık ve kesin ifade demek. Başka bir manaya muhtemel olmayacak biçimde, belli bir olayı kapsayan ayet/hadis demek. Fakat her ayet ve hadis, her olayı açıkça kapsamaz. Dolayısıyla bir ayet, belli bir olay hakkında nas iken başka bir olay hakkında nas olmayabilir. Diğer bir olaya bu ayeti uygularken bazı tereddütler oluşuyor ve insanî yorumlar devreye giriyorsa, demek ki o ayet, o olay hakkında nas değildir. Hırsızın cezasından bahseden ayet, evden mal çalmak hakkında nas iken, mezardan kefen soymak hakkında nas değildir.

Bir de şu var: Hz. Ömer, fakirlik zamanında aç kaldıkları için hırsızlık yapanlara, hırsızlık cezası tatbik etmemiştir. Onların durumlarına, niyetlerine ve amaçlarına bakmıştır. Hani nas vardı, diye akla gelebilir. Demek ki, bir nassın var olması, her zaman ve her şartta bunun uygulanacağı anlamına da gelmez. Hz. Ömer, nassın ne zaman ve ne şartlarda uygulanacağına dair terbiyeyi bizzat Peygamberimizden (sas) aldı. Ayetlerden çıkarılan kuru manalar ile İslam dininin yüce gayelerini ve genel ilkelerini uyumlu şekilde bir araya getirmeyi bildi.

Peki bu konuları neden anlatıyoruz?
Son zamanlarda bazıları, para ve banka ile ilgili her işi faiz kapsamına sokmaya başladılar. Nasıl olsa faizle ilgili ayet var ya. Bütün olayları o ayetin kapsamına sokmaya çalışıyorlar. Keşke bu kadar iddialı olmasalardı. Keşke önceki âlimlerin terbiyesinden biraz terbiye almış olsalardı da kendi görüşlerini nas yerine koymasalardı. ‘Ayetin manasından biz böyle anlamlar çıkardık, ama biz kusurlu olabiliriz’, diyebilselerdi. Kusuru ve suçu Allah’ın (c) ayetine değil de kendilerine yükleyebilselerdi. Fakat maalesef, ayet ve hadisleri kendine göre yorumlayan, sonra da kendi yorumunu ayetin ve hadisin kendisi gibi gören çok bilmişler tarihten beri hep var oldu.

Her konuda “Allah’ın hükmü var!” diye bağırmak ve sürekli başkalarını haramzade olmakla itham etmek, ilim alameti değildir. İlmin asıl alameti, kendi görüşünü nas yerine koymamak ve haddini bilmektir!


Benzer yazılar:

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz bile diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!

Faiz hakkında "nas" var mı?




Faiz hakkında "nas" var mı?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle, hangi mal ve hangi işlemin faizle ilişkisinin sorulduğunu netleştirmek gerekir. Şayet; altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmanın mübadelesinden söz ediyorsanız bu tür malların mübadelesinde söz konusu olan faiz hakkında "nas" vardır, diyebilirsiniz. Çünkü faizle ilgili hadiste bu 6 madde sayılıyor. Herhangi bir ayet ya da hadis, belli bir olayı doğrudan, açık ve kesin olarak kapsıyorsa ona nas denilebilir. Açık ve kesin olmayan ayet ve hadisler ise fıkıh usulü ıstılahında nas değildir.

Bu noktada kağıt paraların ya da kaydi paraların mübadelesinde ve bugünkü bankacılık, sermaye piyasaları, alışveriş çeşitleri, sigorta gibi hususlarda gündeme gelen türlü türlü "faiz"lerin her biri hakkında "nas" var, diyebilir misiniz? Şu bir gerçek ki, bu tür mal ve işlemlerde faizin bulunduğuna ve caiz olmadığına fetva verirken, nassın kendisiyle değil, nastan çıkarılan yorumlarla, başka bir deyişle ictihadla ve kıyasla karar veriliyor.

İctihad ve kıyas söz konusu olunca, insanın/müctehidin zannî ve indî kanaatleri devreye giriyor. Geçmişteki mezhepler de, o altı madde dışındaki maddelerde faiz olur mu, faizin illeti nedir? gibi meselelerde birbirinden farklı bir sürü ictihad ortaya koymuşlardır.

Her ne kadar günümüzde bazıları, konuştukları her konuda, kendilerinin doğrudan nassa dayandıklarını iddia edip mezhepleri reddetseler de onlarınki de birer ictihaddan/yorumdan ibarettir. Farkları, kendi kişisel yorumlarını nas yerine koymak. Halbuki klasik mezhepler, naslarda açıkça hükmü bulunamayan hususlarda, kendi yorumlarını nas yerine koymamak için ictihad ve kıyas gibi kavramları kullanıyor ve şer'î hükümler arasında mertebe farkını gözetiyorlardı. Bu usulden mahrum olanlar, ilmin bereketinden de mahrum kaldılar. Mezhepleri reddetmek, doğrudan nassa dayanmak anlamına gelmiyor. Aksine kendi yorumunu şâriin nassı mertebesine çıkarma hadsizliğini beraberinde getirebiliyor.

Kısacası bugün çok çeşitli alanlarda karşımıza çıkan faiz meselelerinde çoğu kez nasla değil kıyas ve ictihadla hükme ulaşıldığı çok açık. Peki, kıyas gibi zannî bir delille sabit olan bir yasak, hüküm dereceleri bakımından "haram" mıdır, yoksa "tahrimen mekruh" mu ya da başka bir şey mi? Hani bazıları, kat'i delil olmadıkça "haram" diyemeyiz, diyorlardı ya. İşte o mesele. Bu hususun da ayrıca düşünülmesi gerekir.

Benzer yazılar:

- HIRSIZLIK HAKKINDA “NAS” VAR MI?

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz bile diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!





DARLIK ZAMANINDA DA PAYLAŞMAK GEREKİR

Ekonomik durumumuzda sıkıntılar baş gösterdiğinde birer insan olarak tedirginlik yaşamamız, belki biraz da telaşa kapılmamız normal sayılabilir. Böyle durumlarda insanlar, konumlarına, mesleklerine ve daha bir çok sebebe binaen çok çeşitli tepkiler gösterebiliyorlar. Psikolojik gerilimler, atışmalar, polemikler, suçlamalar...
Hepsi bir tarafa, böyle durumlarda yapılmaması gereken en büyük hata, insanî ve dinî duyguları unutmak olabilir. Herkes kendi derdine düşüp bencilliğe kapılırsa, etrafını unutursa, özelikle de maddi olarak kendinden daha zor durumda olanları ihmal ederse, toplum olarak geleceğimiz riske girer. Daha da önemlisi, kişi, kendi dinî durumu bakımından yani öbür dünyası için büyük bir fırsatı değerlendirememiş olur.
Böyle zamanlar, dayanışmanın ve yardımlaşmanın çok daha değerli olduğu zamanlardır. İnsanın kalitesi böyle zamanlarda ortaya çıkar. Müslüman zor zamanda belli olur. Bundan dolayı Allah (cc) bize, dar zamanda da yardımlaşmayı ve infakı öğütlemiştir. Bir ayette, örnek müslümanlar şöyle anlatılmaktadır: "Onlar bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah güzel davrananları sever." (Âl-i İmrân Sûresi 134. Ayet)
Mesele paylaşmaksa ve yardımlaşmaksa bunun için her zaman bir imkan vardır. İnsanın ruhuna iyilik işlemişse, bir çeyrek ekmek, hatta bir hurma tanesinin yarısı bile olsa, paylaşacak bir şey mutlaka bulur.
Dünya derdi, insanlığımızı ve müslümanlığımızı unutturmasın. Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.




KATILMA HESAPLARINDA BANKANIN ZARARA ORTAK OLMAYIP BÜTÜN ZARARI VATANDAŞA YÜKLEMESİ, BUGÜNÜN ŞARTLARINA UYGUN MU? FIKHA UYGUN MU?

 
Klasik fıkhın mudarebe anlayışında, parayı işleten kişiye mudarib deniyor. Başka bir adı âmil. Yani işçi. İşletmesi için ona para veren ise sermaye sahibi/rabbü'l-mâl, yani patron.
O devirlerde mudarebenin, "işsizlere istihdam sağlayacak yol ve yöntemlerin bulunması zaruretiyle yakından ilgili olduğu" söyleniyor. (Bk. "Mudarebe", TDVİA) Dolayısıyla geçmişte mudarebeyle ilgili konan hükümlerde, çoğunlukla işsiz ve parasız olan mudaribi koruma amacının öne çıkması normal. Zaten o devirlerde hayatın akışı sade.
Fakat o dönemde konulmuş hükümleri getirip bugün aynen uygulamaya koyar ve katılım bankasını mudarib sayarsanız, bir gariplik oluyor. Şimdi hayat öyle değişti ki. Bankacılık sistemi hiç öyle sade bir akışa sahip değil. Bugün bu bankalar, geçmişteki o parasız-pulsuz işçi gibi görülebilir mi? Tarihin o devirlerinde banka mı vardı ki, o günkü bir hüküm aynen getirilip bugünkü bankaya uygulanıyor! Ve o devirdeki mudaribi korumak için konulan hükümler, bugünkü koskoca bankayı korumak için kullanılarak, zararın tümü hesap sahibi vatandaşa yükleniyor!

Peki, mudarebe türü işlerde, parayı işletenin (mudaribin) de zarara ortak olmasına fıkıhtan hiç bir yol bulunamaz mıydı? Buradan hareketle, katılma hesabındaki zarara, katılım bankası da ortak kılınamaz mıydı?
Bu soruya evet, demek mümkün hatta gerekli. Zira fıkıh, mudaribin kötü niyetle hareket edebileceğini hesaba katarak buna bir sürü çare göstermiş. Bedâi' başta olmak üzere Hanefi fıkıh kitapları bu konudaki çarelerle doludur. Osmanlı döneminde dahi bunun için dine uygun formüller (şer'î çareler) uygulamaya konulmuş, akdin salt mudarebe olarak değil önce karz sonra inân şirketi veya mudarebe şeklinde ya da benzer biçimlerde kurulabilmesinin çeşitli yolları gösterilmiştir. (Link)

Ayrıca fıkıhta, örneğin ecir-i müşterek, kendisine teslim edilen ve elinde telef olan maldan dolayı, kasıt-kusur ve ihmali olmasa bile sorumlu tutuluyor. Hem de bütünüyle o sorumlu tutuluyor, vatandaş zararın bir kısmını bile çekmiyor. Bu yönde ictihadlar üretilmiş ve kabul görmüş. Öyleyse benzer gerekçelerle bugün de mudarib, yani katılım bankası zarara ortak kılınamaz mı? Örnek tıpatıp uymayabilir, ancak fesad-i zaman vb. gerekçeler bugün de geçerli. İstenirse fıkıhtan başka örnekler ve gerekçeler de bulunabilir, uyarlanabilir. Yeter ki, bulunmak istensin. Yeter ki, birileri sadece çalıştıkları bankaların değil vatandaşların da faydasını ve zararını düşünsün.

Bir de şu var. Katılım bankaları kendi lehlerine olduğu zaman gecikme faizine bile bir kılıf buluyorlar da vatandaşı korumak için niye çare bulamıyorlar? O gecikme faizi ki, faiz olduğunda bütün ümmetin ittifak ettiği bir cahiliye ribasıdır. Sıradan insanlar dahi bunun faiz olduğunu kavrayabilir. Buna bile kılıf bulduktan sonra başka neye bulunmaz? Neymiş efendim, bazıları istismar ederek borcunu keyfi olarak geciktirebilirmiş. Gecikme cezası caydırıcı olacakmış. Peki faizin haram kılındığı devirlerde böyle bir risk yok muydu? Şâri' niye bu riski dikkate almadı da gecikme faizini haram kıldı? Ayrıca istismarı sadece vatandaş mı yapar? Katılım bankası da yapamaz mı? Nasıl olsa meydana gelecek zarardan yüzde yüz vatandaş sorumludur diye bankanın yetkilileri niyetlerini bozarlarsa ne olacak? Nitekim 90'lı yıllarda batan finans kuruluşlarını hatırlayın. Yakın zamanda başka sektörlerde dini kullanarak dolandıranları hatırlayın. Hani nerde bu kötü niyetlileri önlemeye dönük bir adım? Böyle batma riski bulunan ve battığında da zararı sadece vatandaşa yükleyecek bir sektöre güvenilebilir mi? Parasını muhafaza etmek isteyen vatandaş, bunlara mı gider yoksa daha az riskli başka alternatifler mi arar?
Kısacası, bugünün bankaları geçmişteki mudariplerden çok farklı. Devir değişti, ahlak değişti, bir çok sektörde dolandırıcılık zirve yaptı. Değişme olgusu bir yana sırf fıkhın tarihte ortaya koyduğu formüller bile bugün uygulansa, katılım bankaları katılma hesaplarında zarara ortak olmalı, sorumlu olmalıydı. Katılım bankalarının mevzuatlarını hazırlayanlar maalesef bu konuda tarihin bile gerisindeler.

(Not: Klasik mudarebedeki mudarip ile günümüzde mudarip olduğu iddia edilen katılım bankaları arasında fark olduğuna ilişkin, başka bir yazar tarafından birkaç sene önce kaleme alınmış bir yazı için bkz. M. Ali Verçin-Katılım bankalarında zarara katılma oranları )



İLGİLİ YAZILAR:


Herkes kötü, bir biz iyiyiz mi?

Şu sosyal medyada fikir beyan edenlere bakınca, daha çok eleştiri türünden paylaşımlar yapıldığı dikkatimizi çekiyor. Herkes başkasını eleştiriyor.
Madem bu kadar eleştiri var ve eleştirenlerin sayısı daha çok, öyleyse neden yanlışlar ve yanlış yapanlar bir türlü bitmiyor veya azalmıyor? Kötülüğü ve yanlışı savunan kimseye pek rastlamıyoruz ama herkes yanlışlardan ve yanlışların çokluğundan şikayet ediyor.

Belki de işin aslı şu. İnsanları iyiler ve kötüler diye, başka bir deyişle, işini iyi yapanlar ve yanlış yapanlar diye ikiye ayırmak, sadece teorik bir sınıflandırma. Vakıada ise bu iki sınıftakiler sürekli yer değiştiriyor. Dün iyiler arasında olan biri, bugün yanlış yapanlar arasında olabiliyor. Dün başkasını eleştiren, bugün kendisi eleştirilecek duruma düşebiliyor.

Başkalarını bırakalım, bir de kendimizi düşünelim. Biz hep iyi miyiz ve hiç yanlış yapmıyor muyuz? Kim, kusursuz olduğunu iddia edebilir? Her şeyi bilen Allah (cc), bizim de ne olduğumuzu biliyor.
Elbette bazı insanların iyilikleri ağır basabilir ve bazılarının da kötülük yönü ağır basabilir. Fakat kimse kusursuz değil ve gelecekte hata işlemeyecek de değil. İnsan, ölünceye kadar bir "beşer" olarak yaşayacak, hata yapa yapa doğruyu öğrenecek, inişlerle çıkışlarla bir yol yürüyecek. Bu dünya, bir imtihan dünyası. Sonunda insanın tüm yaptıkları "terazide" tartılacak. İyilikleri ağır gelen kurtulacak.

Bugün eleştirdiği hataya yarın kendisinin düşmeyeceğini kimse garanti edemeyeceğine göre, eleştirirken iyi düşünelim, belki de bugün başkaları üzerinden eleştirdiğimiz mevzu bizim yarınki fiilimiz ya da dünkü yaptıklarımız. Görünüşte, başkalarını eleştiriyor gibi gözükebiliriz. Sürekli bir şeyleri eleştiriyoruz, birilerine kızıyoruz ama belki de biz başkalarını değil esasında kendimizi eleştiriyoruz. Bir zamanımız diğer zamanımızı, bir yanımız öteki yanımızı eleştiriyor.
Öyleyse başkalarını tenkit ederken bütün bunları hesaba katmak ve yıkıcı değil yapıcı eleştirileri tercih etmek gerekmez mi?

Acımasız eleştiriden uzak durmak lazım. Tartışmaları şahsileştirmemek lazım. Yanlışı eleştireyim derken, meseleyi karşı tarafla kişisel bir husumete dönüştürmemek lazım. Kötülerin düşmanı olmaktan ziyade kötülüğün düşmanı olduğumuzu bilirsek, bugün eleştirdiğimiz birinin yarın iyi bir dostumuz olabileceğini uzak bir ihtimal olarak görmeyiz. Buna binaen, bugün adımlarımızı daha dikkatli atabiliriz, eleştirilerimizde ölçülü olabiliriz.

Allahü a'lâ ve a'lem.

ZEKAT VERMEK, BİRAZ HESAP-KİTAP MESELESİ, "KİTABINA UYDURMAK" LAZIM.

Ülkemiz insanı, zekatını tam olarak veriyor mu, sorusunun cevabı biraz karışık.

Aynı soruyu, bu millet yardımsever mi, şeklinde sorunca hepimiz "evet" diyoruz.

Peki nasıl oluyor da, bu millet hem yardımsever oluyor hem de zekat konusundaki durumu biraz karışık oluyor?

Bu konuda çok şey söylenebilir ama önemli nedenlerden biri, zekatı "kitabına uydurma" noktasındaki sıkıntılar.

İnsanlarımız yardımlarını yapıyorlar. Çeşitli kurumlara, derneklere, çevresindeki muhtaçlara... ve hatta dilencilere çokça yardım yapıyorlar. Böyle yapınca da Allah'ın zekat gibi emirlerini yerine getirdiklerine dair içlerinde bir gönül hoşnutluğu oluşuyor. Artık gerisini hesap etmiyorlar. Yani böyle yapınca gerçekten "zekat" ödemiş oldular mı, diye tam bir hesap-kitap yapmıyorlar.

Halbuki zekat konusu, diğer yardımlardan ve hayırlardan "biraz" farklı. Daha özel bazı şartları var.

Yeterli malı olan her Müslümanın üzerinde zorunlu bir dinî vazife olduğuna göre, zekatın, eksiksiz yerine getirilip getirilmediğini iyi hesaplamak lazım. Her müslümanın, hangi mallardan, ne oranda zekat vermesi gerektiğini, bu zekatı kimlere vermesi gerektiğini ve verirken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiğini biraz daha iyi inceleyip, yardımlarını buna uygun yapması gerekiyor.

Böyle yapınca belki yine o eskiden beri yardım yaptıkları yerlere yardım yapacaklar fakat bu sefer bu yardımlar zekat yerine geçmiş olacak. Yani işin hesabı-kitabı öğrenilmiş ve "kitabına uydurulmuş" olacak. Tabii ki bu esnada bugüne kadar yaptıklarımızda bazı eksikliklerimizin olduğunu da görmüş olacağız. Hesap-kitap önümüzde olacağına göre, o eksikliklerimizi de tamamlayarak zekatımızı tam olarak vermiş olacağız.

Velhasıl zekat konusu biraz daha hassasiyet istiyor. Hem malı olan hayır sahiplerinin, hem de onlara dinî bakımdan rehberlik edecek hocaların gayreti gerekiyor. 

Şu hususa da dikkat çekelim. Zekat konusunda rehberlik edecek hocaların, zekatın hangi adrese ve hangi derneğe (!) verileceği gibi konulardan uzak durmaları iyi olacaktır. Maalesef sırf kendilerine ve kendi derneklerine zekat toplamak için yola çıkanlar itici oluyorlar. Böyleleri bu topluma zekat bilinci aşılayamazlar.

Din bilgisi olan kişiler, öncelikle ibadet ve hayır yapma konularında bir bilinç oluşturmaya çalışmalı. Ayrıca zekatın hangi malda nasıl hesaplanacağına dair, önce kendileri çok iyi bilgi sahibi olup isteyen kişilere de hızlıca rehberlik edecek kabiliyette olmalılar.

Zamanımızda zekat hakkında konuşan bir çok sözde hocanın, güncel zekat fıkhından ve zekat hesaplamalarından habersiz olması, bu konuda halktan gelen soruların çoğunu cevapsız bırakması, geçiştirmesi veya çelişkili cevapları vermesi söz konusu oluyor. Bu durum fark edildiğinde kendilerinden şüphe duyuluyor. Demek ki, asıl amacı para toplamakmış, amacı sırf din olsaydı, zekat fıkhını daha iyi öğrenirdi ve zekatımızı anlaşılır bir şekilde, kolayca hesaplayabilirdi, şeklinde bir algı oluşuyor. Buna fırsat vermemek lazım.

Bir de, zekatı anlatanlarla toplayanlar, birbirinden farklı kişiler olmalı.

Allah (c.c) zekatını veren müslümanlardan razı olsun, hayırlarını kabul eylesin. Niyetlerince mükafat versin.




KONUŞA KONUŞA HATASIZ KONUŞMAYI ÖĞRENECEĞİZ

Çok konuşanların çok hata yaptığı doğrudur. Fakat başka bir doğru da, konuşmaya alışık olmayanların, arada bir konuştuklarında çok büyük gaflar yapıyor olmaları. İnsan, konuşa konuşa hatasız konuşmayı öğreniyor. Bu nedenle, özellikle mesleği anlatmak olanların, nerdeyse hiç konuşmamak ve yazmamak gibi bir tutum içinde olmaları doğru değil. Konuşmayı öğrenememek ileride daha büyük sıkıntılar meydana getirebilir. Önemli olan; hatada ısrar etmemek ve hatalardan ders alarak ilerlemek. Özellikle, hatanın fark edildiği ilk anda, hemen o hatalı sözden dönmek lazım. İleriye ertelendiğinde iş işten geçmiş ve kayıtlar çoktan kapanmış olabilir. Ayrıca, hangi ortamda ne konuştuğuna dikkat etmek, uzmanı olmadığı konulara pek girmemek, konuştuğu kavramlara hakim olmak, sürekli okuyarak ve dinleyerek kendini geliştirmek ve belki de en önemlisi, samimi ve dürüst olmak gibi konuşmanın zamanlar üstü prensiplerini de unutmamak gerekiyor.

PUSUDAN GELEN SESLER

Müslümanlara karşı dillerinden dökülen nefret hayra alamet değil. Unutulup geçilecek gibi de değil. 

Bakınız şu ayetler 14 asır önce indi. Ama sanki bugün inmiş gibi.

"Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız!

Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir.

Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."

(Âl-i İmrân Sûresi118 -120. Ayetler)

SÖZDE MEAL

Kur'ân'ın, Peygamberimize (s.a.s) indirilirken, bir bütün olarak ve şimdiki ayet-sûre sıralamasıyla indirilmediği doğrudur. Fakat bir başka doğru da şudur ki, Kur'ân'ın ayetleri iniş sırasına göre değil Allah'ın (c.c.) bildirdiği ve Peygamberimizin gösterdiği şekilde sıralanmış ve mevcut mushafın tertibi böyle oluşmuştur.
Bazı ayetlerin diğer bazı ayetlerden sonra indiğine dair rivayetler bulunmakla birlikte, ayetlerin çoğunun iniş zamanı hakkında rivayetler yoktur. Buna rağmen günümüzde bazılarının, nüzul sıralı Kur'ân meali yayınlama girişimleri, sahih olmayan rivayetlere dayanmak hatta zayıf rivayet bile bulunmayan yerlerde kendi kafalarına göre bir tertip yapmaktan ibarettir. Bu girişimler, ilmi hassasiyetlerle bağdaşmamakta ve kendi kısır akıllarıyla Kur'an'ın mesajını sınırlamaya, böylece Kur'an hakkında yeni soru işaretleri oluşturup müslümanların zihinlerini bulandırmaya sebep olmaktadır. Bakıldığında görülecektir ki, şimdiye kadar nüzul sıralı meal yayınlayanların neredeyse hepsi İslam ilim geleneğiyle ve müslümanlarla sorunlu olan kişilerdir.
Fa‘tebirû yâ üli’l-ebsâr!

DİN EĞİTİMİ MÜFREDATINDA “İRADE EĞİTİMİ” DERSİ

İyi bir Müslüman olmak; aklı, vicdanı ve iradeyi doğru bir şekilde kullanmayı öğrenmeye bağlı. Ancak bunun için derslerde belli bilgileri öğrenmek yetmiyor. Bilgiyle birlikte, öğrendiği bilgiyi hayata geçirebilecek bir iradeye ve sağlam bir kişiliğe sahip olmak da gerekiyor.
İnsan; kendisini kötü alışkanlıklardan nasıl uzaklaştırabileceğini ve iyiliğe nasıl yönlendirebileceğini öğrenemezse; istek ve arzularını, sevincini ve öfkesini kontrol etmeyi öğrenemezse, sırf bilgi öğrenmekle iyi bir insan ve güzel bir müslüman olacağını zannetmek aldatıcıdır. İradesine hâkim olmayı öğrenememiş bir insanın, kütüphaneler dolusu bilgiyi öğrenmiş olması, kendisine ve topluma ne kadar hayır getirebilir?
Bu yüzden temel din eğitimi müfredatında, sadece inanç ve ibadet gibi konularda bilgi aktarımının yeterli görülmemesi, bunların yanında hem tarihteki tasavvuf ilminin verilerden hem de günümüzdeki din psikolojisi ilminin verilerinden istifade ederek, “irade eğitimi” adıyla yeni bir dersin verilmesi veya din dersi kapsamında “arzuların ve davranışların denetimi nasıl sağlanır?” gibi başlıkların bulunması zaruri gözüküyor.
Böylece öğrenci, öğrendiklerini “nasıl” hayata geçirebileceği konusunda psikolojik olarak hazırlanmış ve manevi bir rehberlik almış olacaktır. Bildikleriyle davranışları arasındaki ilişkiyi sorgulamış, kişiliğini geliştirmek için birçok psikolojik uygulamanın antrenmanını yapmış, iradesinin gücünü denemiş ve sahici bir iç tecrübe yaşamış olacaktır.

İNZİVA VAKTİ

Gürültücü dindarlık sevimli değil. Gösterişçi dindarlık da herkesi dinden soğuttu, soğutmaya devam ediyor. Artık bence din ve dindarlar için inziva vakti. Buna her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Dinin geleceği, reklamda ve gürültüde değil. Dışımıza yansıttığımız din, içimizdekinden daha cafcaflıysa mutlaka bir yerde sırıtıyor, yapmacıklığı ortaya çıkıyor ve başkaları için çok itici oluyor. Bir paylaşımın birkaç dakikada binlerce kişiye ulaşabildiği şu iletişim çağında, lüzumlu lüzumsuz her bilgiyi paylaşanlar, dinî konuları ulu orta gündeme getirip acayip/garayip yorumlar yapanlar ve -teşbihte hata olmasın- her salataya maydanoz olmaya çalışan din istismarcıları artık insanlığı bıktırdı. Bin düşünüp bir söylemek gereken konularda, bunlar, sıfır düşünüp bin söylemeye kalkışıyorlar. Sonuç tam bir felaket. Tefekkürsüz dindarlığın ve inzivasız bir dinin geleceği olabilir mi? Tabii ki, bunu söylerken, gidelim de inzivayı "piyasa"da görünen tasavvufçulardan, tarikatlardan ve diğer dinî cemaatlerden öğrenelim, demiyorum. Zira zamanımızda gösterişçi dindarlığın âlâsı, bu yapılarda kendini gösteriyor. Bugün bunların pek çoğu, dindarlıklarını en gürültülü ve en itici şekilde ortaya koymaya azmetmiş gibiler. İnsanları dinden nefret ettirmek istercesine türlü türlü basitliklere girişiyorlar. Meclis içinde kalması gereken sözleri ve olayları bütün dünyaya yaymayı maharet zannediyorlar. Deyim yerindeyse, kamera icat oldu, bazı dindarların kimyası bozuldu. Daha samimi ve daha sade bir dindarlığı, bu gibi yapılardan da uzak durarak, sırf kendimizle ve Rabbimizle baş başa kaldığımız tenhalarda demlendirebiliriz. Yapmamız gereken ibadetleri ve iyilikleri hep yapalım ama bunları ortalıkta pek göstermesek iyi olur. Diğer zamanlarımızda da işimize bakalım. Sürekli din tartışması yapmak yerine, işlerimize odaklanalım, ülkemizi ve milletimizi kalkındıracak yeni gayretler içerisinde olalım. Yapalım, konuşmayalım. Yapalım, göstermeyelim. Yapalım, gürültü etmeyelim. Zamanımızda dindarların ve dinin geleceği bakımından belki de en faydalı tavır budur.


BURASI DÜNYA!

Müslümanın, ölçüyü kaybedeceği hiç bir an ve hiçbir mesele yoktur. Sevginin de nefretin de, övgünün de yerginin de, barışın da kavganın da bir ölçüsü, bir hukuku ve ahlakı vardır.
Haklıyım, gerekçesine dayanarak ölçüyü kaybetmek çoğu zaman kişiyi haksız bir pozisyona düşürüyor.
Bir de ölçüyü kaybedince gösterilen taşkınlık, genellikle, işleri düzeltmeye yardım etmediği gibi mevcut kazanımları kaybetmeye bile neden olabiliyor. Hatta bu yüzden dostlarını bile kaybedebiliyor insan.
Taşkınlık deyince illaki fiilen etrafa zarar vermek anlaşılmasın. Sözlü taşkınlık yani ölçüsüz, ağır ve argo sözler de dostların kulağını kirletiyor. Sonunda dayanamayıp uzaklaşıyorlar. Bunlar tarihten beri bittecrübe sabittir. Tecrübeyi tecrübe etmeye kalkışmak, pek akıllıca bir iş değildir.
Bazen susmak lazım, sabretmek lazım, beklemek lazım...
Ne yapalım, burası dünya. Burada mutlak doğruları yaşatmak zor. Dünyada ancak mümkün olan doğrular yaşar.

Demişler ki; "Her geceyi Kadir bil, her geleni Hızır bil."

Fırsatları aramak, bulduğunda da kaçırmamak lazım. Bu fırsatların bir kısmı doğrudan Allah Teâlâ'ya ibadet etmeyle alakalı. Mübarek vakitleri iyi değerlendirmeli. Bir kısmı da, Allah'ın kullarına iyilik yapıp sonuçta Allah'ın rızasını kazanmakla alakalı.
Zerre kadar sadakanın bile sevabı var. Müslüman kardeşine tebessümle, güler yüzle bakmanın sevabı var. Hiçbir fakiri, hiç bir garibanı küçümseyecek durumda değiliz. Karşımıza çıkan, Allah'ın her kuluna bir Hızır gibi davranmalı. Her isteyene verilmez belki ama kimse hor da görülemez.
Tevazu göstereni Allah yüceltir.
Bazı âlimler tevazuu da şöyle tarif etmişler: Karşılaştığın herhangi bir müslümanın Allah katında senden daha değerli olabileceğini farz edip ona göre davranmandır.

Maşallah şu gençlere!

Ortalıkta hiç yaşlı kalmadı, herkes gençlik fotoğrafını paylaşıyor. Belki de Peygamberimizin; yaşlılar cennete giremez, cennete girenler gençlik halleriyle girerler, sözünden hareketle, cennete girerken nasıl bir tiple girelim, diye şimdiden şeçmeye çalışıyorlar.

İnşaallah bu ülkenin bütün müslüman fertleri ve gençleri cennete girer. Duamız bu.

Allah Teâlâ bizi, gençliğimizde de yaşlılığımızda da dinden, imandan ve Kur'ân'dan ayırmasın.

Cenneti kazanabilecek şekilde yaşamayı nasip etsin.

Hepimizi cennette buluştursun.