KABE'NİN DİBİNDE KUL HAKKI

Bazılarının, Kabe'nin daha yakınından tavaf yapabilmek için izdihama neden olduklarını, itişip kakıştıklarını, tavafın kolaylıkla yapılmasını sağlamak için konulan kuralları sahte ihramlarla çiğneyerek başkalarının hakkına girdiklerini ve kul hakkını önemsemediklerini görünce aklıma Yunus Emre'nin aşağıdaki deyişleri geldi.

Maalesef bazı müslümanlar, bu dinin yarısı doğrudan Allah'a (cc) ibadet ise diğer yarısının da mahlukata şefkat ve kul haklarıyla ilgili olduğunu idrak edemiyorlar. Hatta hadis-i şeriflerde, mümin kardeşinin kul hakkına saygı göstermenin, Kabe'ye saygı göstermekten daha üstün olduğuna işaret edildiği halde, bu işareti bir türlü kavramıyorlar.

"Ararsan Mevlayı kalbinde ara

Kudüs'te Mekke'de Hac'da değildir"

 

"Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil"

 

Çakma ihramla ilgili yazı için bk.

https://bilalesen.blogspot.com/2025/05/cakma-ihram.html?m=1

"ÇAKMA İHRAM" MESELESİ

Son zamanlarda Kabe etrafında zemin kattan tavaf yapmak sadece umrecilere/ihramlılara tahsis edilmiş durumda. Diğerleri, üst katlardan tavaf yapmaya yönlendiriliyorlar. Fakat ne yazık ki, bazı kimseler esasında umre yapmadıkları halde umreci gibi gözüküp  hemen Kabe'nin yanına girmeye ve tavaf etmeye çalışmaktadırlar.

"Çakma ihram" deyimiyle anılan bu davranış, çok yanlıştır. En başta diğer insanlara zarar vermek ve kul hakkını çiğnemektir.

Çünkü, Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı tarafından, 2025 yılı Ramazan ayında yayınlanan "Umrecilerin Güven ve Emniyetinin Sağlanmasına İlişkin Kurallar"da da belirtildiği üzere, sözkonusu tedbirin hedefi, umrecilerin güven içinde, kolaylık ve rahatlıkla ibadetlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Bu noktada kadınlar ve erkekler arasında bir ayırım da yoktur. Kadınlar da umre tavafı haricinde oraya girmemelidirler. Böylece izdiham olmadan, herkes hiç olmazsa umre tavafını rahat yapabilecektir. Geçmişten beri oralarda izdiham ve düzensiz hareket nedeniyle bazı acılar yaşanmıştır. Bunlardan ders almak gerekir.

Güya ibadet yapacağım diye başkalarının işini zorlaştırmak ve onlara eziyet etmek dindarlık değildir.

Allah Resûlü, bir defasında Kâbe"yi tavaf ederken şöyle seslenmiştir:

“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama bu canı bu tende tutan Allah"a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı), senin saygınlığından daha büyüktür!bn Mâce, Fiten, 2.) Yani her mümin kul, Kâbe kadar hatta ondan daha fazla hürmete lâyıktır. Diğer kulların hakkını çiğneyerek yapılan tavaf, tavafın ruhunu anlamamaktır. Kabe'ye hürmetin ne olduğunu anlamamaktır.

Şayet dinimizin yarısı doğrudan Allah'a ibadet ise diğer yarısı da kullara ve mahlukâta şefkatle ilgilidir. Allah'ın kullarına eziyet ederek ibadet edilebilir mi?

Sözkonusu tedbirin arkasında başka amaçlar bulunduğunu iddia ederek, çakma ihramı meşru göstermeye çalışanlar, ancak kendilerini aldatırlar. Halbuki, nasıl ki kendileri ilk defa umre tavaflarını yaptıklarında rahat bir şekilde yapabildilerse, daha sonra gelenlere de yer açmalı ve kendileri için istediklerini din kardeşleri için de isteyebilmelidirler.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü"l-kıyâme, 59)

Selam olsun, kul hakkına girmeden umre ve haclarını tamamlayabilenlere!







 


"FAKAT SİZ NASİHAT EDENLERİ SEVMİYORSUNUZ"

İnsana en güzel şekilde yakışacak takılar, mücevherler, armağanlar... gökten yağıyor. Kimisi önce cömertliği, kimisi iffeti, kimisi hayâyı... seçiyor. Kimisi hiçbirini kaçırmadan hepsini yakalamaya çalışıyor.

Ancak kimisi de var ki, bunların hiçbirine bakamıyor, çünkü gözleri güzelliğe, kalbi tefekküre, kulakları hakikate kapalı.

Gökten ne yağarsa yağsın o hep bataklığı, kötülüğü, iffetsizliği ve iğrençliği seçiyor. Gurura kapılıyor ve en güzel nasihatlerden hatta okunan ayetlerden bile etkilenmiyor, bir de üstelik nasihat edenlere düşman kesiliyor. 


"Şüphesiz ki, Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl Suresi 90. Ayet)




PEYGAMBERİMİZ MÜELLEFE-İ KULÛBA ZEKATTAN PAY VERDİ Mİ?

(Konuya ilgi duyan ilahiyatçı dostlarımdan bir rica)

Bir iddiaya göre;

Tevbe Sûresi 60. ayette "sadakaların" müellefe-i kulûba verilebileceği açıklanmakla birlikte, Hz. Peygamberin (s.a.s) kendi zamanında bu sınıftan bir kişiye "zekattan" pay verdiğine dair, açık bir rivayet/hadis yoktur. Bu konuda Peygamberimiz dönemini anlatan rivayetlerin neredeyse tamamı müellefe-i kulûba "ganimet"ten pay verdiğine ilişkindir. Bazı rivayetlerde ise genel olarak mal verdiğinden söz edilmekte, bunun ganimet veya zekattan olup olmadığı açıkça belirtilmemektedir.

Değerli dostlar, bu iddiaya karşı şimdiye kadar derin bir araştırma yapamadığım için, daha önce özel olarak bazı dostlarıma sormuş ve varsa ilgili hadisleri/rivayetleri bildirmelerini rica etmiştim. Henüz açık bir rivayete ulaşamadık. Bir kez de size sormak istiyorum.

Varacağımız netice, müellefe-i kulub meselesini tarihte doğru yere oturtup oturtmadığımız konusunda ve şimdilerde bu kavram kullanıldığında neden sadece zekat konusunun akla geldiğini, yeni müslüman olmuş kimselere niye zekattan başka infaklarla yardım etmediğimizi ve bunların sebeplerini izah sadedinde çok faydalı olacaktır.

Şunu da belirteyim. Uzun boylu araştıramadım fakat kendi kısa çalışmalarımda, bu konuda bazı tarihi bilgilerin çarpıtıldığını da gördüm. Mesela klasik bir tarih kitabında, Ömer b. Abdülaziz'in müellefe-i kulûba "ganimet"ten mal verdiği açıkça belirtildiği halde, zamanımızda bu kaynağa atıf yapan kimi akademik çalışmalarda buradaki ganimet kelimesinin yok sayılarak, olayı hatalı aktardıklarını ve "zekattan verdi" diye bahsettiklerini gördüm.

Kısacası, özellikle hadis alanında uzmanlığı olan dostların, varsa bu konuda "temel hadis kaynakları"ndaki rivayetleri bildirmelerinden büyük memnuniyet duyacak ve duacı olacağım.

Kurbanın ucuzu mu, pahalısı mı?

Pahalı da olsa usulüne uygun olarak kesildiğinden emin olduğumuz bir kurban, kesilip kesilmediği meçhul olan "ucuz" kurbandan hayırlıdır.

Kimse kurban fırsatçılarının kurbanı olmasın.



EMEKLİLERİN PROMOSYON ALMASININ HÜKMÜ

Daha önce memurların promosyon almasının ve kullanmasının dinî yönü hakkında bir yazı yazmıştık. Konuyu bir de emekliler açısından değerlendirmek uygun olacaktır. Memurlardan farklı olarak emeklilere, devlet ile banka arasındaki maaş /promosyon sözleşmesine sonradan da olsa dahil olma imkanı tanınmış olması nedeniyle böyle ayrı bir yazıya ihtiyaç duyulmuştur.

Önceki yazımızda, promosyon anlaşmasındaki "şüphe" iddiaları başta olmak üzere meseleyle ilgili farklı görüşler bulunduğu ifade edilmiş ve bunlar tahlil edilmişti. Oradaki tahliller temel olmak üzere, emeklilerin promosyon almaları hakkında ilave olarak şunları söyleyebiliriz:

1. Emeklilerin, bankalardan aldıkları promosyonlar genel olarak bankaların birer hediyesi değildir. Promosyonun banka tarafından verilmesini hem devlet mevzuatı zorunlu tutmaktadır hem de bu promosyon, bankalarla SGK (devlet) arasındaki bir hizmet sözleşmesinin/maaş ödeme anlaşmasının gereği olarak verilmektedir. O sözleşmede, emekliye verilecek promosyonun asgari miktarı belirlenmektedir. Yapılan bu anlaşmadan sonra emekli, SGK ile banka arasında imzalanan sözleşmedeki şartları sağladığını ve o sözleşmede şart koşulan süre boyunca, seçtiği bankayla çalışmaya devam edeceğini taahhüt ederek o  promosyonu almaktadır.

SGK ile bankalar arasındaki anlaşma gereği verilen bu promosyon, emekliler açısından, bankanın bir hediyesi değil devletin bankayla yaptığı hizmet sözleşmesinde kararlaştırılan bir bedeldir. Bedeli verenle hizmeti verenin aynı taraf olması, sözleşmenin dinen meşruiyetine halel getirecek bir husus değildir. O sözleşme gereği, maaşın alınacağı günün gece yarısından önceki bir kaç gün içinde para bankada tutulmaktadır. Fakat bu süreç emeklinin sorumluluğunda değildir. O süre boyunca para devletindir ve sürecin nasıl yürütüleceğine dair sözleşmeyi bankayla devlet yapmıştır. Zaten hükümet yetkililerinin zaman zaman verdikleri demeçlere bakılacak olursa onlar, emeklilere verilen maaş promosyonlarının, kendilerinin sağladığı bir avantaj olduğunu söylemektedirler. Bankaların promosyon vermesini zorunlu tutan mevzuat da devlet tarafından çıkarılmıştır. Emekli promosyonlarının buraya kadar ki süreci memurlara verilen promosyonun süreciyle benzerdir. Her ne kadar bu süreç boyunca paranın hangi bankada bulunacağına dair emeklinin yaptığı tercih etkili olsa da henüz mülkiyet intikali yoktur. Emeklinin mülkiyetine intikal ancak paranın onun hesabına yatırılmasından sonra gerçekleşmektedir. Bütün bunlara bakarak promosyonun asgari kısmının bankanın emekliye verdiği bir hediye olmadığını dinî bakımdan da hediyenin hükmü gibi değerlendirilmeyeceğini söyleyebiliriz.

2. SGK ile banka arasındaki sözleşme gereği emeklilerin aldığı asgari promosyonun caizliği bakımından, maaşa aracılık eden bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan birisi olması arasında fark yoktur. Zira bu konuda katılım bankalarının işlemleriyle diğerlerinin işlemleri aynıdır, esası etkileyecek bir fark yoktur.

3. Emeklinin, banka seçme hakkının bulunmasına binaen faizli bir bankayı tercih edip orada vadesiz/faizsiz hesap açması ve o bankalar vasıtasıyla meşru işler yapması günümüz şartlarında caizdir. (Bu meseleyle ilgili daha detaylı bir yazıya şu linkten ulaşılabilir.)

Bu noktada katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı itirazını yapanlar da olabilir. Ancak katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları konusu tartışmalıdır. Ayrıca ülkenin her tarafında, onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece bu bankalar aracılığıyla yapılmasında ciddi sorunlar ve hizmet eksiklikleri bulunduğu hususu, yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir. Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir. Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak haram sayılamaz.

4. Emekliye, SGK ile banka arasındaki sözleşmede belirtilen asgari promosyondan başka, banka ile kendisi arasında sonradan yapılan sözleşmeye/taahhüde binaen ilave bir promosyon veriliyorsa bu kısmın, bankanın emekliye bir hediyesi mi yoksa hizmet sözleşmesinin bir bedeli mi olduğu hususu tartışmaya açıktır. Kanaatimizce, buna tam olarak hediye demek zordur. Çünkü banka bunu sebepsiz yere değil emekli ile yaptığı sözleşmenin neticesinde vermektedir ki, bu durumda bunun da maaş anlaşmasının bir bedeli olduğu, başka bir deyişle, promosyonla ilgili yukarıdaki anlattığımız hususların burada da geçerli olduğu söylenebilir. Söz konusu ilavenin, bir hediye olarak görülmesi halinde hediye hükümleri geçerli olacak ve veren bankanın kazancının çoğunun helal olup olmadığına bakılması gerekecektir. Fıkıh kitaplarında genel olarak, malının çoğu haram olan birinin hediyesini kabul etmenin caiz olmadığı belirtilmektedir. Tabi ki bu hüküm, mali imkanı yerinde olanlar hakkında geçerli olup geçim sıkıntısı çekenler, kendilerine verilen hediye ve bağışları sorgulamadan kullanabilirler. Zaten gelire haram karışma gibi nedenlerle bir kimsenin tasadduk etmesi gerektiğinde, tasadduk edilecek bu miktarı sahibinin kullanması mahzurlu olmakla birlikte bu tasadduku kabul edecek taraf olan fakir için, aynı mahzurun sözkonusu olmaması genel bir hükümdür.

Sonuç olarak,

Emeklilerin, SGK ile bankalar arasındaki sözleşmede belirlenen promosyonu almaları caizdir. Maaş alınan bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan biri olması arasında fark yoktur. Promosyonun bu asgari miktarından başka, emeklinin bankayla sonradan yaptığı sözleşmeye/taahhüde binaen verilen ilave promosyon da kanaatimizce aynı hükümdedir. Ancak bu kısmın hizmet bedeli mi yoksa hediye mi olduğu hususunda şüphesi bulunanların, hali vakti yerinde olmaları halinde, faizli bankalar tarafından verilen bu kısmı kullanmayıp yoksullara vermeleri daha uygun olur. Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekenlerin ise bunu kullanmalarında bir beis olmaz. Zaten emeklilerin çoğu bu durumdadır. Her hâlükârda emekliler, promosyonu bankada bırakmazlar ve alıp kendi tercihleri doğrultusunda hareket ederler. Zamanımızda hiçbir emekli, bankada para bırakacak ve bankaya hediye verecek kadar zengin değildir.

Allahu a’lâ ve a’lem.

13.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku


İLGİLİ YAZILAR

- FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

PROMOSYONUN HELALLİĞİ ÜZERİNE








BAYRAMDAN DAHA YENİ ÇIKTIK, KAZANIRSAN DOST KAZAN...

Uzaklarda yardım bekleyen insanlar var. Gazze var... Doğu Türkistan var... Doğrudur.

Ancak bir başka doğru da ülkemizde ve çok yakınımızda olanları ihmal ettiğimiz ve yanımızdan uzaklaştırdığımızdır. En azından bir kısmımızın bu konuda kusuru var. Her geçen gün boş yere yeni küskünler meydana getiriyoruz. Bu mesele, hem dinî hem de millî birlik ve beraberliğimiz açısından çok hassas.

Mesele sırf maddi yardım yaparak ve para dağıtarak adam kazanacağını zannetmekten daha derin.

Gerek dinî gerekse insanî duygular yönünden toplumumuzdaki insanlarla bütünleşebilmek, dertlerini anlayabilmek, duygularına ortak olabilmek, her bir ferde kendini değerli hissettirmek, itilmişlik ve ihmal edilmişlik algısına sebebiyet vermemek ve aynı zeminde buluşabileceğimiz ortak noktalarımızı arttırmak, kırgınlıkları ortadan kaldırmak, yeni kırgınlıklar meydana getirmemek ve aramızda olanları ötekileştirip kaybetmemek lazım. Kısacası etrafımızdaki halkayı günbegün genişletmek gerekiyor, daraltmak değil.

Ülkemizde milli ve manevi değerler etrafında oluşan mevcut seviyenin uzun bir geçmişi ve çok da kolay olmayan bir süreci var. Var olan kazanımları hoyratça heba etmemek gerekir. Kötü örnek olup da temsil ettiği değerlere zarar vermemek gerekir. 

Kaba ve bağırtkan dil, etrafındakilerin dağılmasına, sürekli birilerini suçlamak safların zayıflamasına yol açıyor. Alenen kendi değerlerine aykırı işler yapmak, gelecek nesilleri bizden uzaklaştırıyor. Bir kişinin bile uğradığı bariz bir haksızlığın ya da kayırmacılığın haberi, yüzlerce kişiyi küstürüyor. Derdi olanın derdini görmezsek maval okumanın bir faydası olmaz.

Gelin biraz da, düzeltmeye kendimizden başlayalım. Güzel ülkemize yazık etmeyelim. Dost kazanalım, düşman değil.




BİZE AKLI BAŞINDA HAREKET EDECEK MÜSLÜMAN LAZIM, KENDİ KALESİNE GOL ATAN DEĞİL

Forvet, bütün şutları karavana atıyorsa...
Orta sahadakiler birbirlerinin ayağına dolanmaktan top süremiyorsa,
Sağ bek, bütün pasları rakip takıma kaptırıyorsa...
Kaleci ta orta sahadan gelen şutu göremiyorsa...
Sol bek topu kendi kalesine gönderiyorsa...

Amigolar istedikleri kadar bağırsın.
İyi bir takım ve iyi bir sistem olmadıkça kabus sadece 90 dakika değil bütün bir ömür boyu sürer.
Bize, ne yaptığını bilen, aklı başında hareket edebilen ve yapacağı işin sonunu önceden kestirebilen "takım oyuncuları" lazım. Sürekli kendi kalesine gol atan ve günbegün itibar kaybettirenler lazım değil.

FAİZLİ BANKALARDA HESAP AÇMANIN DİNÎ YÖNÜ

Bankaların en çok yaptığı işler, paraya ihtiyaç duyana faizli finansman, parasını bankaya yatırana da vadeli mevduat gibi yollarla faiz getirisi  sağlamaktır. Bununla birlikte zamanımızda  bankalarda faizli işlemler dışında da bir çok iş yapılmaktadır. Vadesiz hesap açarak yapılan ülke içi veya uluslararası para transferleri; vergi, fatura, bağış ödemeleri; kart, sigorta, hisse senedi, döviz ve kıymetli maden işlemleri; SGK, HGS, tapu güvenilir hesap işlemleri, çek, senet, maaş ve ATM işlemleri bunlardan bazılarıdır. Bu gibi işleri faiz alıp vermeden gerçekleştirmek mümkündür. 

Günümüz şartlarında Türkiye'de, bankalarla çalışmak ve vadesiz/faizsiz hesap açmak gibi işler dinen haram sayılamaz.
Şayet bankanın kazancının çoğunun haramdan olduğu ve bu gibi işlerin kendisi faizli olmasa bile bunları bankada yapmanın faize yani "harama destek olmak" anlamına geldiği ve haram olduğu iddiası ileri sürülecek olursa bunu şöyle değerlendirebiliriz:

Fıkıhta, özellikle de Hanefi fıkhında malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir mal ya da hizmet üzerine muamele yapmak, geçerli olmakla birlikte, mekruh sayılmaktadır. Buradaki mekruhluk ise kişinin, haramla iş yapmayı itiyat haline getiren biriyle muamele yapması halinde kendisinin de bir gün harama düşme riskinin bulunması sebebiyledir. Bu husus Hanefi fıkıh kitaplarında  ( مثل معاملة من أكثر ماله حرام لاتحرم مبايعته حيث لم يتحقق حرمة ماأخذه منه ولكن يكره خوفا من الوقوع في الحرام كذا في فتح القدير) biçiminde ifade edilmektedir (Bk. Hamevî, Ğamzü uyûni’l-basâir, 1/385; Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâk’ıl-felâh, 35). Muamelenin bu gerekçeyle mekruh sayılması söz konusu muameleyi ve bu muamele karşılığında alınan bedeli haram kılmaz. Yukarıdaki alıntıda bu da belirtilmektedir. Çünkü muamele, asıl itibarıyla meşru olan bir iş ve bedeliyle ilgilidir. Mekruhluk ise onu çevreleyen bir riskten/şüpheden dolayıdır. Bu tür meselelerde “harama destek olma”  şeklinde bir gerekçenin hükme medar kılındığına fıkıhta (Hanefi fıkhında) rastlayamadık. Bir başka deyişle, malının çoğu haram olan kişiyle meşru bir alışveriş yapmanın mekruh sayılması, harama destek olma gerekçesinden dolayı değildir. Oradaki gerekçe, yukarıda belirttiğimiz gibi, böyle bir muamelenin haram işlemeye götürme  riskidir.

Esas itibarıyla meşru olan bir muamele, taraflardan birinin başka konulardaki günahlarına destek olmak şeklinde yorumlanarak haram sayılamaz. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s) yahudiler ve müşrikler gibi kesimlerle bir çok meşru alışveriş yaptığı bilinmektedir. Tarih boyunca müslümanlar Adriyatik'ten Çin seddine, farklı ülkeler, farklı dinler ve farklı meşreplerden insanlarla alışverişler yapmışlardır. İpek yolu ve baharat yolu gibi kavramlar bu uluslararası alışverişleri hatırlatmaktadır. Elbette bu esnada müslümanlarla alışveriş yapan karşı tarafın, kazandığı paraları günah olan işlerde de kullanmış olması mümkündür. Fakat bundan yola çıkıp da bütün bu alışverişler, karşı tarafın günahına destek olmak biçiminde yorumlanmamış ve haram sayılmamıştır. Zaman zaman ticaret yasakları söz konusu olmuşsa da bunlar devletler arası savaş durumuna mahsus sınırlı uygulamalardır. Bunlar dışında farklı milletlerden insanlarla alışveriş öteden beri devam etmiştir.

Hatta tarihte kimi zaman kimi bölgelerdeki savaşlar, yağmalar, gasplar ve hırsızlıklar çoğalıp uluslararası  pazarlardaki malların helalden mi yoksa haramdan mı olduğu konusunda birçok şüphe ortaya çıktığında ulema, böyle devirlerde "sırf haram" olandan kaçınmanın yeterli olduğunu, yani pazarda satılan herhangi bir malın haramdan kazanıldığı kesin olarak bilinmedikçe alınıp satılabileceğini söylemişlerdir. Böyle durumlarda alışveriş yapmayı, haram işleyenlere destek olmak şeklinde yorumlamamışlardır. Genel uygulama böyledir. Kaldı ki son söylediğimiz bu husus, doğrudan akdin konusu olan maldaki bir şüpheyle ilgilidir. Meşru bir malı alan veya satan tarafın başka konulardaki günahlarına gelince, bunların söz konusu akdin temelini sakatlayacağı da söylenmemiştir. Bu noktada dikkat çekilen husus, haramdan kazanmayı alışkanlık haline getirmiş kişiyle muamele yapıldığında bir gün harama düşme endişesidir. Bu endişe sebebiyle kerahete hükmedilmiş fakat yapılan akit geçersiz ve haram sayılmamıştır. Böylece ihtiyaç halinde böyle bir muamelenin yapılabilmesine kapı aralanmıştır.

Malının çoğu haram olan kişiyle iş yapmamak, örneğin kendi tercihine bağlı olarak faizli bankayla çalışmamak bir müslüman için ideal bir davranış olabilir. Bu böyle olmakla birlikte, yeterli bir alternatif bulunmaması gibi sebeplerle, meşru bir iş için faizli bankayla çalışmak durumunda kalınmışsa bu durumda mekruh hükmünün de söz konusu olmayacağı kanaatindeyiz. Zaten başta belirttiğimiz gibi bankaların bütün işi faiz değildir, bunun dışında da bir çok iş ve işlem yapmaktadırlar.

Başta maaşlı çalışanlar olmak üzere bir bankayla çalışmak zamanımızda neredeyse herkes için bir ihtiyaçtır. Memurların ve emeklilerin, maaşlarını banka dışında bir yerden almaları mümkün değildir. Bu tür durumlarda "ihtiyaç" hükme tesir eder. “Meşakkat teysîri celbeder.”, “Hâcet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil olunur.” ve “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar.” şeklindeki fıkıh kaideleri bize bir fikir verebilir.

Katılım Bankaları Gerçek Bir Alternatif Olabildiler mi?

Bu noktada, zamanımızda artık katılım bankalarının var olduğu ve diğer bankalara ihtiyaç bulunmadığı şeklinde bir itiraz yapılabilir. Ancak en başta, katılım bankalarının gerçekten faizsiz olup olmadıkları ve bu konudaki inandırıcılıkları tartışmalıdır. Ayrıca, örneğin, ülkenin her tarafında onbinlerce çalışanı bulunan kurumların maaş işlerinin sadece katılım bankaları aracılığıyla yapılması durumunda ciddi sorunlar ve hizmet eksikliklerinin ortaya çıktığı görülmüş ve bu husus yaşanan tecrübelerle acı bir şekilde test edilmiştir.

Ne yazık ki, günümüzde katılım bankaları gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuru verecek biçimde sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından henüz tam bir alternatif haline gelememişlerdir. Bu gibi nedenlerle insanlar hâlâ diğer bankalarla çalışmak durumunda kalabilmektedirler. Hatta konvansiyonel bankalardan biri bile -ne kadar gelişmiş olursa olsun- kimi işler için yeterli olmamakta, zamanımızda birden çok bankayla çalışma ihtiyacı ortaya çıkabilmektedir.

Katılım bankalarının kendileri bile bazı işlerde yurt içindeki ve dışındaki konvansiyonel (faizli) bankalarla ve faizli işlem yapan diğer kuruluşlarla iş birliği yapmaktadırlar. Mesela, ortak kredi kartı ve ATM anlaşmaları böyledir. Birbirleriyle döviz, sukûk ve kira sertifikası vb. alıp vermektedirler. Hatta ülkemizdeki katılım bankalarından birinin ana ortağı, konvansiyonel bir bankadır. Yani konvansiyonel bankalarla katılım bankaları öteden beri birbirleriyle iş yapmakta ve yapmaya devam etmektedir. Hal böyleyken sade bir vatandaşa, faizli bankalardan tamamen uzak durmasını ve sadece katılım bankalarıyla çalışmasını söylemek çelişkili değil midir? Buna, kraldan çok kralcı olmaya kalkmak denmez de, ne denir?

Yine mesela zamanımızda yardım faaliyeti yürüten birçok hayır kuruluşu ve dinî kuruluş, gerek yurt içi gerekse yurt dışı hizmetlerini yürütürken, zekat ve kurban gibi organizasyonlar gerçekleştirirken faizli bankalarla da çalışmakta, bu bankalardaki hesaplarıyla bağış toplamakta ve para transferi yapmaktadırlar. Buna rağmen bu kuruluşlardan bazılarının, yaptıkları bu işleri görmezden gelerek sadece personel maaşı konusunda faizsiz banka hassasiyetini ileri sürmeleri büsbütün bir çelişki değil midir?

Bütün bu gerçekler, günümüzde konvansiyonel bankalardan tamamen uzak durulmayacağını göstermektedir. Başka bir deyişle konvansiyonel bankalara duyulan ihtiyaç tamamıyla ortadan kalkmış değildir.

Dolayısıyla yerine ve şartlara göre, ihtiyaç halinde faizli bankalarla çalışmak, oralarda vadesiz hesap açıp para transferi, fatura ödemeleri ve menkul kıymet saklama gibi faizli işler dışındaki iş ve işlemleri yapmak dinen haram veya mekruh  sayılamaz, kanaatindeyiz.

Bir kişi, kendi şehrinde faizsiz bir banka bulunmaması veya bulunsa da yeterli sayıda şube veya ATM'sinin bulunmaması, belli bir hizmetinin eksik olması ya da hizmet kalitesinin yeterli olmaması gibi sebeplerle faizlii bir bankayla çalışabilir. Bütün bunlar ihtiyaç kapsamındadır. Aynı hüküm, kurumları adına maaş sözleşmesi yapma pozisyonunda bulunan yöneticilerin bireysel dindarlıkları açısından da geçerlidir.

Allâhu a'lâ ve a'lem.

01.04.2025

Dr. Bilal ESEN
İslam Hukuku




EVLİYA OLANA, BAYRAMDA NE YAPMAK YAKIŞIR?

Bayramlarda bazı evlerde, kim bayramlaşmaya geldi kim gelmedi muhabbeti yapılır. Hatta bazen kısık sesle ufak kırgınlıklar dile getirilir.

Aslında mesele, hangi taraf diğerine gitmeliydi, kim haklı kim haksız, meselesi değil. Çünkü hepimiz biliriz ki, haklı olmak, her zaman huzurlu olmaya yetmez. Şu kısa dünyayı güzelleştirmek ve huzurlu bir yaşam sürebilmek için kendini haklı göstermekten başka bazı çözümler üretmek gerekir. İşte bu noktada belki şu Nasrettin Hoca fıkrası bize bir mesaj verebilir:

Hocanın evliya olduğuna dair toplumda bir şâyia dolaşmaktadır. Günlerden birgün, onun evliya olduğunu duyanlar toplanıp gelirler ve şöyle bir soru sorarlar:

- Hocam evliya mısınız?

- Evet...

- Peki evliya olduğunu bize göster.

- İnanmıyorsanız şu karşıdaki koca ağacı çağırayım da gelsin buraya. O zaman evliya olduğumu anlarsınız.

- Tamam, hadi çağır da gelsin. 

Herkes, ne olacak diye merakla hocayı izlemeye başlar. Hoca, "Ey ağaç gel buraya!" diyerek çağırır fakat ağaç kıpırdamaz. Üç defa tekrar etmesine rağmen bir değişiklik olmaz.

Kalabalıktakiler: "Bak hocam, ağacı çağırdın ama sana gelmedi" derler. Hoca hiç istifini bozmadan: 

'O bana gelmezse ben ona giderim, evliyada kibir olmaz' der ve ağaca doğru yürümeye başlar.

Gelmeyene giden evliyaya selam olsun.

Herkese iyi bayramlar.




ZEKÂT DİN ADAMLARININ VE DİNÎ KURUMLARIN HAKKI DEĞİL, FAKİRİN HAKKI

Zekatın manasını kavrayabilmek için, kimlere verildiği kadar kimlere verilemediğine de iyi bakmak gerekir. Mesela zekat zenginlere verilmediği gibi, fakir olsalar bile, Hâşimoğullarına, Peygamberimize ve ailesine, O'nun soyundan gelenlere de verilmez.

Niçin?

Bunun sebebi çoğunlukla, zekat almanın onların saygınlıklarına zarar vereceği şeklinde açıklanır.

Diğer yandan onlara zekat verilememesinde -Allahü a'lem- şu mesaj da vardır:

Zekat dinî bir ödeme olmakla birlikte, din adamlarına ve dinî önderlere verilen bir sadaka ya da onlara verilen bir destek değildir. Zekatın kimlere verileceğini anlatan âyet-i kerimede, dinî önderler ve hocalar sayılmaz. Zekatta ilk ve ana hedef fakirlerdir. Zekat verilecek sınıfların hepsinde -zekat memurları ve müellefe-i kulub hariç- ortak özellik muhtaç olmalarıdır. Zekat, fakir ve muhtaçların hakkıdır. Bu nokta, zekatın diğer ibadetlerden farkını gösterir.

Peygamber (s.a.s) ve ailesine gelince, onlar dinde öncüdür. Şayet Peygamberimize zekat verilebiliyor olsaydı, insanlar zekâtın, başka dinlerde olduğu gibi, dinî önderlere has bir sadaka olduğunu zannedebilir ve sonraki asırlarda da zekat hep hocalara, hafızlara verilir, muhtaçlar kenarda kalırdı. Zaten zamanımızda hoca sınıfının bir çoğu kendisinin peygamber varisi olduğu iddiasıyla bulunduğu konumdan çıkar sağlamaya çalışmaktadır. Maâzallah bir de Peygamberimiz zekat almış olsaydı, kendilerinin peygamber varisi olduğunu iddia eden bu kesim, o zekatların tamamına talip olur, bir gıdım zekatın bile muhtaçlara gitmemesine çalışırlardı.

Maamafih mevcut durumda bile zekatı amacından saptıran ve onu hep din adamlarına, din eğitimi veren yerlere ve dinî kuruluşlara yönlendirmeye çalışanlar vardır. Aman zekat fakir insanlara gitmesin de, kursun ve vakfın inşaatına ve binasına gitsin, betona gömülsün, hocalara maaş olsun ya da bizim derneğe gelir olsun diye çabalayanlar ve köşe başlarını tutanlar vardır.

Bütün bunlar zekatın anlamını ve gayesini çarpıtmanın sonuçlarıdır.

Zekat Yaradan'dan ötürü yaradılana şefkat etmenin göstergesidir. Dinimizin yarısını, namaz gibi, doğrudan Allah'a karşı görevlerimiz oluşturuyorsa diğer yarısını da mahlukata şefkat oluşturur. İşte zekat bu ikinci kısımdandır, onun gayesini iyi anlamak gerekir.

SADELEŞTİRİLMİŞ İLMİHALDEN FIKIH ÖĞRENMEK ya da TÜRKİYE'DE "SÂİME" HAYVAN KALDI MI, MESELESİ

Ramazan ayı içindeyiz. Zekatla ilgili meseleler bugünlerde daha çok gündeme geliyor. Bunlardan biri de hayvanların zekatı.

1. Bilindiği üzere hayvanların zekâtının verilmesi esas olarak "sâime" olmalarına bağlı. Aşağıdaki fotoda bulunan ifadelerde Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, senenin yarısından ziyade, yani altı aydan daha fazla bir süreyle "mubah" meralarda otlayan hayvanların "sâime" olduğunu ifade ediyor. Bunun gibi şartları taşıyan hayvanlar belli sayıya (nisaba) ulaştığında zekatları verilir. (Mesela sığırlar 30, küçükbaşlar 40 olunca)

2. Bunların dışında, senenin çoğunu ahırlarda/damlarda beslenerek geçiren ya da parayla tutulan tarlalarda otlatılan hayvanlardan zekat yok. Çünkü bunlar sâime değil. Yine nakliye ve ziraat gibi işlerde kullanılan ya da binek olarak kullanılan hayvanların da zekatı yok.

3. Şayet hayvanlar, başkasından satın alınarak büyütülüyor ve alım esnasında bunların ticaretini yapmak amacı bulunuyorsa, başka bir deyişle, hayvanları al-sat yaparak para kazanma amacı varsa, o takdirde eldeki bu hayvanlar zekat bakımından ticaret malı sayılır. Sayılarına değil değerlerine bakılır. Bunların değeri, diğer paralar, altınlar ve ticârî malların değeriyle birlikte toplanır. Toplam değerleri, nisaba ulaşırsa, yani 24 ayardan 80,18 gram altın değerine ulaşırsa o gün, not edilir. Ertesi yıl hicri takvime göre yine aynı günde nisap miktarı veya daha fazla bir değer varsa, o takdirde toplam değerin kırkta biri zekat olarak verilir.

Türkiye'deki mevcut duruma bakıldığında bugün artık ülkemizde sâime hayvanın neredeyse hiç kalmadığı söylenebilir. Varsa da çok çok az olabilir.

İşte tam bu noktada "mubah" meralarda otlama şartı, kritik bir öneme sahip. Ömer Nasuhi Hoca bu hususu İlmihal'inin aslında ifade etmişken ne yazık ki, onun İlmihal'ini sadeleştirerek yayınlayanlar bu ifadeyi silerek yayınlamışlar. 

Kısacası, bir kitabın aslı dururken sadeleştirmesi ya da çevirisiyle yetinmek bazen hataya götürebilir. Bunlardan fıkıh öğrenilmez. Hatta bir meselede Bilmen İlmihali'nde açık bir ifade olsa bile, o ifadeyi temel Hanefî fıkıh kaynaklarından teyit etmedikçe buna hüküm bağlamamak gerekir. İlimle uğraşanlara yakışan budur.

Allahü a'lâ ve a'lem.




Parayla yapılacak hayırlar zekattan ibaret değil.

Her şeyi zekattan beklememeli. 

Zekat, bir başlangıç ve zenginler için hayrın asgarisi. Bundan başka, bakın, daha ne kadar hayır yolu var. İslam'da infakla ilgili zekattan başka onlarca kavram var.

Mesela ecdadımız, hayır işlerini genellikle vakıflar yoluyla yapmış. Vakıf malları arasında ise zekat parası yok. Vakıf başka bağışlarla, sadaka-i câriyelerle kuruluyor.

Diğer hayırlı işler başka kalemlerden yapılır. Bu yüzden zekat parasıyla yol, köprü, cami, Kur'ân kursu... yapılamaz. Hayvanseverler derneği ve hava kurumu gibi yerlere de zekat ve fitre verilemez.

Zekat, fakir ve muhtacın hakkı.




ÇANAKKALE KONUŞUYOR, KONUŞACAK

Cepheden cepheye koştular. Yıllarca yorulmadan savaştılar. Belki aileleriyle ve çocuklarıyla vakit geçirecek zamanları hiç olmadı. Onlara masallar ve hikayeler anlatamadılar, davalarını söze dökemediler. Kimisinin belki hiç çocuğu bile olmadı. Çoğu gençliklerinin baharındaydı, kimisi daha onbeşli.

Fakat onlar canları ve kanlarıyla konuştular.

Öyle bir konuştular ki, Çanakkale'de, yüzyıllar geçse de o mesaj silinmez, etkisi kaybolmaz.

İşte hâlâ bizlere oradan sesleniyorlar. Ve o büyük mesajı anlamamızı bekliyorlar.

Hangi baba ya da hangi dede, evlatlarına Çanakkale şehitlerinden daha etkileyici bir konuşma yapmış ve bu kadar büyük bir mesaj vermiş olabilir! 

O günden bugüne, hürriyet ve bağımsızlık yolunda, din ve dava uğrunda mücadele edecek bütün milletlere örnek oldular. Tarihin bu büyük kahramanlarını rahmet ve minnetle anıyorum. Mekanları cennet olsun. Milletimizin birlik ve beraberliği daim olsun.

#18MartÇanakkaleZaferi

RAMAZANDA FİNANSAL OKURYAZARLIK: İFTAR MENÜLERİMİZİN FİYATLARI TASARRUF VE YATIRIM MANTIĞINA UYGUN MU?

Tasarruf ve yatırım deyince aklımıza ilk gelen atasözlerimizden biri şudur: “İşten artmaz dişten artar.

Bu doğrultuda kimi gençler sosyal medyada, günde 200 TL'ye nasıl doydum, gibi videolar ve mesajlar paylaşıyorlar. Kimileri ise sigarayı bırakıp sigara parasıyla ne gibi yatırımlar yaptıklarını anlatıyorlar. Diğer taraftan bu günlerde kimi ekonomistler de büyükşehirlerdeki pahalı restoranların iftar fiyatlarını paylaşıyor, tek kişilik menünün 2000 hatta 2500 TL olduğu yerleri sıralıyorlar.

Açıkçası, şu mübarek ramazan ayında, bu fiyatlara iftar yapan akıllı bir müslümanın ya da başka bir deyişle "akıllı bir yatırımcı"nın olabileceğini düşünemiyorum. Yapanlar varsa, ya gündüz oruç tutmayıp akşam böyle pahalı yemeklerle ramazanı kutladıklarını sanıp kendilerini avutuyorlar, ya da gündüz oruç tutuyor fakat iftardaki bu israfla, orucun sevabını boşa çıkarıyorlar. Anlaşılan; ibadetin, orucun, ramazanın ve hızla akıp geçen ömrün manası henüz tam olarak kavranamıyor. İftar ile israf nasıl yan yana gelebilir?

Böyle bir iftarın olsa olsa şöyle bir masumiyeti olabilir: Ramazan vesilesiyle, yeri yurdu olmayanlar, kimsesizler, yetimler, garibanlar... bir araya getirilmiştir de, onlara şahane bir ziyafet verilmiştir. Bunun dışında şu mübarek ayda böyle bir iftar nasıl izah edilebilir?

Ramazan, çok yemek ve çok içmek demek mi? Saçıp savurmak ve israf etmek demek mi?

Aksine az yiyip içerek dişten arttırmanın, arttırdıklarını da başkalarına infak edebilmenin yollarını öğreten bir okuldur ramazan. Ramazan oruç ayı, infak ayı. Peygamberimizin (s.a.s) cömertlikte rüzgar gibi estiği bir ay. Müslüman da bu ayda kendine yakışanı yapmak isterse Peygamberini örnek alır. Başka bir deyişle, dişten arttırdığı her kuruşun nasıl kazançlı bir "yatırım"a dönüştürülebileceğinin talimini yapar bu ayda. O öyle kârlı ve akıllı bir yatırım ki, karşılığı 7 kattan 700 kata kadar mutlaka alınacaktır. Ve belki de bundan daha fazla "getiri" sağlayacak, Allah için ikram edilen bir yudum su ya da bir lokma, tüm günahları silip cehennemden kurtaracak ve koskoca bir cennet kazandıracaktır.

İşte, bir koyup yedi yüz alınabilen o kârlı yatırımın ders kitaplarından bazı tüyolar:

"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tohum gibidir ki her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilendir." (Bakara 2/261).

"Kim helâl kazancından bir hurma miktarı sadaka verirse —ki Allah sadece helâl olanı kabul eder— Allah o sadakayı büyük bir hoşnutlukla kabul eder. Sonra onu sahibi için, dağ gibi olana kadar büyütür (bereketlendirir). Sizden birinizin tayını yetiştirip büyüttüğü gibi." (Müslim, Vasiyyet, 14).

"Lokma büyüklüğündeki bir sadakanın sevabı Uhud Dağı kadar oluverir. Allah'ın Kitabı'nda bunu tasdik eden âyetler şunlardır: 'Onlar, kullarının tövbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allah olduğunu bilmezler mi?' (Tevbe 9/104.) 'Allah faiz malını mahveder (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir)...' (Bakara, 2/276) [Tirmizî, Zekât, 28].

"Yarım hurma (sadaka) ile bile olsa cehennemden korunun. Eğer bunu da bulamazsanız güzel bir sözle (korunun).” (Müslim, Zekât, 68).

Kıyamet günü müminin gölgeliği (onu himaye edecek olan şey) sadakasıdır.” (İbn Hanbel, IV, 233).

"Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı özenle kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli-açık infak edenler, asla zararla sonuçlanmayacak bir kazanç umarlar. Zira Allah onlara, karşılıklarını tam olarak öder ve lütfundan daha fazlasını da verir. O çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını bol bol verendir." (Fâtır 2/29-30)

Gelin şu ramazanda mallarımızdan Allah için harcayarak kârlı yatırımlar yapalım. Yoksa da dişten tırnaktan arttırmaya çalışalım. İster yemekten kısalım, isterse sigara parasından. Hatta malımıza ve canımıza zarar veren böyle illetleri tamamen bırakalım. Her imkanımızı kazançlı bir yatırıma dönüştürmeye çalışalım.

İbadetleriniz makbul, sofralarınız bereketli, aileleriniz huzurlu, bahtınız açık olsun.






CARİ HESABIN (KARZ) GETİRİSİ FAİZ DEĞİL MİYDİ?

Katılım bankaları, cari hesabı "karz" diye niteliyorlar.  Diğer yandan bu bankalardan bazıları, özel cari hesaba (günlük hesaba) gelirseniz size %39 veya %40 getiri vereceğiz diyorlar. Nasıl oluyor bu iş? Hani, onların ilkelerine göre, ilave bir menfaat sağlayan her karz işlemi faizdi? Bu yüzden de, mesela cari hesap (karz hesabı) saydıkları maaş hesaplarına promosyon vermek istemiyor ve güya faizden sakınıyorlardı?

İşlerine geldiğinde karz karşılığında getiri/faiz veriyorlar işlerine gelmediğinde bir sürü numara çeviriyorlar. Sadece kelime oyunuyla işi çözdüklerini sanıyor, milletin aklıyla alay ediyorlar.

Bu çağda müslümanlık ne çektiyse, tutarsız davrananlardan ve menfaati için ikircikli oynayan "müslüman"lardan çekti. Bu çelişkili müslümanlık gelecek nesillere hiç güven vermiyor. Din istismarı iyi bir şey değil.

Cari hesaba getiri sağlayan bir örneği teyit için bk. Anında Günlük Hesap



Zekat ve fitreler, ücret yerine verilemez.

Başka bir deyişle, bir iş yaptığından dolayı belli bir ücreti/maaşı hak eden bir fakire, bu ücret, zekata niyet edilerek verilemez. Bir taşla iki kuş olmaz. Zekat ve fitreler, o ücretten ayrı olarak verilmelidir.





HEPİMİZ BİLİYORUZ ASLINDA SİGARANIN HÜKMÜNÜ

Bazıları sigaranın dinî hükmü konusunda hangi kavramı kullanalım diye konuşuyor olabilirler. Haram mı diyelim, mekruh mu diyelim ya da caiz değildir mi diyelim şeklindeki bir tartışma, esasında sadece ilim ehlini ilgilendiren ve çok detay bir meseledir. Sigaranın, insanın kendisine ve çevresine verdiği zararlar apaçık ortadayken ve o tiksinti verici iğrenç kokusu âleme illallah ettirirken onu masum görebilir miyiz hiç?

Şahsen ben, sigara içenlerin sağlık bakımından ve dinî bakımdan iyi durumda olmadıklarını düşünüyorum. Hem bedenlerine zarar vererek hem de o malum kokusu ve dumanıyla etraflarına sürekli eziyet ederek günah işliyorlar.

Mesela, sigarasını söndürür söndürmez ya da hiç söndürmeden o iğrenç kokuyla başka birinin yanına gidenler, toplu taşıma araçlarına binenler her defasında onlarca kişinin hakkına girmiyorlar mı?

Esasında bir kere bile, bir insanı pis bir kokuyla bile bile rahatsız etmek günahtır. Üstelik tiryakiler ev, okul, cami, işyeri, market ve devlet daireleri gibi yerlerde ya da hastanelerdeki sıra kuyrukları gibi sosyal ortamlarda yüzlerce kez, yüzlerce belki de binlerce kişinin hakkına giriyorlar. Hele bir de evde eşleri ve çocukları varsa, bir hayat boyu onlara eziyet etmiş oluyorlar.

Bu şekilde sürekli kul hakkına giren bir tiryaki, bütün bu insanların ve özellikle de eşinin hakkını ödemeden nasıl cennete gidecek?

Çevreye saçılan izmaritler doğal kaynakları ve sularımızı kirletirken, orman yangınlarına bile neden olurken, hele hele medeniyet seviyesinin göstergesi sokaklarımızda izmarit yığınları rezil bir görüntü oluştururken sigaranın hangi hükmünü tartışalım!

Acaba hayatta insana bu kadar çok günah kazandıran başka bir illet var mıdır?

Bırakalım, sigara hakkında kimin ne dediğini. Hepimiz biliyoruz aslında onun hükmünü.





"KATILIM BANKACILIĞI"... "İSLAMÎ BANKACILIK" DEĞİL, YETERLİ BİR ALTERNATİF DE DEĞİL

Katılım bankacılığına isim verilirken İslami Bankacılık gibi bir isim değil de başka ismin konulması isabetli olmuş. Keşke bunlara "banka" da denmeseydi. İsimlendirme konusuna öncülük yapan Temel Hazıroğlu bu hususta şöyle diyor:

"Katılım Bankacılığı kavramını neden önerdik?

1. Müslümanlar İslam’ı temsilden çok uzak, aralarında bir uçurum var. 

2. Yapılan işlemlerin İslama uygunluğu çok tartışılacak ve muhtemelen fatura İslam’a kesilecek.

3. İslam’ı korumak için fatura çıkacaksa bari Katılım Bankasına çıksın." (Link)

Peki katılım bankacılığı isminin verilmesinden bugüne neler oldu? Bu bankalar, daha şer'î olalım diye mi gayret ettiler yoksa daha risksiz kazanalım ve piyasada daha çok yer edinelim diye mi? Mesela, şu sıralar bütün şartlar uygunken, neden şer'îlik oranlarını arttırmak için yapı değişikliğine gitmiyor da hâla "banka" olarak kalmakta ısrar ediyorlar? Halbuki bu değişikliği bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız önermiş ve katılım sektörünün bir isim hilesinden ibaret kalmaması gerektiğini defalarca söylemişti. (Link)

Gelinen noktada, gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuruyla sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından, yeterli bir alternatif olabildiler mi? Buna evet demek zor. İnsanlar bir çok nedenlerle hâlâ diğer bankalarla çalışmak durumunda kalıyor. Bu yöndeki ihtiyaç devam ediyor. Üstelik bazı katılım bankalarının beceremeyecekleri işlere girmeleri, yetersizlikleri ve hatta keyfi uygulamalarıyla özellikle kendileri aracılığıyla maaş alanlara illallah ettirmeleri ve müstekbir tavırlar takınmaları söz konusu. Bu nedenle şu sıralar kimi dinî çevreler için bir nefret objesi haline geldiklerini söylemek mümkün.

Unutulmaması gereken bir gerçek de şu ki, bir yerde baskı ve zorbalık algısı oluşursa, insanların geneli zorbaları sevmez, nefret eder. Ne yazık ki, bazı katılım bankaları, böyle bir algıya sebebiyet verdi. Desteğine en çok ihtiyaç duydukları dinî çevreleri bile küstürerek esasında kendi geleceklerine ve itibarlarına zarar veriyorlar. Fakat farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Toplum ve insan psikolojisini doğru okuyamayanlar, dostlarını kaybeder düşmanlarına karşı zayıf duruma düşerler. Böyle devam ederlerse katılım bankacılığının itibarı yükselebilir mi?

Sonuçta, herhangi bir müslümanın, bu tür katılım bankalarıyla çalışarak kendisini sıkıntıya sokmasına değer mi?




PROMOSYONUN HELALLİĞİ ÜZERİNE

Promosyon konusu, zamanımızda dinî hükmü çokça tartışılan ve bazı katılım bankalarının bir haksızlık ve sömürü aracı olarak kullandığı, istismar ettiği hususlardan biridir. Meselenin dinî yönüne, özellikle promosyonu alacak "memurlar" açısından bakarak şunları söyleyebiliriz:

1. Bankaların, kendileri aracılığıyla maaş alan memurlara verdikleri promosyonlar, onların birer hediyesi değildir. Promosyon vermeleri devlet/işveren tarafından zorunlu tutulmuştur. Ayrıca promosyon, kurumla banka arasında yapılan "hizmet sözleşmesi"nin de bir parçası ve gereğidir. Miktarı bu sözleşmede belirlenmektedir. (Bankayla kurum arasındaki bu hizmet sözleşmesinin ve sözleşme bedeli konusunun ele alındığı bir yazı için bk. Halit Çalış, "Maaş Promosyonu Neyin Karşılığıdır?", Facebook sayfası) Özel sektörde de, çalışanlara verilen promosyonlar işçiyle işveren arasındaki iş sözleşmesine dayanıyorsa veya bankayla maaş sözleşmesini yapan bizzat çalışanın kendi değilse bu tür bir promosyon da bankanın bir hediyesi değildir, sözleşmenin bir gereğidir. Dolayısıyla memurlar açısından promosyon, bankanın bir hediyesi gibi değerlendirilemez. Olsa olsa, devletin/işverenin bir hediyesi olur. Gerçi hediye olmadığını ve bir sözleşmenin bedeli olduğunu bu yazıyla açıklamış oluyoruz.

2. Memurlar, kurum ile banka arasında yapılan maaş ve promosyon sözleşmesinin bir tarafı değildirler. Onlara promosyon olarak bazı avantajlar sağlanması, devletle bankalar arasında öteden beri var olan bir hukuki ilişkinin ve son olarak kurum ile banka arasında yapılan hizmet/maaş sözleşmesinin bir gereğidir. Maaş alan taraf konumundaki memurun kendisinin herhangi bir sözleşme yapması söz konusu değildir. Bankalarla promosyon anlaşmasını yapan yöneticiler, memurların temsilcileri değil işverenin/devletin temsilcileridir. Memurlar, ancak hesaplarına maaş yattıktan sonra o maaşta tasarruf etme hakkına sahip olmaktadırlar. Bu aşamadan önce banka ile devlet ve işveren arasında gerçekleşen işlerden onlar sorumlu değildir. Dolayısıyla çalışanların, promosyon üzerine bir akit yaptıklarını ve bu akitte de "faiz" ya da "faiz şüphesi" bulunduğunu söylemek doğru değildir. Akdi yapan, başkalarıdır. "Faiz" ve "faiz şüphesi" ancak kişinin kendi yaptığı bir sözleşmede söz konusu olursa, onu ilgilendirir. Aksi halde kendisinin bir sorumluluğu olmaz.

3. Memurlara verilen promosyon, maaşın bir ilavesidir. İşverenler -ki memurların işvereni devlettir- yaptıkları çeşitli anlaşmalarla çalışanlarına bazı avantajlar sağlayabilmektedirler. Kısacası, çalışanların aldıkları maaşlar ne kadar helalse promosyon da o kadar helaldir. Herhangi bir işveren, kimi zaman çalışanlarına prim verdiğinde, mesela bir millî bayram vesilesiyle maaş + prim vermeyi taahhüt ettiğinde bunun hükmü neyse, maaş + promosyonun hükmü de odur. Çalışanın yaptığı iş meşruysa maaşı ve promosyonu da helaldir. O, işinin ve pozisyonunun karşılığını almaktadır. Promosyonu maaşa ilave eden veya etmeyi zorunlu kılan, işveren/devlet olduğuna göre, bunu bankanın bir hediyesi olarak görmek isabetli olmaz. Dolayısıyla söz konusu promosyonun dinî hükmünü, malının çoğu haramdan olan bir kuruluşun hediyesini almak bakımından değerlendirmek sağlıklı değildir.

Bu noktada bazıları, bu promosyonun kaynağının sorgulanmasını istemektedirler. Buna gerek yoktur. Aksi takdirde memurun normal maaşının kaynağını da sorgulamaları gerekir ki, mesele çok çatallanır ve devletin tüm gelirlerinin kaynağını sorgulamaya ve dolayısıyla bütün maaşların helal olmayabileceği iddiasına yol açar. İşi bu kadar çatallandırmadan, biz memur açısından olaya bakıp memur çalıştığının karşılığını alıyor, yaptığı iş helalse maaşı da helaldir, diyebiliriz. İşveren tarafın yani devletin bu parayı nereden kazandığının o maaşın helalliğine etkisinin olmadığını kabul ederiz. Zaten bugün tüm kurumlardaki memur maaşlarının helalliği ancak böyle bir izahla açıklanmaktadır. Devletin verdiği maaşın kaynağını sorgulamaya gerek olmadığı gibi devletin verilmesini zorunlu tuttuğu ve nihayetinde bir sözleşme karşılığı /bedeli olarak verilen promosyonun kaynağını sorgulamaya da gerek yoktur. Memurun bulunduğu pozisyonun helal bir iş üzerine olması yeterlidir.

4. Promosyonun helal olması konusunda bankalar arasında bir fark yoktur. Zira bu konuda katılım bankalarının yaptığı işlemlerle diğerlerinin işlemleri aynıdır. Kurumlarla yaptıkları maaş sözleşmelerinde esası etkileyecek bir fark yoktur. Dolayısıyla verdikleri promosyon da dinî bakımdan aynı hükümde olmalıdır.

5. Promosyondaki şüphenin, akdî şüphe ve faiz şüphesi olmasa bile takvaya aykırı olma ve kalbe huzursuzluk verme anlamında genel bir şüphe olduğu söylenecek olursa, bu kabilden şüpheli işlere haramdır demek ilmî usullere uygun değildir. Hem böyle bir yaklaşım, hayatı çekilmez kılar. Şüpheli işlerden takva (vera') gereği uzak durmak, dinî bir zorunluluk değil bir tavsiyedir, kişinin kendi inisiyatifindedir. Fetvayla yetinip takvayı tercih etmemek, haram işlemek şeklinde görülemez. Takvadan harama doğru arada birçok kademe vardır.

6. Her şüpheli iş haram sayılacak olsa, aynı tutumu sadece promosyonda değil başka meselelerde de sürdürmek gerekmez mi? Mesela kasko ve diğer bazı sigorta türlerinde de böyle demek gerekirdi. Yine mesela katılım bankalarının çoğu işlemi de esasında şüphelidir. Zira bunlar diğer bankaların yaptığı işlemlere çok çok benzemektedir. Aralarında neredeyse hiçbir fark yoktur. Çoğu kez, sadece birkaç kelime değişikliğiyle bir kılıf bulma vardır. Hatta katılım bankalarının işlemlerindeki bu şüphenin takva açısından genel bir şüphe değil, akdî şüphe ve faiz şüphesi olması daha muhtemeldir. Eğer her şüpheli iş haram sayılacak olsa, katılım bankalarının nerdeyse bütün işlerine de haram denilmesi gerekirdi. Ne gariptir ki, faiz şüphesi var diye veya genel olarak şüpheli diye promosyona cevaz vermeyenlerin kahir ekseriyeti, katılım bankacılığı alanındaki şüpheli işlemlere haram dememektedirler. Böyle bir tarafgirlik görüntüsü, ilmi bakışla uyuşmaz. İlkeli olmak gerekirse, belli kişi ve kurumlar lehine tarafgir davranmak anlamına gelebilecek tavırlardan uzak durmak icap eder.

7. Promosyon parası, velev ki şüpheli sayılsa bile bankalara bırakılmamalıdır. Çalışan bunu alır, dilerse kendisi için kullanır dilerse yakınlarına veya ihtiyaç sahiplerine verir. Bu konuda tasarruf etmeye kendisi daha layıktır. Bunun aksine o paranın alınmayıp tamamen bankaya bırakılması veya kurumun, piyasaya göre düşük bir promosyon üzerine anlaşma yapması, bankaya destek olmak anlamına gelir. Halbuki asıl destek olunması gerekenler, zamanımızın ekonomik zorlukları içinde yaşayan çalışanlar ve onların yakınlarıdır.

Şüpheli sayılsa bile bu promosyonların çalışanların inisiyatifine bırakılması gerekir. Aksi halde bankaların zulmüne yol açılmış olur ve zulüm noktasında da diğer bankalarla katılım bankaları arasında maalesef günümüzde pek bir fark olduğu söylenemez. Hatta bazı katılım bankalarının hizmetlerinin yetersizliği, iş bilmez oluşları, beceriksizlikleri ve vatandaşın işini zorlaştırmak için türlü türlü bahaneler üretmeleri, kimi zaman bunların zulmünün daha büyük boyutlarda olmasına yol açabilmektedir.

8. Promosyonun dinî hükmü konusunda birbirinden farklı birçok görüş vardır. Tamamen helaldir diyenler yanında haramdır diyenler de vardır. Şüphelidir, diyenler de bunların ortasında bir yerdedir. (Bk. DİYK İstişare Toplantısı, 2007) Mesela Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 2017'deki fetvasının bu yönde olduğu söylenebilir. Şu da var ki, bu fetvada ne denildiğini anlamak kadar, ne denilmediğini kavramak da önemlidir.

Baktığımızda Din İşleri Yüksek Kurulu, o fetvasında promosyon hakkında;

Promosyon faizdir, dememiştir.

Promosyon haramdır, dememiştir.

Promosyon caiz değildir, dememiştir.

Promosyon parasının mutlaka elden çıkarılması ve ihtiyaç sahiplerine verilmesi gerekir, dememiştir.

Promosyonun hükmü konusunda katılım bankaları ile diğer bankalar arasında fark vardır, dememiştir.

Peki ne demiştir? Bu tespitlerden sonra şimdi o fetvada ne denildiğine bakılabilir:

"Banka Promosyonu caiz midir?

Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir.

Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur.

Din İşleri Yüksek Kurulu  18.08.2017"

(Fetvanın linki: https://fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/1313/banka-promosyonu-caiz-midir Erişim: 18.12.2024)
Kısacası Kurul'un promosyona haram dediğini söylemek, gerçeğe uygun değildir.

O fetvadaki yaklaşım, söz konusu kurumun geçmişte devlet tarafından çalışanlara verilen "nema"lar hakkında, basına yansıyan yaklaşımıyla da benzerlik arz etmektedir. (Bk. https://www.milliyet.com.tr/gundem/diyanet-nema-haram-degil-5180728 )

9. Promosyon, velev ki takva yönünden şüpheli sayılsın, dinen haram olduğu bilinen işlerden daha masumdur. Aradaki farkı görmek ve birbirine karıştırmamak gerekir. Promosyon; alkollü içki içmek, zina yapmak, adam öldürmek, kumar oynamak, toto-lotodan para kazanmak, faiz yemek, hırsızlık yapmak, rüşvet almak, torpil yapmak ve torpille bir işe girmek gibi sakıncalı işlerden değildir. Çalışmadan ve hak etmeden maaş almaktan, vakıf malına el uzatmaktan, devlet malına hıyanet etmekten, israftan ve kul hakkını çiğnemekten daha masumdur.

Sonuç olarak;

Memurların, günümüzde maaşlarına ilaveten verilen promosyonları almaları ve kullanmaları caizdir. Maaş alınan bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan biri olması arasında fark yoktur. Buna bağlı olarak, alınan promosyonlar, ev masraflarını karşılamak, borçları, vergileri ve para cezaları gibi her türlü ödemeyi yapmak için kullanılabilir veya yoksullara, afetzedelere, mültecilere ya da yardım kuruluşlarına verilebilir.

Allahü a'lâ ve a'lem.

18.12.2024

Dr. Bilal ESEN

İslam Hukuku




İlgili yazılar: