Herkes kötü, bir biz iyiyiz mi?

Şu sosyal medyada fikir beyan edenlere bakınca, daha çok eleştiri türünden paylaşımlar yapıldığı dikkatimizi çekiyor. Herkes başkasını eleştiriyor.
Madem bu kadar eleştiri var ve eleştirenlerin sayısı daha çok, öyleyse neden yanlışlar ve yanlış yapanlar bir türlü bitmiyor veya azalmıyor? Kötülüğü ve yanlışı savunan kimseye pek rastlamıyoruz ama herkes yanlışlardan ve yanlışların çokluğundan şikayet ediyor.

Belki de işin aslı şu. İnsanları iyiler ve kötüler diye, başka bir deyişle, işini iyi yapanlar ve yanlış yapanlar diye ikiye ayırmak, sadece teorik bir sınıflandırma. Vakıada ise bu iki sınıftakiler sürekli yer değiştiriyor. Dün iyiler arasında olan biri, bugün yanlış yapanlar arasında olabiliyor. Dün başkasını eleştiren, bugün kendisi eleştirilecek duruma düşebiliyor.

Başkalarını bırakalım, bir de kendimizi düşünelim. Biz hep iyi miyiz ve hiç yanlış yapmıyor muyuz? Kim, kusursuz olduğunu iddia edebilir? Her şeyi bilen Allah (cc), bizim de ne olduğumuzu biliyor.
Elbette bazı insanların iyilikleri ağır basabilir ve bazılarının da kötülük yönü ağır basabilir. Fakat kimse kusursuz değil ve gelecekte hata işlemeyecek de değil. İnsan, ölünceye kadar bir "beşer" olarak yaşayacak, hata yapa yapa doğruyu öğrenecek, inişlerle çıkışlarla bir yol yürüyecek. Bu dünya, bir imtihan dünyası. Sonunda insanın tüm yaptıkları "terazide" tartılacak. İyilikleri ağır gelen kurtulacak.

Bugün eleştirdiği hataya yarın kendisinin düşmeyeceğini kimse garanti edemeyeceğine göre, eleştirirken iyi düşünelim, belki de bugün başkaları üzerinden eleştirdiğimiz mevzu bizim yarınki fiilimiz ya da dünkü yaptıklarımız. Görünüşte, başkalarını eleştiriyor gibi gözükebiliriz. Sürekli bir şeyleri eleştiriyoruz, birilerine kızıyoruz ama belki de biz başkalarını değil esasında kendimizi eleştiriyoruz. Bir zamanımız diğer zamanımızı, bir yanımız öteki yanımızı eleştiriyor.
Öyleyse başkalarını tenkit ederken bütün bunları hesaba katmak ve yıkıcı değil yapıcı eleştirileri tercih etmek gerekmez mi?

Acımasız eleştiriden uzak durmak lazım. Tartışmaları şahsileştirmemek lazım. Yanlışı eleştireyim derken, meseleyi karşı tarafla kişisel bir husumete dönüştürmemek lazım. Kötülerin düşmanı olmaktan ziyade kötülüğün düşmanı olduğumuzu bilirsek, bugün eleştirdiğimiz birinin yarın iyi bir dostumuz olabileceğini uzak bir ihtimal olarak görmeyiz. Buna binaen, bugün adımlarımızı daha dikkatli atabiliriz, eleştirilerimizde ölçülü olabiliriz.

Allahü a'lâ ve a'lem.

ZEKAT VERMEK, BİRAZ HESAP-KİTAP MESELESİ, "KİTABINA UYDURMAK" LAZIM.

Ülkemiz insanı, zekatını tam olarak veriyor mu, sorusunun cevabı biraz karışık.

Aynı soruyu, bu millet yardımsever mi, şeklinde sorunca hepimiz "evet" diyoruz.

Peki nasıl oluyor da, bu millet hem yardımsever oluyor hem de zekat konusundaki durumu biraz karışık oluyor?

Bu konuda çok şey söylenebilir ama önemli nedenlerden biri, zekatı "kitabına uydurma" noktasındaki sıkıntılar.

İnsanlarımız yardımlarını yapıyorlar. Çeşitli kurumlara, derneklere, çevresindeki muhtaçlara... ve hatta dilencilere çokça yardım yapıyorlar. Böyle yapınca da Allah'ın zekat gibi emirlerini yerine getirdiklerine dair içlerinde bir gönül hoşnutluğu oluşuyor. Artık gerisini hesap etmiyorlar. Yani böyle yapınca gerçekten "zekat" ödemiş oldular mı, diye tam bir hesap-kitap yapmıyorlar.

Halbuki zekat konusu, diğer yardımlardan ve hayırlardan "biraz" farklı. Daha özel bazı şartları var.

Yeterli malı olan her Müslümanın üzerinde zorunlu bir dinî vazife olduğuna göre, zekatın, eksiksiz yerine getirilip getirilmediğini iyi hesaplamak lazım. Her müslümanın, hangi mallardan, ne oranda zekat vermesi gerektiğini, bu zekatı kimlere vermesi gerektiğini ve verirken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiğini biraz daha iyi inceleyip, yardımlarını buna uygun yapması gerekiyor.

Böyle yapınca belki yine o eskiden beri yardım yaptıkları yerlere yardım yapacaklar fakat bu sefer bu yardımlar zekat yerine geçmiş olacak. Yani işin hesabı-kitabı öğrenilmiş ve "kitabına uydurulmuş" olacak. Tabii ki bu esnada bugüne kadar yaptıklarımızda bazı eksikliklerimizin olduğunu da görmüş olacağız. Hesap-kitap önümüzde olacağına göre, o eksikliklerimizi de tamamlayarak zekatımızı tam olarak vermiş olacağız.

Velhasıl zekat konusu biraz daha hassasiyet istiyor. Hem malı olan hayır sahiplerinin, hem de onlara dinî bakımdan rehberlik edecek hocaların gayreti gerekiyor. 

Şu hususa da dikkat çekelim. Zekat konusunda rehberlik edecek hocaların, zekatın hangi adrese ve hangi derneğe (!) verileceği gibi konulardan uzak durmaları iyi olacaktır. Maalesef sırf kendilerine ve kendi derneklerine zekat toplamak için yola çıkanlar itici oluyorlar. Böyleleri bu topluma zekat bilinci aşılayamazlar.

Din bilgisi olan kişiler, öncelikle ibadet ve hayır yapma konularında bir bilinç oluşturmaya çalışmalı. Ayrıca zekatın hangi malda nasıl hesaplanacağına dair, önce kendileri çok iyi bilgi sahibi olup isteyen kişilere de hızlıca rehberlik edecek kabiliyette olmalılar.

Zamanımızda zekat hakkında konuşan bir çok sözde hocanın, güncel zekat fıkhından ve zekat hesaplamalarından habersiz olması, bu konuda halktan gelen soruların çoğunu cevapsız bırakması, geçiştirmesi veya çelişkili cevapları vermesi söz konusu oluyor. Bu durum fark edildiğinde kendilerinden şüphe duyuluyor. Demek ki, asıl amacı para toplamakmış, amacı sırf din olsaydı, zekat fıkhını daha iyi öğrenirdi ve zekatımızı anlaşılır bir şekilde, kolayca hesaplayabilirdi, şeklinde bir algı oluşuyor. Buna fırsat vermemek lazım.

Bir de, zekatı anlatanlarla toplayanlar, birbirinden farklı kişiler olmalı.

Allah (c.c) zekatını veren müslümanlardan razı olsun, hayırlarını kabul eylesin. Niyetlerince mükafat versin.




KONUŞA KONUŞA HATASIZ KONUŞMAYI ÖĞRENECEĞİZ

Çok konuşanların çok hata yaptığı doğrudur. Fakat başka bir doğru da, konuşmaya alışık olmayanların, arada bir konuştuklarında çok büyük gaflar yapıyor olmaları. İnsan, konuşa konuşa hatasız konuşmayı öğreniyor. Bu nedenle, özellikle mesleği anlatmak olanların, nerdeyse hiç konuşmamak ve yazmamak gibi bir tutum içinde olmaları doğru değil. Konuşmayı öğrenememek ileride daha büyük sıkıntılar meydana getirebilir. Önemli olan; hatada ısrar etmemek ve hatalardan ders alarak ilerlemek. Özellikle, hatanın fark edildiği ilk anda, hemen o hatalı sözden dönmek lazım. İleriye ertelendiğinde iş işten geçmiş ve kayıtlar çoktan kapanmış olabilir. Ayrıca, hangi ortamda ne konuştuğuna dikkat etmek, uzmanı olmadığı konulara pek girmemek, konuştuğu kavramlara hakim olmak, sürekli okuyarak ve dinleyerek kendini geliştirmek ve belki de en önemlisi, samimi ve dürüst olmak gibi konuşmanın zamanlar üstü prensiplerini de unutmamak gerekiyor.

PUSUDAN GELEN SESLER

Müslümanlara karşı dillerinden dökülen nefret hayra alamet değil. Unutulup geçilecek gibi de değil. 

Bakınız şu ayetler 14 asır önce indi. Ama sanki bugün inmiş gibi.

"Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız!

Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir.

Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."

(Âl-i İmrân Sûresi118 -120. Ayetler)

SÖZDE MEAL

Kur'ân'ın, Peygamberimize (s.a.s) indirilirken, bir bütün olarak ve şimdiki ayet-sûre sıralamasıyla indirilmediği doğrudur. Fakat bir başka doğru da şudur ki, Kur'ân'ın ayetleri iniş sırasına göre değil Allah'ın (c.c.) bildirdiği ve Peygamberimizin gösterdiği şekilde sıralanmış ve mevcut mushafın tertibi böyle oluşmuştur.
Bazı ayetlerin diğer bazı ayetlerden sonra indiğine dair rivayetler bulunmakla birlikte, ayetlerin çoğunun iniş zamanı hakkında rivayetler yoktur. Buna rağmen günümüzde bazılarının, nüzul sıralı Kur'ân meali yayınlama girişimleri, sahih olmayan rivayetlere dayanmak hatta zayıf rivayet bile bulunmayan yerlerde kendi kafalarına göre bir tertip yapmaktan ibarettir. Bu girişimler, ilmi hassasiyetlerle bağdaşmamakta ve kendi kısır akıllarıyla Kur'an'ın mesajını sınırlamaya, böylece Kur'an hakkında yeni soru işaretleri oluşturup müslümanların zihinlerini bulandırmaya sebep olmaktadır. Bakıldığında görülecektir ki, şimdiye kadar nüzul sıralı meal yayınlayanların neredeyse hepsi İslam ilim geleneğiyle ve müslümanlarla sorunlu olan kişilerdir.
Fa‘tebirû yâ üli’l-ebsâr!

DİN EĞİTİMİ MÜFREDATINDA “İRADE EĞİTİMİ” DERSİ

İyi bir Müslüman olmak; aklı, vicdanı ve iradeyi doğru bir şekilde kullanmayı öğrenmeye bağlı. Ancak bunun için derslerde belli bilgileri öğrenmek yetmiyor. Bilgiyle birlikte, öğrendiği bilgiyi hayata geçirebilecek bir iradeye ve sağlam bir kişiliğe sahip olmak da gerekiyor.
İnsan; kendisini kötü alışkanlıklardan nasıl uzaklaştırabileceğini ve iyiliğe nasıl yönlendirebileceğini öğrenemezse; istek ve arzularını, sevincini ve öfkesini kontrol etmeyi öğrenemezse, sırf bilgi öğrenmekle iyi bir insan ve güzel bir müslüman olacağını zannetmek aldatıcıdır. İradesine hâkim olmayı öğrenememiş bir insanın, kütüphaneler dolusu bilgiyi öğrenmiş olması, kendisine ve topluma ne kadar hayır getirebilir?
Bu yüzden temel din eğitimi müfredatında, sadece inanç ve ibadet gibi konularda bilgi aktarımının yeterli görülmemesi, bunların yanında hem tarihteki tasavvuf ilminin verilerden hem de günümüzdeki din psikolojisi ilminin verilerinden istifade ederek, “irade eğitimi” adıyla yeni bir dersin verilmesi veya din dersi kapsamında “arzuların ve davranışların denetimi nasıl sağlanır?” gibi başlıkların bulunması zaruri gözüküyor.
Böylece öğrenci, öğrendiklerini “nasıl” hayata geçirebileceği konusunda psikolojik olarak hazırlanmış ve manevi bir rehberlik almış olacaktır. Bildikleriyle davranışları arasındaki ilişkiyi sorgulamış, kişiliğini geliştirmek için birçok psikolojik uygulamanın antrenmanını yapmış, iradesinin gücünü denemiş ve sahici bir iç tecrübe yaşamış olacaktır.

İNZİVA VAKTİ

Gürültücü dindarlık sevimli değil. Gösterişçi dindarlık da herkesi dinden soğuttu, soğutmaya devam ediyor. Artık bence din ve dindarlar için inziva vakti. Buna her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Dinin geleceği, reklamda ve gürültüde değil. Dışımıza yansıttığımız din, içimizdekinden daha cafcaflıysa mutlaka bir yerde sırıtıyor, yapmacıklığı ortaya çıkıyor ve başkaları için çok itici oluyor. Bir paylaşımın birkaç dakikada binlerce kişiye ulaşabildiği şu iletişim çağında, lüzumlu lüzumsuz her bilgiyi paylaşanlar, dinî konuları ulu orta gündeme getirip acayip/garayip yorumlar yapanlar ve -teşbihte hata olmasın- her salataya maydanoz olmaya çalışan din istismarcıları artık insanlığı bıktırdı. Bin düşünüp bir söylemek gereken konularda, bunlar, sıfır düşünüp bin söylemeye kalkışıyorlar. Sonuç tam bir felaket. Tefekkürsüz dindarlığın ve inzivasız bir dinin geleceği olabilir mi? Tabii ki, bunu söylerken, gidelim de inzivayı "piyasa"da görünen tasavvufçulardan, tarikatlardan ve diğer dinî cemaatlerden öğrenelim, demiyorum. Zira zamanımızda gösterişçi dindarlığın âlâsı, bu yapılarda kendini gösteriyor. Bugün bunların pek çoğu, dindarlıklarını en gürültülü ve en itici şekilde ortaya koymaya azmetmiş gibiler. İnsanları dinden nefret ettirmek istercesine türlü türlü basitliklere girişiyorlar. Meclis içinde kalması gereken sözleri ve olayları bütün dünyaya yaymayı maharet zannediyorlar. Deyim yerindeyse, kamera icat oldu, bazı dindarların kimyası bozuldu. Daha samimi ve daha sade bir dindarlığı, bu gibi yapılardan da uzak durarak, sırf kendimizle ve Rabbimizle baş başa kaldığımız tenhalarda demlendirebiliriz. Yapmamız gereken ibadetleri ve iyilikleri hep yapalım ama bunları ortalıkta pek göstermesek iyi olur. Diğer zamanlarımızda da işimize bakalım. Sürekli din tartışması yapmak yerine, işlerimize odaklanalım, ülkemizi ve milletimizi kalkındıracak yeni gayretler içerisinde olalım. Yapalım, konuşmayalım. Yapalım, göstermeyelim. Yapalım, gürültü etmeyelim. Zamanımızda dindarların ve dinin geleceği bakımından belki de en faydalı tavır budur.


BURASI DÜNYA!

Müslümanın, ölçüyü kaybedeceği hiç bir an ve hiçbir mesele yoktur. Sevginin de nefretin de, övgünün de yerginin de, barışın da kavganın da bir ölçüsü, bir hukuku ve ahlakı vardır.
Haklıyım, gerekçesine dayanarak ölçüyü kaybetmek çoğu zaman kişiyi haksız bir pozisyona düşürüyor.
Bir de ölçüyü kaybedince gösterilen taşkınlık, genellikle, işleri düzeltmeye yardım etmediği gibi mevcut kazanımları kaybetmeye bile neden olabiliyor. Hatta bu yüzden dostlarını bile kaybedebiliyor insan.
Taşkınlık deyince illaki fiilen etrafa zarar vermek anlaşılmasın. Sözlü taşkınlık yani ölçüsüz, ağır ve argo sözler de dostların kulağını kirletiyor. Sonunda dayanamayıp uzaklaşıyorlar. Bunlar tarihten beri bittecrübe sabittir. Tecrübeyi tecrübe etmeye kalkışmak, pek akıllıca bir iş değildir.
Bazen susmak lazım, sabretmek lazım, beklemek lazım...
Ne yapalım, burası dünya. Burada mutlak doğruları yaşatmak zor. Dünyada ancak mümkün olan doğrular yaşar.

Demişler ki; "Her geceyi Kadir bil, her geleni Hızır bil."

Fırsatları aramak, bulduğunda da kaçırmamak lazım. Bu fırsatların bir kısmı doğrudan Allah Teâlâ'ya ibadet etmeyle alakalı. Mübarek vakitleri iyi değerlendirmeli. Bir kısmı da, Allah'ın kullarına iyilik yapıp sonuçta Allah'ın rızasını kazanmakla alakalı.
Zerre kadar sadakanın bile sevabı var. Müslüman kardeşine tebessümle, güler yüzle bakmanın sevabı var. Hiçbir fakiri, hiç bir garibanı küçümseyecek durumda değiliz. Karşımıza çıkan, Allah'ın her kuluna bir Hızır gibi davranmalı. Her isteyene verilmez belki ama kimse hor da görülemez.
Tevazu göstereni Allah yüceltir.
Bazı âlimler tevazuu da şöyle tarif etmişler: Karşılaştığın herhangi bir müslümanın Allah katında senden daha değerli olabileceğini farz edip ona göre davranmandır.

Maşallah şu gençlere!

Ortalıkta hiç yaşlı kalmadı, herkes gençlik fotoğrafını paylaşıyor. Belki de Peygamberimizin; yaşlılar cennete giremez, cennete girenler gençlik halleriyle girerler, sözünden hareketle, cennete girerken nasıl bir tiple girelim, diye şimdiden şeçmeye çalışıyorlar.

İnşaallah bu ülkenin bütün müslüman fertleri ve gençleri cennete girer. Duamız bu.

Allah Teâlâ bizi, gençliğimizde de yaşlılığımızda da dinden, imandan ve Kur'ân'dan ayırmasın.

Cenneti kazanabilecek şekilde yaşamayı nasip etsin.

Hepimizi cennette buluştursun.

İTİKAFDAYMIŞ (!)

Adam güya itikafta.
Ama sosyal medya hesabından sürekli paylaşım yapıyor, ona-buna laf dokunduruyor. Sonra bir de peşine "itikafdayız" diye yazıyor.
Velhasıl bedeni camiye girmiş ama ruhu dışarıda kalmış.
Bu mu itikaftan anlaşılması gereken? İtikafı bozmuyor mu bu paylaşımlar?
Böylelerinin derdi itikaf mı yoksa başka bir şey mi?

ORUCU MU TUTALIM, KENDİMİZİ Mİ?

Şu mübarek Ramazanda bizden beklenen iş sadece mideyle ilgili değil gibi gözüküyor. Her açıdan kendini tutabilmek önemli. İnsanın, kendi kontrolünü kendi eline almayı öğrenmesi lazım.
Çekici olan her şeye karşı ve bizi aşırılığa sevk eden türlü huyumuza karşı kendini tutmayı, frenlemeyi ve yanlışa düşmemeyi öğrenebilmek, büyük bir meziyet. Eskiler buna nefis terbiyesi demişler.
Oruçluyken kendini tutabilen, oruçsuz zamanlarında da kendini tutmayı öğrenmiş olur. Fakat bu, o kadar da kolay bir iş değil. Bu yetenek bir günde kazanılmıyor. Defalarca aynı durumları yaşayarak, deneme-yanılma yoluyla bazı huylarımızı yeniden keşfederek, zaman zaman hataya düşüp tövbe ederek ve ahlaken her geçen gün bir basamak daha yükselmeyi hedefleyerek günbegün ilerlememiz gereken bir rotamız var.
Kendini tutabilmeyi ve dengeyi kaybetmemeyi öğrenmek için oruç günleri büyük bir fırsat. Kendimizi nasıl kontrol edebileceğimiz konusunda her sene bir ay boyunca antrenman yapıyoruz.
İnşaallah başarırız.

SABIR YA HACI!

Sosyal medya bazılarımızı çok gergin hale getiriyor. Bazen haklı yere de olsa öfkelenince sınırları aşanlar oluyor. Yanlışlara tepki vereyim derken öfkenin kontrollü olması şart.
Bir sıkıntıyla karşılaşınca, buna karşı takınılacak erdemlerin başında sabır gelir. Zira her durumu dengeleyen farklı bir erdem vardır. Nimetle şükür, musibetle sabır birlikte anılır. Böylece itidal sağlanmış ve sıkıntı olgunlukla karşılanmış olur. Sabır, mümini iman ve itidal çizgisinde tutar. İtidal kaybedildiğindeyse hataların önü açılır.
Sabır, musibeti daha başka musibetlere çevirmemek için uygulanacak bir disiplindir. İçteki üzüntüyü veya öfkeyi tamamen önleyemezse de bunların dışa yansımasına ve uygunsuz davranışlara engel olur.
Tabi ki sabır sırf pasif bir eylem değildir. Birtakım işlerden uzak durma yönüyle pasif, birtakım eylemlere girişme yönüyle aktif bir fonksiyona sahiptir.
Sabırlı kişi, sıkıntının etkisiyle haksızlığa meyletmez, çevreye ve başkalarına zarar vermez, günah sözler söylemez.
Öte yandan sabır, kişinin diğer insanlara karşı hak arama mücadelesine mani olmadığı gibi sıkıntılara karşı çareler üretmesine de mani değildir. Bu nokta sabrın aktif yönüdür. Canını, malını ve dinini korumaya çalışmak Allah’ın emridir. Allah, tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. O sebeplere sarılmak ve makul ölçüde neler yapmak gerekiyorsa onu yapmak gerekir.

GÜYA KUR'ÂNCILIK YAPIP KUR'ÂN BİZE YETER DİYENLERİN DEĞİŞMEYEN AHLAKI: ANLAMAMAKTA İNAT ETMEK, İNADINI İLAHLAŞTIRMAK

Birisi çıkmış demiş ki; her şeye yasak her şeye haram diyorlar, içkinin haram olduğu Kur'ân'da geçmiyor.
Sonra güya sözlerine açıklık getirmiş ve; Kur'ân içkiden uzak durun, diyor ama kesin yasak anlamında haram değil, demiş.
Halbuki Kur'ân;
İçkiyi bırakın, demiş.
İçki şeytan işi bir pisliktir, demiş.
İçki yoluyla şeytan aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister, demiş.
İçki sizi Allah'ı anmaktan uzaklaştırır, demiş
İçki sizi namazdan uzaklaştırır, demiş.
Ardından da Kur'ân, anlamayan kalmasın diye bir daha vurgulayıp müslümanlardan söz istemiş: "Artık içkiden vazgeçtiniz değil mi?"
Sonra Allah (c.c.) insanlara bir Elçi göndermiş ve o elçi Hz. Muhammed (s.a.s.) buyurmuş ki;
“Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şaraptır), her hamr da haramdır.”
“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”
Bir de Peygamberimiz içkiyle ilgili şu on kişiye lânet etmiş:
"Şarap yapmak için sıkana ve sıktırana, içene ve sâkîlik yapana, taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana ve parasını yiyene.”
Şimdi bütün bunları anlamayıp hâlâ içkinin İslam'da kesin yasak olmadığını söyleyebilmek için insanın ya anlama kabiliyetinin sıfır olup akılsız olması ya da anlamamakta inat edip inadını ilahlaştırmış olması gerekir. İnat uğruna Kur'an'ı bile çarpıtmak ne büyük cüret!
Böyle bir çarpıtmanın vebalinin büyüklüğünü biz hesaplayamayız. Belki de, günah işlediğinin farkında olup ömür boyu sarhoş dolaşan biri bile bu kadar günah işlemiş değildir.
Allah bizi, kendi çıkarları için Kur'an'ı çarpıtanlardan uzak eylesin.

ULU ORTA TEKBİR GETİRİP DİN ADINA GÜRÜLTÜ YAPANLAR

Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) anlatıyor: Bir yolculuk esnasında Hz. Peygamber (sav) ile beraberdik. Her bir tepeye çıktığımızda (yüksek sesle) tekbir getiriyorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Kendinize gelin! Siz sağır olan ve burada bulunmayan birisine seslenmiyorsunuz. (Bilakis) Her şeyi işiten, gören ve çok yakın olan Allah'a sesleniyorsunuz.”
(Buhârî, Tevhîd, 9; Hadislerle İslam, DİB, I, 207, 211; II, 55; VII, 90)

DİN ADINA LÜZUMSUZ GÜRÜLTÜ YAPANLAR YANILIYOR

Zamanımızda din ve gelenek adına boş gürültü yapmanın bir çeşidi de şehirlerdeki ramazan davulculuğu. İmsaktan 2-3 saat önce çalmaya başlıyorlar ve zaten kısa olan şu gecelerde, sanki milleti uyutmamaya yemin etmişler. Bir de her hafta bahşiş için gelip apartmanların içini inletiyorlar.
Artık 15. yüzyılda yaşamıyoruz. Kaç çeşit alarmımız var. Kimisi son 30 dakikada yemeğini yer, bitirir. Erken kalkmaya zorlamak neyin nesi? Bugünün şehirlerinde herkesin farklı bir mesai saati, farklı bir planı ve yaşam biçimi var. Ne zaman kalkacağını herkes kendisi hesaplar. Bazısı geceden yiyip yatar, sahura kalkmaz, sadece güneş doğmasına yakın kalkar. Herkesin türlü türlü derdi var. Ayrıca, 15. yüzyılda evlerde LGS'ye ya da YKS'ye hazırlanan çocuklar yoktu. Hele hele toplumun epey bir kısmının oruç tutmadığı bir devirde insanlara zorla oruç tutturmak istermişcesine kafalarında davuk patlatmak, yarardan çok zarar getirir. Kalbini etkileyemedikleri kişileri gece yarısı gürültüyle uyandırarak onları dindar yapacağını sananlar yanılıyor.
Gürültücü dindarlık, sevimli değil.
Bugün din adına yapılan her lüzumsuz ve denetimsiz gürültü, müslümanların kaba ve çağdışı olduğu yaftalarına malzeme veriyor. Ve diğer insanları onlardan uzaklaştırıyor.
Müslüman, eliyle ve diliyle başkalarına zarar vermeyeceğinden emin olunan kimsedir.

YARIN ÇOK YAKIN

“Herkes yarına (âhirete) neler hazırladığına bir baksın.”

"Verebiliyorsanız, yarım hurma bile olsa, sadaka verin ve kendinizi cehennem ateşinden koruyun."

TAM KAPANMA KULLUĞA MANİ DEĞİL, İBADETİN ve SADAKANIN BİN BİR YOLU VAR.

Mübarek Ramazan ayı su gibi akarken
Nice fırsatlar bir bir geride kalırken
Sahurlar, mukabeleler, teravihler var amma
Kullukta hedefe vardık demek hadsizlik olur
Peygamber bir rüzgar kadar cömertken şu ayda
Elimizde mal mülk, çevremizde bin bir dertli varsa
Sadakalar bizi yüce mertebelere uçurmazsa
Ramazanı kaybetmek büyük bir gafillik olur.

CENNETE...

 Allah'ın cennetine, ancak Allah'a inanan ve O'na kulluk yapanlar gidebilir.