SADELEŞTİRİLMİŞ İLMİHALDEN FIKIH ÖĞRENMEK ya da TÜRKİYE'DE "SÂİME" HAYVAN KALDI MI, MESELESİ

Ramazan ayı içindeyiz. Zekatla ilgili meseleler bugünlerde daha çok gündeme geliyor. Bunlardan biri de hayvanların zekatı.

1. Bilindiği üzere hayvanların zekâtının verilmesi esas olarak "sâime" olmalarına bağlı. Aşağıdaki fotoda bulunan ifadelerde Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, senenin yarısından ziyade, yani altı aydan daha fazla bir süreyle "mubah" meralarda otlayan hayvanların "sâime" olduğunu ifade ediyor. Bunun gibi şartları taşıyan hayvanlar belli sayıya (nisaba) ulaştığında zekatları verilir. (Mesela sığırlar 30, küçükbaşlar 40 olunca)

2. Bunların dışında, senenin çoğunu ahırlarda/damlarda beslenerek geçiren ya da parayla tutulan tarlalarda otlatılan hayvanlardan zekat yok. Çünkü bunlar sâime değil. Yine nakliye ve ziraat gibi işlerde kullanılan ya da binek olarak kullanılan hayvanların da zekatı yok.

3. Şayet hayvanlar, başkasından satın alınarak büyütülüyor ve alım esnasında bunların ticaretini yapmak amacı bulunuyorsa, başka bir deyişle, hayvanları al-sat yaparak para kazanma amacı varsa, o takdirde eldeki bu hayvanlar zekat bakımından ticaret malı sayılır. Sayılarına değil değerlerine bakılır. Bunların değeri, diğer paralar, altınlar ve ticârî malların değeriyle birlikte toplanır. Toplam değerleri, nisaba ulaşırsa, yani 24 ayardan 80,18 gram altın değerine ulaşırsa o gün, not edilir. Ertesi yıl hicri takvime göre yine aynı günde nisap miktarı veya daha fazla bir değer varsa, o takdirde toplam değerin kırkta biri zekat olarak verilir.

Türkiye'deki mevcut duruma bakıldığında bugün artık ülkemizde sâime hayvanın neredeyse hiç kalmadığı söylenebilir. Varsa da çok çok az olabilir.

İşte tam bu noktada "mubah" meralarda otlama şartı, kritik bir öneme sahip. Ömer Nasuhi Hoca bu hususu İlmihal'inin aslında ifade etmişken ne yazık ki, onun İlmihal'ini sadeleştirerek yayınlayanlar bu ifadeyi silerek yayınlamışlar. 

Kısacası, bir kitabın aslı dururken sadeleştirmesi ya da çevirisiyle yetinmek bazen hataya götürebilir. Bunlardan fıkıh öğrenilmez. Hatta bir meselede Bilmen İlmihali'nde açık bir ifade olsa bile, o ifadeyi temel Hanefî fıkıh kaynaklarından teyit etmedikçe buna hüküm bağlamamak gerekir. İlimle uğraşanlara yakışan budur.

Allahü a'lâ ve a'lem.




Parayla yapılacak hayırlar zekattan ibaret değil.

Her şeyi zekattan beklememeli. 

Zekat, bir başlangıç ve zenginler için hayrın asgarisi. Bundan başka, bakın, daha ne kadar hayır yolu var. İslam'da infakla ilgili zekattan başka onlarca kavram var.

Mesela ecdadımız, hayır işlerini genellikle vakıflar yoluyla yapmış. Vakıf malları arasında ise zekat parası yok. Vakıf başka bağışlarla, sadaka-i câriyelerle kuruluyor.

Diğer hayırlı işler başka kalemlerden yapılır. Bu yüzden zekat parasıyla yol, köprü, cami, Kur'ân kursu... yapılamaz. Hayvanseverler derneği ve hava kurumu gibi yerlere de zekat ve fitre verilemez.

Zekat, fakir ve muhtacın hakkı.




ÇANAKKALE KONUŞUYOR, KONUŞACAK

Cepheden cepheye koştular. Yıllarca yorulmadan savaştılar. Belki aileleriyle ve çocuklarıyla vakit geçirecek zamanları hiç olmadı. Onlara masallar ve hikayeler anlatamadılar, davalarını söze dökemediler. Kimisinin belki hiç çocuğu bile olmadı. Çoğu gençliklerinin baharındaydı, kimisi daha onbeşli.

Fakat onlar canları ve kanlarıyla konuştular.

Öyle bir konuştular ki, Çanakkale'de, yüzyıllar geçse de o mesaj silinmez, etkisi kaybolmaz.

İşte hâlâ bizlere oradan sesleniyorlar. Ve o büyük mesajı anlamamızı bekliyorlar.

Hangi baba ya da hangi dede, evlatlarına Çanakkale şehitlerinden daha etkileyici bir konuşma yapmış ve bu kadar büyük bir mesaj vermiş olabilir! 

O günden bugüne, hürriyet ve bağımsızlık yolunda, din ve dava uğrunda mücadele edecek bütün milletlere örnek oldular. Tarihin bu büyük kahramanlarını rahmet ve minnetle anıyorum. Mekanları cennet olsun. Milletimizin birlik ve beraberliği daim olsun.

#18MartÇanakkaleZaferi

RAMAZANDA FİNANSAL OKURYAZARLIK: İFTAR MENÜLERİMİZİN FİYATLARI TASARRUF VE YATIRIM MANTIĞINA UYGUN MU?

Tasarruf ve yatırım deyince aklımıza ilk gelen atasözlerimizden biri şudur: “İşten artmaz dişten artar.

Bu doğrultuda kimi gençler sosyal medyada, günde 200 TL'ye nasıl doydum, gibi videolar ve mesajlar paylaşıyorlar. Kimileri ise sigarayı bırakıp sigara parasıyla ne gibi yatırımlar yaptıklarını anlatıyorlar. Diğer taraftan bu günlerde kimi ekonomistler de büyükşehirlerdeki pahalı restoranların iftar fiyatlarını paylaşıyor, tek kişilik menünün 2000 hatta 2500 TL olduğu yerleri sıralıyorlar.

Açıkçası, şu mübarek ramazan ayında, bu fiyatlara iftar yapan akıllı bir müslümanın ya da başka bir deyişle "akıllı bir yatırımcı"nın olabileceğini düşünemiyorum. Yapanlar varsa, ya gündüz oruç tutmayıp akşam böyle pahalı yemeklerle ramazanı kutladıklarını sanıp kendilerini avutuyorlar, ya da gündüz oruç tutuyor fakat iftardaki bu israfla, orucun sevabını boşa çıkarıyorlar. Anlaşılan; ibadetin, orucun, ramazanın ve hızla akıp geçen ömrün manası henüz tam olarak kavranamıyor. İftar ile israf nasıl yan yana gelebilir?

Böyle bir iftarın olsa olsa şöyle bir masumiyeti olabilir: Ramazan vesilesiyle, yeri yurdu olmayanlar, kimsesizler, yetimler, garibanlar... bir araya getirilmiştir de, onlara şahane bir ziyafet verilmiştir. Bunun dışında şu mübarek ayda böyle bir iftar nasıl izah edilebilir?

Ramazan, çok yemek ve çok içmek demek mi? Saçıp savurmak ve israf etmek demek mi?

Aksine az yiyip içerek dişten arttırmanın, arttırdıklarını da başkalarına infak edebilmenin yollarını öğreten bir okuldur ramazan. Ramazan oruç ayı, infak ayı. Peygamberimizin (s.a.s) cömertlikte rüzgar gibi estiği bir ay. Müslüman da bu ayda kendine yakışanı yapmak isterse Peygamberini örnek alır. Başka bir deyişle, dişten arttırdığı her kuruşun nasıl kazançlı bir "yatırım"a dönüştürülebileceğinin talimini yapar bu ayda. O öyle kârlı ve akıllı bir yatırım ki, karşılığı 7 kattan 700 kata kadar mutlaka alınacaktır. Ve belki de bundan daha fazla "getiri" sağlayacak, Allah için ikram edilen bir yudum su ya da bir lokma, tüm günahları silip cehennemden kurtaracak ve koskoca bir cennet kazandıracaktır.

İşte, bir koyup yedi yüz alınabilen o kârlı yatırımın ders kitaplarından bazı tüyolar:

"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tohum gibidir ki her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilendir." (Bakara 2/261).

"Kim helâl kazancından bir hurma miktarı sadaka verirse —ki Allah sadece helâl olanı kabul eder— Allah o sadakayı büyük bir hoşnutlukla kabul eder. Sonra onu sahibi için, dağ gibi olana kadar büyütür (bereketlendirir). Sizden birinizin tayını yetiştirip büyüttüğü gibi." (Müslim, Vasiyyet, 14).

"Lokma büyüklüğündeki bir sadakanın sevabı Uhud Dağı kadar oluverir. Allah'ın Kitabı'nda bunu tasdik eden âyetler şunlardır: 'Onlar, kullarının tövbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allah olduğunu bilmezler mi?' (Tevbe 9/104.) 'Allah faiz malını mahveder (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir)...' (Bakara, 2/276) [Tirmizî, Zekât, 28].

"Yarım hurma (sadaka) ile bile olsa cehennemden korunun. Eğer bunu da bulamazsanız güzel bir sözle (korunun).” (Müslim, Zekât, 68).

Kıyamet günü müminin gölgeliği (onu himaye edecek olan şey) sadakasıdır.” (İbn Hanbel, IV, 233).

"Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı özenle kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli-açık infak edenler, asla zararla sonuçlanmayacak bir kazanç umarlar. Zira Allah onlara, karşılıklarını tam olarak öder ve lütfundan daha fazlasını da verir. O çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını bol bol verendir." (Fâtır 2/29-30)

Gelin şu ramazanda mallarımızdan Allah için harcayarak kârlı yatırımlar yapalım. Yoksa da dişten tırnaktan arttırmaya çalışalım. İster yemekten kısalım, isterse sigara parasından. Hatta malımıza ve canımıza zarar veren böyle illetleri tamamen bırakalım. Her imkanımızı kazançlı bir yatırıma dönüştürmeye çalışalım.

İbadetleriniz makbul, sofralarınız bereketli, aileleriniz huzurlu, bahtınız açık olsun.






CARİ HESABIN (KARZ) GETİRİSİ FAİZ DEĞİL MİYDİ?

Katılım bankaları, cari hesabı "karz" diye niteliyorlar.  Diğer yandan bu bankalardan bazıları, özel cari hesaba (günlük hesaba) gelirseniz size %39 veya %40 getiri vereceğiz diyorlar. Nasıl oluyor bu iş? Hani, onların ilkelerine göre, ilave bir menfaat sağlayan her karz işlemi faizdi? Bu yüzden de, mesela cari hesap (karz hesabı) saydıkları maaş hesaplarına promosyon vermek istemiyor ve güya faizden sakınıyorlardı?

İşlerine geldiğinde karz karşılığında getiri/faiz veriyorlar işlerine gelmediğinde bir sürü numara çeviriyorlar. Sadece kelime oyunuyla işi çözdüklerini sanıyor, milletin aklıyla alay ediyorlar.

Bu çağda müslümanlık ne çektiyse, tutarsız davrananlardan ve menfaati için ikircikli oynayan "müslüman"lardan çekti. Bu çelişkili müslümanlık gelecek nesillere hiç güven vermiyor. Din istismarı iyi bir şey değil.

Cari hesaba getiri sağlayan bir örneği teyit için bk. Anında Günlük Hesap



Zekat ve fitreler, ücret yerine verilemez.

Başka bir deyişle, bir iş yaptığından dolayı belli bir ücreti/maaşı hak eden bir fakire, bu ücret, zekata niyet edilerek verilemez. Bir taşla iki kuş olmaz. Zekat ve fitreler, o ücretten ayrı olarak verilmelidir.





HEPİMİZ BİLİYORUZ ASLINDA SİGARANIN HÜKMÜNÜ

Bazıları sigaranın dinî hükmü konusunda hangi kavramı kullanalım diye konuşuyor olabilirler. Haram mı diyelim, mekruh mu diyelim ya da caiz değildir mi diyelim şeklindeki bir tartışma, esasında sadece ilim ehlini ilgilendiren ve çok detay bir meseledir. Sigaranın, insanın kendisine ve çevresine verdiği zararlar apaçık ortadayken ve o tiksinti verici iğrenç kokusu âleme illallah ettirirken onu masum görebilir miyiz hiç?

Şahsen ben, sigara içenlerin sağlık bakımından ve dinî bakımdan iyi durumda olmadıklarını düşünüyorum. Hem bedenlerine zarar vererek hem de o malum kokusu ve dumanıyla etraflarına sürekli eziyet ederek günah işliyorlar.

Mesela, sigarasını söndürür söndürmez ya da hiç söndürmeden o iğrenç kokuyla başka birinin yanına gidenler, toplu taşıma araçlarına binenler her defasında onlarca kişinin hakkına girmiyorlar mı?

Esasında bir kere bile, bir insanı pis bir kokuyla bile bile rahatsız etmek günahtır. Üstelik tiryakiler ev, okul, cami, işyeri, market ve devlet daireleri gibi yerlerde ya da hastanelerdeki sıra kuyrukları gibi sosyal ortamlarda yüzlerce kez, yüzlerce belki de binlerce kişinin hakkına giriyorlar. Hele bir de evde eşleri ve çocukları varsa, bir hayat boyu onlara eziyet etmiş oluyorlar.

Bu şekilde sürekli kul hakkına giren bir tiryaki, bütün bu insanların ve özellikle de eşinin hakkını ödemeden nasıl cennete gidecek?

Çevreye saçılan izmaritler doğal kaynakları ve sularımızı kirletirken, orman yangınlarına bile neden olurken, hele hele medeniyet seviyesinin göstergesi sokaklarımızda izmarit yığınları rezil bir görüntü oluştururken sigaranın hangi hükmünü tartışalım!

Acaba hayatta insana bu kadar çok günah kazandıran başka bir illet var mıdır?

Bırakalım, sigara hakkında kimin ne dediğini. Hepimiz biliyoruz aslında onun hükmünü.





"KATILIM BANKACILIĞI"... "İSLAMÎ BANKACILIK" DEĞİL, YETERLİ BİR ALTERNATİF DE DEĞİL

Katılım bankacılığına isim verilirken İslami Bankacılık gibi bir isim değil de başka ismin konulması isabetli olmuş. Keşke bunlara "banka" da denmeseydi. İsimlendirme konusuna öncülük yapan Temel Hazıroğlu bu hususta şöyle diyor:

"Katılım Bankacılığı kavramını neden önerdik?

1. Müslümanlar İslam’ı temsilden çok uzak, aralarında bir uçurum var. 

2. Yapılan işlemlerin İslama uygunluğu çok tartışılacak ve muhtemelen fatura İslam’a kesilecek.

3. İslam’ı korumak için fatura çıkacaksa bari Katılım Bankasına çıksın." (Link)

Peki katılım bankacılığı isminin verilmesinden bugüne neler oldu? Bu bankalar, daha şer'î olalım diye mi gayret ettiler yoksa daha risksiz kazanalım ve piyasada daha çok yer edinelim diye mi? Mesela, şu sıralar bütün şartlar uygunken, neden şer'îlik oranlarını arttırmak için yapı değişikliğine gitmiyor da hâla "banka" olarak kalmakta ısrar ediyorlar? Halbuki bu değişikliği bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız önermiş ve katılım sektörünün bir isim hilesinden ibaret kalmaması gerektiğini defalarca söylemişti. (Link)

Gelinen noktada, gerek hizmet çeşitliliği ve kalitesi bakımından gerekse iş ve işlemlerin helalliğini gönül huzuruyla sağlayıp başka bankalara muhtaç etmeme bakımından, yeterli bir alternatif olabildiler mi? Buna evet demek zor. İnsanlar bir çok nedenlerle hâlâ diğer bankalarla çalışmak durumunda kalıyor. Bu yöndeki ihtiyaç devam ediyor. Üstelik bazı katılım bankalarının beceremeyecekleri işlere girmeleri, yetersizlikleri ve hatta keyfi uygulamalarıyla özellikle kendileri aracılığıyla maaş alanlara illallah ettirmeleri ve müstekbir tavırlar takınmaları söz konusu. Bu nedenle şu sıralar kimi dinî çevreler için bir nefret objesi haline geldiklerini söylemek mümkün.

Unutulmaması gereken bir gerçek de şu ki, bir yerde baskı ve zorbalık algısı oluşursa, insanların geneli zorbaları sevmez, nefret eder. Ne yazık ki, bazı katılım bankaları, böyle bir algıya sebebiyet verdi. Desteğine en çok ihtiyaç duydukları dinî çevreleri bile küstürerek esasında kendi geleceklerine ve itibarlarına zarar veriyorlar. Fakat farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Toplum ve insan psikolojisini doğru okuyamayanlar, dostlarını kaybeder düşmanlarına karşı zayıf duruma düşerler. Böyle devam ederlerse katılım bankacılığının itibarı yükselebilir mi?

Sonuçta, herhangi bir müslümanın, bu tür katılım bankalarıyla çalışarak kendisini sıkıntıya sokmasına değer mi?




PROMOSYONUN HELALLİĞİ ÜZERİNE

Promosyon konusu, zamanımızda dinî hükmü çokça tartışılan ve bazı katılım bankalarının bir haksızlık ve sömürü aracı olarak kullandığı, istismar ettiği hususlardan biridir. Meselenin dinî yönüne, özellikle promosyonu alacak "memurlar" açısından bakarak şunları söyleyebiliriz:

1. Bankaların, kendileri aracılığıyla maaş alan memurlara verdikleri promosyonlar, onların birer hediyesi değildir. Promosyon vermeleri devlet/işveren tarafından zorunlu tutulmuştur. Ayrıca promosyon, kurumla banka arasında yapılan "hizmet sözleşmesi"nin de bir parçası ve gereğidir. Miktarı bu sözleşmede belirlenmektedir. (Bankayla kurum arasındaki bu hizmet sözleşmesinin ve sözleşme bedeli konusunun ele alındığı bir yazı için bk. Halit Çalış, "Maaş Promosyonu Neyin Karşılığıdır?", Facebook sayfası) Özel sektörde de, çalışanlara verilen promosyonlar işçiyle işveren arasındaki iş sözleşmesine dayanıyorsa veya bankayla maaş sözleşmesini yapan bizzat çalışanın kendi değilse bu tür bir promosyon da bankanın bir hediyesi değildir, sözleşmenin bir gereğidir. Dolayısıyla memurlar açısından promosyon, bankanın bir hediyesi gibi değerlendirilemez. Olsa olsa, devletin/işverenin bir hediyesi olur. Gerçi hediye olmadığını ve bir sözleşmenin bedeli olduğunu bu yazıyla açıklamış oluyoruz.

2. Memurlar, kurum ile banka arasında yapılan maaş ve promosyon sözleşmesinin bir tarafı değildirler. Onlara promosyon olarak bazı avantajlar sağlanması, devletle bankalar arasında öteden beri var olan bir hukuki ilişkinin ve son olarak kurum ile banka arasında yapılan hizmet/maaş sözleşmesinin bir gereğidir. Maaş alan taraf konumundaki memurun kendisinin herhangi bir sözleşme yapması söz konusu değildir. Bankalarla promosyon anlaşmasını yapan yöneticiler, memurların temsilcileri değil işverenin/devletin temsilcileridir. Memurlar, ancak hesaplarına maaş yattıktan sonra o maaşta tasarruf etme hakkına sahip olmaktadırlar. Bu aşamadan önce banka ile devlet ve işveren arasında gerçekleşen işlerden onlar sorumlu değildir. Dolayısıyla çalışanların, promosyon üzerine bir akit yaptıklarını ve bu akitte de "faiz" ya da "faiz şüphesi" bulunduğunu söylemek doğru değildir. Akdi yapan, başkalarıdır. "Faiz" ve "faiz şüphesi" ancak kişinin kendi yaptığı bir sözleşmede söz konusu olursa, onu ilgilendirir. Aksi halde kendisinin bir sorumluluğu olmaz.

3. Memurlara verilen promosyon, maaşın bir ilavesidir. İşverenler -ki memurların işvereni devlettir- yaptıkları çeşitli anlaşmalarla çalışanlarına bazı avantajlar sağlayabilmektedirler. Kısacası, çalışanların aldıkları maaşlar ne kadar helalse promosyon da o kadar helaldir. Herhangi bir işveren, kimi zaman çalışanlarına prim verdiğinde, mesela bir millî bayram vesilesiyle maaş + prim vermeyi taahhüt ettiğinde bunun hükmü neyse, maaş + promosyonun hükmü de odur. Çalışanın yaptığı iş meşruysa maaşı ve promosyonu da helaldir. O, işinin ve pozisyonunun karşılığını almaktadır. Promosyonu maaşa ilave eden veya etmeyi zorunlu kılan, işveren/devlet olduğuna göre, bunu bankanın bir hediyesi olarak görmek isabetli olmaz. Dolayısıyla söz konusu promosyonun dinî hükmünü, malının çoğu haramdan olan bir kuruluşun hediyesini almak bakımından değerlendirmek sağlıklı değildir.

Bu noktada bazıları, bu promosyonun kaynağının sorgulanmasını istemektedirler. Buna gerek yoktur. Aksi takdirde memurun normal maaşının kaynağını da sorgulamaları gerekir ki, mesele çok çatallanır ve devletin tüm gelirlerinin kaynağını sorgulamaya ve dolayısıyla bütün maaşların helal olmayabileceği iddiasına yol açar. İşi bu kadar çatallandırmadan, biz memur açısından olaya bakıp memur çalıştığının karşılığını alıyor, yaptığı iş helalse maaşı da helaldir, diyebiliriz. İşveren tarafın yani devletin bu parayı nereden kazandığının o maaşın helalliğine etkisinin olmadığını kabul ederiz. Zaten bugün tüm kurumlardaki memur maaşlarının helalliği ancak böyle bir izahla açıklanmaktadır. Devletin verdiği maaşın kaynağını sorgulamaya gerek olmadığı gibi devletin verilmesini zorunlu tuttuğu ve nihayetinde bir sözleşme karşılığı /bedeli olarak verilen promosyonun kaynağını sorgulamaya da gerek yoktur. Memurun bulunduğu pozisyonun helal bir iş üzerine olması yeterlidir.

4. Promosyonun helal olması konusunda bankalar arasında bir fark yoktur. Zira bu konuda katılım bankalarının yaptığı işlemlerle diğerlerinin işlemleri aynıdır. Kurumlarla yaptıkları maaş sözleşmelerinde esası etkileyecek bir fark yoktur. Dolayısıyla verdikleri promosyon da dinî bakımdan aynı hükümde olmalıdır.

5. Promosyondaki şüphenin, akdî şüphe ve faiz şüphesi olmasa bile takvaya aykırı olma ve kalbe huzursuzluk verme anlamında genel bir şüphe olduğu söylenecek olursa, bu kabilden şüpheli işlere haramdır demek ilmî usullere uygun değildir. Hem böyle bir yaklaşım, hayatı çekilmez kılar. Şüpheli işlerden takva (vera') gereği uzak durmak, dinî bir zorunluluk değil bir tavsiyedir, kişinin kendi inisiyatifindedir. Fetvayla yetinip takvayı tercih etmemek, haram işlemek şeklinde görülemez. Takvadan harama doğru arada birçok kademe vardır.

6. Her şüpheli iş haram sayılacak olsa, aynı tutumu sadece promosyonda değil başka meselelerde de sürdürmek gerekmez mi? Mesela kasko ve diğer bazı sigorta türlerinde de böyle demek gerekirdi. Yine mesela katılım bankalarının çoğu işlemi de esasında şüphelidir. Zira bunlar diğer bankaların yaptığı işlemlere çok çok benzemektedir. Aralarında neredeyse hiçbir fark yoktur. Çoğu kez, sadece birkaç kelime değişikliğiyle bir kılıf bulma vardır. Hatta katılım bankalarının işlemlerindeki bu şüphenin takva açısından genel bir şüphe değil, akdî şüphe ve faiz şüphesi olması daha muhtemeldir. Eğer her şüpheli iş haram sayılacak olsa, katılım bankalarının nerdeyse bütün işlerine de haram denilmesi gerekirdi. Ne gariptir ki, faiz şüphesi var diye veya genel olarak şüpheli diye promosyona cevaz vermeyenlerin kahir ekseriyeti, katılım bankacılığı alanındaki şüpheli işlemlere haram dememektedirler. Böyle bir tarafgirlik görüntüsü, ilmi bakışla uyuşmaz. İlkeli olmak gerekirse, belli kişi ve kurumlar lehine tarafgir davranmak anlamına gelebilecek tavırlardan uzak durmak icap eder.

7. Promosyon parası, velev ki şüpheli sayılsa bile bankalara bırakılmamalıdır. Çalışan bunu alır, dilerse kendisi için kullanır dilerse yakınlarına veya ihtiyaç sahiplerine verir. Bu konuda tasarruf etmeye kendisi daha layıktır. Bunun aksine o paranın alınmayıp tamamen bankaya bırakılması veya kurumun, piyasaya göre düşük bir promosyon üzerine anlaşma yapması, bankaya destek olmak anlamına gelir. Halbuki asıl destek olunması gerekenler, zamanımızın ekonomik zorlukları içinde yaşayan çalışanlar ve onların yakınlarıdır.

Şüpheli sayılsa bile bu promosyonların çalışanların inisiyatifine bırakılması gerekir. Aksi halde bankaların zulmüne yol açılmış olur ve zulüm noktasında da diğer bankalarla katılım bankaları arasında maalesef günümüzde pek bir fark olduğu söylenemez. Hatta bazı katılım bankalarının hizmetlerinin yetersizliği, iş bilmez oluşları, beceriksizlikleri ve vatandaşın işini zorlaştırmak için türlü türlü bahaneler üretmeleri, kimi zaman bunların zulmünün daha büyük boyutlarda olmasına yol açabilmektedir.

8. Promosyonun dinî hükmü konusunda birbirinden farklı birçok görüş vardır. Tamamen helaldir diyenler yanında haramdır diyenler de vardır. Şüphelidir, diyenler de bunların ortasında bir yerdedir. (Bk. DİYK İstişare Toplantısı, 2007) Mesela Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 2017'deki fetvasının bu yönde olduğu söylenebilir. Şu da var ki, bu fetvada ne denildiğini anlamak kadar, ne denilmediğini kavramak da önemlidir.

Baktığımızda Din İşleri Yüksek Kurulu, o fetvasında promosyon hakkında;

Promosyon faizdir, dememiştir.

Promosyon haramdır, dememiştir.

Promosyon caiz değildir, dememiştir.

Promosyon parasının mutlaka elden çıkarılması ve ihtiyaç sahiplerine verilmesi gerekir, dememiştir.

Promosyonun hükmü konusunda katılım bankaları ile diğer bankalar arasında fark vardır, dememiştir.

Peki ne demiştir? Bu tespitlerden sonra şimdi o fetvada ne denildiğine bakılabilir:

"Banka Promosyonu caiz midir?

Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir.

Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur.

Din İşleri Yüksek Kurulu  18.08.2017"

(Fetvanın linki: https://fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/1313/banka-promosyonu-caiz-midir Erişim: 18.12.2024)
Kısacası Kurul'un promosyona haram dediğini söylemek, gerçeğe uygun değildir.

O fetvadaki yaklaşım, söz konusu kurumun geçmişte devlet tarafından çalışanlara verilen "nema"lar hakkında, basına yansıyan yaklaşımıyla da benzerlik arz etmektedir. (Bk. https://www.milliyet.com.tr/gundem/diyanet-nema-haram-degil-5180728 )

9. Promosyon, velev ki takva yönünden şüpheli sayılsın, dinen haram olduğu bilinen işlerden daha masumdur. Aradaki farkı görmek ve birbirine karıştırmamak gerekir. Promosyon; alkollü içki içmek, zina yapmak, adam öldürmek, kumar oynamak, toto-lotodan para kazanmak, faiz yemek, hırsızlık yapmak, rüşvet almak, torpil yapmak ve torpille bir işe girmek gibi sakıncalı işlerden değildir. Çalışmadan ve hak etmeden maaş almaktan, vakıf malına el uzatmaktan, devlet malına hıyanet etmekten, israftan ve kul hakkını çiğnemekten daha masumdur.

Sonuç olarak;

Memurların, günümüzde maaşlarına ilaveten verilen promosyonları almaları ve kullanmaları caizdir. Maaş alınan bankanın katılım bankası veya diğer bankalardan biri olması arasında fark yoktur. Buna bağlı olarak, alınan promosyonlar, ev masraflarını karşılamak, borçları, vergileri ve para cezaları gibi her türlü ödemeyi yapmak için kullanılabilir veya yoksullara, afetzedelere, mültecilere ya da yardım kuruluşlarına verilebilir.

Allahü a'lâ ve a'lem.

18.12.2024

Dr. Bilal ESEN

İslam Hukuku




İlgili yazılar:

Kripto paraların dinî hükmü meselesi ya da "Ama hocam, biz ileride nikah kıyacağız" (!)

Bugün, iktisatçı kesimden kripto paraların dinen caiz olması gerektiği konusunda fetva makamlarına akıl vermeye kalkışan ve kendisinin bu alanda ne kadar önemli bir uzman olduğunu adeta egosuna tavan yaptırarak ve sevimsiz bir üslupla vurgulayan birinin paylaşımlarını gördüm. Bu kişi, devletin şimdilerde kripto borsalarını düzenlemeye yönelik çalıştığını, fetva makamlarının da ileride zaten kripto paralara cevaz vereceğini söyleyerek, şimdiden neden cevaz vermiyorsunuz, diye bu makamları eleştiriyor. Bu konuda çok şey söylenebilir ama kısaca şunu diyebilirim.

Fetvada zikredilen riskler ve olumsuzluklar ortadan kalkarsa elbette fetva değişebilir. Ama bunların henüz kalkmadığı durumda, mevcut fetva devam eder. Şimdiki fetva, kripto paraların ve ülkemizde bunlarla ilgili piyasanın mevcut durumuyla ilgilidir. Bir teşbihle açıklamak gerekirse, bekar bir erkekle bir kadın, aralarında cereyan eden "birtakım işler" hakkında fetva vermesi için bir hocaya gelirlerse hoca onların mevcut durumlarına göre bir şeyler söyler, şu anda nikah var mı, yok mu, ona bakar. "Ama hocam biz ileride nikah kıyacağız" demeleri şimdiki yanlış işlerini meşrulaştırmaz.
Kripto para piyasaları henüz şeffaf bir şekilde kitlelerce anlaşılabilen ve güven duyulan bir saha değil. O iktisat uzmanımız bile bu konuyu herkesin anlamadığını, sadece kendisi gibi birkaç kişinin anladığını söylüyorsa, böyle gizemli sistemler genellikle "uyanık"ların "saf"ları sömürdüğü sahalar olur. Birkaç uzman ve birkaç uyanık bu işi biliyor diye, geniş halk kitlelerini bu tür alanlara yem edebilir miyiz? Geçmişte buna benzer nice tecrübeler yaşandı. Niceleri tuzaklara düştü. İslam'ın mali konulardaki en temel ilkelerinden biri aldatma ve aldanmanın önüne geçmektir
Bu gibi düşüncelerle Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 2017 yılında şu sonuca vardığını görüyoruz.
"Buna göre kendi özünde ciddi belirsizlikler taşıyan, aldanma ve aldatma riski ileri düzeyde olan, dolayısıyla herhangi bir güvencesi bulunmayan ve kamuoyunda saadet zinciri olarak bilinen uygulamalar gibi belirli kesimlerin haksız ve sebepsiz zenginleşmesine yol açan kripto­ paraların kullanımı caiz değildir." (Bk. https://fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/1375/kripto-paralarin-kullaniminin-dini-hukmu-nedir )





CENNET - CEHENNEM ve ŞEHİTLER

Suriye'den yerin kat kat altındaki zindanlardan gelen zulüm, işkence, preslenme, tecavüz, açlıktan ve hastalıktan ölme vb. haberler insan aklının alamayacağı türden. Mazlumlar ise her yerden. İçlerinde Arap da var Türk ve Kürt de var. Bu insanlara dünyadayken cehennemi yaşatan zalimler, cehennemin hangi tabakasına gitsinler ki, adalet yerini bulsun!

Şimdi oradan kendimize doğru bir bakınca, zindanlarda seneler boyunca bu şekilde çürüyenlerin yaşadığı şey hayatsa, bizim yaşadığımız şey nedir, diye düşünmeden edemiyorum. Biz, belki de kıymetini bilemediğimiz bir cennette yaşıyoruz.

İşin şu tarafı da var. Bu tür mazlumları kurtaran, onları tekrar hayata döndürmek için canla başla çalışanların değerinin büyüklüğü ölçülebilir mi! İşte bir de bu uğurda can veren şehitler var. Asıl cennet onların.

Şehitler, milletini esaretten kurtaran kahramanlar,

Şehitler, kötülüğü ve zulmü durdurmak için canlarını feda eden yiğitler,

Şehitler, bir milletin, izzet ve şerefini ayakta tutan neferler,

Şehitler, Cennet ehlinin efendileri.

Bu vesileyle, tarih boyunca ülkemiz, milletimiz, millî ve manevî değerlerimiz uğruna mücadele ederken can veren bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorum.



DİN DİLİ ve HUTBE DİLİ Mİ YORGUN, YOKSA DİN ADINA YOLA ÇIKIP YOLDA TÖKEZLEYENLER Mİ?

Hutbeler özelinde bugünkü din dilinin yorgunluğundan şikayet eden bir yazıda şu ifadeler var:

"Osmanlı’da hutbeler dönemin ortak dili olan Arapça ile okunurken, 1800’lerden itibaren dil tartışması başlamış, örneğin Ali Süavi, Muallim Naci, Sırat-ı Müstakim Dergisi, hutbelerin Türkçe okunması üzerine makaleler yazmışlar. Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte hutbeler üzerinde epeyce işlem gerçekleştirilmiş: Kimi zaman tamamı, kimi zaman bir kısmı Türkçeleştirilmiş. Daha ilk yıllardan itibaren “hutbe kitapları” hazırlanmış, hocalara dağıtılmış, kitaplardaki konuların dışına çıkılmaması emri verilmiş. Hutbelerin “suya-sabuna dokunmayan”, itaat ve sadakati telkin eden, milli meselelerde duyarlılık çağrısı yapan, dönüştürücü, boyun eğdirici, eleştiriden uzak bir mahiyette yazılmasına dikkat edilmiş. Hutbelerin cemaati “uyutabilmesi” için her yola başvurulmuş." (Bk. www.yenisafak.com

Şöyle bir bakınca, bir taraftan Osmanlı dönemindeki Arapça hutbelere duyulan özlemi dışa vururken diğer taraftan bugünkü hutbelerin uyuttuğundan sızlanmak çok garip durmuyor mu?

Bir de Arapçayı, Osmanlı döneminin ortak dili olarak tanıtmak nasıl bir anlatım! O dönemde devletin resmi dili bile Arapça değil. Yazışmalar Türkçe yapılıyor. Sadece alfabe Arap harflerinden.

Halka gelince Anadoludaki Türk halkının büyük çoğunluğu, Osmanlı zamanında da Arapça bilmiyordu, şimdi de bilmiyor. Osmanlı zamanında Anadoludaki camilerde okunan Arapça hutbelerin, genellikle adetâ bir ilahi gibi makamlı şekilde, deyim yerindeyse, bir ninni formatında okunduğunu, halkın bu hutbelerden hiçbir nasihat öğrenemediğini bilmemek ya da bilip de görmezden gelmek olur mu?

İnsanlar, anadillerindeki bir metni dinlerken mi daha çok uyur, yoksa bilmedikleri ve cümlelerini hiç anlamadıkları bir dildeki metni müzik formatında dinlerken mi?

Eğer hutbenin maksatlarından biri, dinî nasihatler vermekse, bu elbette anadilde olur. Esasında hutbenin, bir ibadet boyutu da var ki, bundan dolayı bir bölümünde Arapça ayet, hadis ve dualar okunuyor.

Kısacası, hutbelerin daha etkili olmasını arzu etmek mümkün. Fakat bunu yaparken, halkın anlamadığı bir dilde okunan geçmişteki hutbeleri adeta özlemle anmak büyük bir çelişki.

Hutbelerin daha etkili olması yönünde bir proje hedefleniyorsa önce buradaki nasihatlerin anadilde yapılabilmesinin yolunu açanlara bir minnet ifade ederek işe başlansaydı belki daha tutarlı olurdu.

Asıl sorunumuz ise hutbenin dilinden çok daha başka yerlerde. İnandıklarıyla yaşadıkları birbirini tutmayanlar ve sözde başka icraatta başka olanlar için hutbe dilinden daha büyük sorunlar var.

"Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz

Şahsın görünür rütbe-yi aklı eserinde"

Devlet malı, vakıf malı... Ateş yakar bunları hoyratça harcayanı

Ülkemizde, tasarrufa en çok ihtiyaç duyulan bir dönemdeyiz. Bu zamanda, milletin bir kısmı en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumdayken, hâlâ konteynerlerde yaşayan depremzedeler varken, devlet malının çarçur edilmesi, lüks ve şatafata para harcanması büyük bir vebaldir.

Nerde olursa olsun, ister en küçük bir birimde isterse daha üst birimlerde, devlet malını israf etmek sadece mali bir sorun değil hem bir ahlak sorunu hem de ülkemiz için bir beka sorunudur. Tüyü bitmedik binlerce yetimin hakkını gasp etmek ve milletin geleceğini çalmaktır.

Alkol kadar, insanı rezil duruma düşüren başka bir şey var mı?

Peygamberimizin (s.a.s) dediği gibi, içki bütün kötülüklerin anası. İçki hem kişinin içini hem de dışını pisletiyor. Zil zurna sarhoş olanlar, çevrelerine kusuyor, evlerinin ortasına kusuyor.

Ayette belirtildiği üzere, içki şeytan işi bir pislik, içki bir necaset. Bu yüzden, elbisesinde ve vücudunda içki lekeleri bulunanın namazı bile kabul olmuyor.
Hem bir insan, ağzını içkiyle dolduruyorsa, nasıl utanmadan o ağızla Allah'a (cc) dua edebilecek?
Bu illete tutulanlara Allah, kurtulmak nasip etsin. Çoluk çocuğunun rızkını içkiye harcayanlara, sarhoş haliyle ailesine zulmedenlere Allah akıl fikir versin.



KATILIM BANKACILIĞI BİR TÜRLÜ İNANDIRICI OLAMIYOR

Birisi "faiz ile kar payı arasında fark vardır" derse doğru söylemiş olur. Ancak "diğer bankaların faiziyle katılım bankalarının kâr payı arasında fark vardır, bunlar aynı değildir" derse bence pek doğru söylemiş olmaz. O iş o kadar net değil.

Kâr, gerçek bir alışverişte, ortaklıkta... olur. Banka/finans sektörünün ana faaliyetiyse paradan para kazanmaktır; ne gerçek bir alışveriş ne de bir ortaklık vardır. Bu işleri reel sektör, mesela gayrimenkul alanında emlak ve inşaat şirketleri, otomotiv sektöründe bayiler, galeriler yapar.

Murâbaha ve müdârebe gibi kavramlar, bankalar hakkında sahte duruyor. Üstelik katılım bankalarının, kendilerini reel sektöre yaklaştıracak olan katılım finans kanunu taslağı gibi teşebbüslere karşı son zamanlarda direniş göstermeleri, hep “banka” olarak kalmak istediklerini, inandırıcı olmayan yapmacık işlemlere devam etmek istediklerini gösteriyor.

Cahiliyye ribası olan gecikme faizine bile kılıf bulan, yatırım vekâleti adı altında kâr garantisi verip mevduat faizini meşrulaştıran bir sektörün değiştiremeyeceği başka bir haram kalır mı? Bu yöntemlerle devam edildiği sürece İslam'a uygun banka, tam bir hayal. Belki de bugünkü banka kavramı İslam'a tamamen yabancı. Bu hususun da en temelden tartışılması lazım.

Dinî ilkeleri ve gerçekleri eğip bükerek, dinle alay ediyormuş durumuna düşmek, belki de faize bulaşmaktan daha kötü. İlke olarak günah kabul etmekle beraber şartlar gereği mecburiyetten faizli işlere bulaştığını söylemek, ondan daha masum ve dürüst gözüküyor. Hiç olmazsa dini istismar etmek yok.

Hani bir kimse şarap içse günahkâr olur. Ama şarap içmeye besmeleyle başlasa alay etmiş olur, dinden çıkar. Maalesef, katılım sektörüdeki faizli işlemlere bulunan sözde dinî gerekçelerin birçoğu, şarap içerken besmele çekmek kadar iğreti ve sahte duruyor. Neticede bu bankalar inandırıcı olamıyor. Toplumdaki genel algı da bu yönde. Bu noktayı son yıllarda bazı siyasiler de yüksek sesle vurguluyor.

Kendimizi aldatmayalım. El âlemi de güldürmeyelim. Mecburen bankalarla çalışıyorsak da mazeretlerimizi ve sınırlarımızı iyi belirleyelim. Allah'tan (cc) af umalım.


İlgili yazılar:



YURDUN DÖRT BİR YANINA YAYILMIŞ TAZE PINARLAR

"Bütün ülkeyi sulamak için birkaç dere yeterli gelmez. En ücra yerler bile göl, pınar, veya dere gibi su kaynağına muhtaçtır. Milletin manevi susuzluğu da buna benzer, her yerde milletin kana kana içebileceği taze pınarlar bulunmalıdır." (G. Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde)
O taze PINARLAR, kimler olacaktır?
Derdi millet, davası Hak olanlara
Yurdun dört bir yanına koşanlara
Sesi kısıldığında bile yılmayanlara
Selam olsun.

Bir de Arif Nihat Asya'nın duasını hatırlayalım:

DUA/ Arif Nihat Asya
Biz, kısık sesleriz... minareleri,
Sen, ezansız bırakma, Allah'ım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını;
Ya kovansız bırakma, Allah'ım!
Mahyasızdır minareler... göğü de
Kehkeşansız bırakma, Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma, Allah'ım!
Bize güç ver... cihad meydanını
Pehlivansız bırakma, Allah'ım!
Kahraman bekleyen yığınlarını
Kahramansız bırakma, Allah'ım!
Bilelim hasma, karşı koymasını:
Bizi cansız bırakma, Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma, Allah'ım!
Yarının yollarında yılları da
Ramazansız bırakma, Allah'ım!
Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,
Ya çobansız bırakma, Allah'ım!
Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma, Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma, Allah'ım!





MÜSLÜMANLARDAKİ YOZLAŞMANIN NEDENLERİ

Zamanımızdaki birçok Müslümanın, özellikle de dinî söylemlerle öne çıkanların, inandıklarıyla yaptıklarının ve laflarıyla icraatlarının birbirini tutmaması tehlikeli bir hal aldı. Bu durum, din ve dindarlar aleyhine yürütülen kampanyaların gitgide güç kazanmasına, din aleyhtarları tarafından yapılan yalan ve iftira dolu yayınların bile doğru zannedilmesine neden oluyor. Denilebilir ki, çelişkili müslüman tipi, adeta bu çağın sorunlarından biri haline geldi.

Özellikle Ortadoğu’daki son zulümler, ülkemizdeki bazı ikiyüzlülükleri ortaya çıkardı. Sözde, zulme karşı çıkan ve boykot çağrısı yapanlardan bazılarının, hakikatte boykot etmedikleri, zulmü destekleyenlerle ticari ilişkilere devam ettikleri, görüldü. Tabi bunlar bir anda olmadı. Öteden beri, Müslümanlığı sırf bir tarafgirlikten ve sen-ben kavgasından ibaret sanan samimiyetsiz kişiler bu kesimi yönlendirdi. Boykot konusunda da böyle oldu. Kimileri zulmü destekleyen firmaların ürünlerini, telefonlarını, lüks otomobillerini... satın almaya devam ettiler.  Şu aşamada, boykot konusunda sessiz kalanlar, o tutarsız Müslümanlardan daha dürüst gözüküyorlar.

Elbette, küresel çaptaki kötülüğün mimarlarının Müslümanlardan daha ahlaklı olduğunu söylemek haksızlık olur. Fakat bazı Müslümanların hem İslam ve ahlak davasından söz etmeleri hem de buna aykırı davranmaları çok dikkat çekiyor. Ahlak davası olmayanların yanlışları bu kadar sırıtmıyor.

Kanaatimce çağımız Müslümanlarını yozlaşmaya götüren bazı sebepler şöyle sıralanabilir:

1. Uyarma ve Nasihat Kültürünün Zayıflaması
Son birkaç asırdır artan bireyci yaklaşımlar nedeniyle artık başkasından akıl almak zül addedilir oldu. Herkes en iyisini kendinin bildiğini ve yaptığını sanıyor, kendi kafasının hatasız çalıştığı zehabına kapılıyor. Bu hastalık Müslümanlara da sirayet etti. Nasihatin fayda etmediği görülünce, buna bağlı olarak, uyarma kültürü (emri bil maruf nehyi anil münker) de ortadan kalkmak üzere. Hâlbuki akıl akıldan üstündür, diye bir deyim var. Buna uyulmayınca toplumda otokontrol ortadan kalkıyor ve yanlışlar sürekli tekrar ediyor. Örneğin bağış toplayıp  hayri hizmetler yaptığını iddia eden kuruluşlara bir bakın, oralarda, yanlış yapıp yardım ve vakıf paralarını usulsüz harcayanlar mı daha çok tepki görüyor yoksa onları uyaranlar mı?

2. Bir Gruba Mensubiyetin Tek Başına Yeterli Olacağı Aldanışı
Genel olarak Müslüman toplumun bir ferdi olmak, daha özelde ise belli bir dinî gruba mensup olmak, kimilerini aldatıyor. Sırf oraya mensup olmakla kendilerinin daha ahlaklı sayılacağını ve kurtuluşa ereceklerini sanıyorlar. Hâlbuki esas olan iman ve ameldir. Müslümanlar arasında bulunmak, mutlaka erdemli olmak anlamına gelmiyor. Tavır ve davranışlarımıza İslam ahlakı yansımış mı, buna bakmak gerekiyor. Bir kişi amel bakımından geride kaldıysa, bir gruba mensubiyeti, nesebi ve soyu onu manen ilerletebilir mi?

3. Kendisinin Değil Başkalarının Günahlarıyla Meşgul Olma Tavrı
Bazı müslümanlar kendi hatalarını bırakmış sürekli başkalarının yanlışlarıyla meşgul oluyorlar. Sosyal medyanın yaygınlaşması, bunu daha da artırdı. Böyle bir tavır dindarlığa hiçbir artı katmıyor. Tam tersine içteki çürümeyi arttırıyor. Sanki Yüce Allah bu dini müslümanlar uygulasın diye değil de başkaları uygulasın diye göndermiş (!) Bu durum öyle trajik bir boyuta ulaşmış ki, mesela zamanımızda güya değerler eğitimi veren ve içki kumar gibi kötü alışkanlıklara karşı çıkan bazı vakıf ve dernekler, dinen kumar sayılan toto, loto gibi kumarları oynatan ve oynatmaya devam eden kuruluşlardan bağış kabul ediyorlar. Kumar çarkı döndükçe bunların vakıf ve dernekleri de gelir kazanıyor. İnanılır gibi değil. Kumara karşı çıkması gerekenler, kumar parasıyla finanse oluyorlar.

4. Sıkıntı ve Acıları Bahane Ederek Ahlaki Sınırların Çiğnenmesi
Zamanımızda Müslümanların bulunduğu coğrafyalarda büyük sıkıntıların olması ve acıların yaşanması karşısında bazı Müslümanlar ahlaki sınırları aşabilecekleri yanılgısına kapılıyorlar. Bu acıları bahane ederek kendilerine düşman addettikleri kesimlere hatta kendilerinden olan Müslümanlara karşı bile bütün ahlak sınırlarının ötesinde saldırılarda bulunuyorlar. Yalan, dolan, hile, iftira… sanki helal hale geliyor. Hâlbuki Yüce Allah, düşmanınız bile olsa, bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin, buyurmuştu.

5. Kendisinin ve Yakınlarının Çıkarı İçin Ahlaki Değerlerin Çiğnenmesi
Maalesef zamanımızdaki çoğu Müslüman, başkasına söylediği ahlaki değerleri kendisi ve yakınları hakkında unutuyor. Kul hakkını çiğnemek, torpil, rüşvet, devlet malına ve vakıf malına hıyanet gibi hususlar hep başkalarına mı haram? Kendi yakınları söz konusu olduğunda da bunları hatırlayabilen kaç Müslüman kaldı? Hâlbuki Yüce Allah, bize, kendimiz, akrabalarımız… aleyhine de olsa, adil ve dürüst olmamızı emretmemiş miydi?

Umarım Müslümanlar en yakın zamanda akıllarını başına toplarlar ve bu tutarsız tavırlarından vazgeçip Müslüman gibi Müslüman olurlar.

Günahını terk edip tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.



BÜTÜN KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR “sadece bir kere” İLE BAŞLIYOR

Son zamanlarda medyada gündeme gelen cinayetlerin neredeyse tamamı madde bağımlıları tarafından işlenmiş cinayetler. Kullandıkları maddeler onları insanlıktan çıkarmış. Bile bile bulaştıkları bu pis işlerin elbette bir başlangıcı var. Ne zaman ve nasıl başladılar? Kendilerini ve ailelerini nasıl kandırdılar?

Aslında her bağımlılığın başlangıcı, kişinin iradesini kontrol etmemesine dayanıyor. Bir defalık da olsa, gevşeklik yapıp nefsini şımartmasına ve kendisini nefsinin esiri haline getirmesine dayanıyor. Bağımlılık yaptığı bilinen şeyi bir kere kullanınca, peşinden aynı işi defalarca tekrar ediyor. Yani esasında insanın kaderi, işte o ilk teşebbüs öncesinde göstereceği tavra bağlı.

Hâlbuki kötü olduğu herkesçe bilinen bir işten, daha ilk başta uzaklaşmalı değil mi? Böyle kötü işlerin denemesi mi olur? Birinci adım geçildiğinde ikinci adım uçurum. Böyle bir şeye deneme bile denilemez, resmen intihar. Ve asıl intihar, surlardan atlamak değil o ilk teşebbüsün bizzat kendisi intihar. Bütün kötülük onunla başlıyor.

Zararları ve kötülükleri bütün insanlık tarafından bilinen bir maddeyi denemeye kalkmak hiç akıllıca mı? Tecrübeyle sabit bir şeyi denemeye kalkana, ne denir?

Bugün, bir üniversitenin bağımlılıklar hakkında bilgi veren web sayfasına rastladım. Ve orada dikkatimi en çok, madde bağımlılığına başlayanların kendilerini aldatmak için kullandığı sözler çekti. Bunları kısaca alıntılamak istiyorum. Geniş açıklamalarını okumak isteyenler aşağıdaki linkten okuyabilirler. 

Madde Bağımlılığında Doğru Bilinen Yanlışlar:

‘’Benim iradem güçlüdür, ben bağımlı olmam.’’

‘’Ben kendimi kontrol edebilirim.’’

‘’Madde kullanımı arkadaşlık ilişkilerini arttırır.’’

‘’Herkes kullanıyor, bir şey olmuyor.’’

‘’Bir kere kullanmaktan bir şey çıkmaz.’’

‘’Sadece zayıf insanlar bağımlı olur.’’

‘’Madde, sadece kullanan kişiye zarar verir.’’

‘’Ottur, zararı yoktur. Bağımlılık da yapmaz.’’

(https://www.lokmanhekim.edu.tr/ozgur-koy-tedavi-ve-rehabilitasyon-merkezi/madde-bagimliligi )

Yukarıdaki bu sözlerin hepsi boş. Hepsi kişinin kendini kandırmasından ibaret. Bu işin şakası yok. Dolayısıyla, sigara dâhil, bağımlılık yapan hiçbir maddeye başlamamak lazım. Başlayanların bir an önce dönmeleri ve tedavi olmaları lazım. Yarın, çok geç.

Buraya kadar yazdıklarımız, kişinin kendisiyle ilgili şeylerdi. Bu ve benzeri hususları önceden kavrayanlar, çocukluğundan itibaren iyi bir terbiye almış olanlar, arkadaşlarını ve dostlarını güzel insanlar arasından seçenler, inşallah, böyle kötülüklerden uzak durabilirler.

Bir kere başlayıp bağımlı hale gelenin durumu ise çok vahim. Mesele artık kendini aşıyor. Allah korusun, başına bu işler gelen ailelerin de işleri çok zor. Fakat yine de bir çare aramaları, pes etmemeleri ve zoru başarmaya çalışmaları gerekir. Bu konuda uzmanların tavsiyelerini öğrenmeleri ve birebir yardım almaları lazım. İş sadece basit bir yaramazlıktan ibaret değil. Hem ailenin hem de toplumun güvenliği tehlikede.

Bu konuda yapılabileceklerle ilgili Yeşilay’ın sayfasında da bazı bilgiler var: https://www.yesilay.org.tr/tr/bagimlilik/madde-bagimliligi





BİZDEN GERİYE KALACAK OLAN

 Dünyada... Ortadoğu'da... kısacası etrafımızda, her an çok şeyler oluyor. 

Hepsinin özeti olan ve hiç değişmeden devam eden bir şey var: Hak ile batılın mücadelesi.

Herkesin ömrü bir gün bitecek. Amel defterleri dürülecek. Ve artık şu dünya hayatı, hakkın yanında olanların kimler ve batılın yanında olanların kimler olduğu belli olsun diye yaşanıp bitmiş kısacık bir hatıra olarak kalacak.

Bu dünyanın sonundaki iyi bir hatıra, öbür dünyayı da aydınlatacak. Kötü bir hatıra, orada ebedi bir acıyı başlatacak.

Buradan imanla göçüp iyi bir hatırayla ayrılanlar, inşaallah, öbür dünya denilen o asıl ve gerçek hayatta ebedi mutluluğa kavuşacak, batılın taraftarlarına ise yazık olacak.

Yüce Allah'tan dileğimiz, bize bu hakikati hiç unutturmasın. Günlerimiz, gecelerimiz boş geçmesin. Her günümüz ve her saatimiz, yarına götürebileceğimiz hayırlı amellerle dolsun. Ailelerimiz ve dostlarımız hep bu şuura sahip kimselerden olsun.

YARDIM PARALARI, HANGİ AMAÇLA TOPLANDIYSA ANCAK ORAYA...

Yardım toplama konusu, zamanımızda kimilerinin çok gevşek davrandığı ve dinî hassasiyetlerin göz ardı edilebildiği bir alan. Meseleyi zihnimize yakınlaştırmak için, zaman zaman karşılaştığımız bazı sorularla başlayalım.
1. Kur'an kursu yapılacak diye milletten toplanan paralarla inşa edilen bir bina, lojmana çevrilebilir mi?
2. Kur'an kursu yapılacak diye toplanan paralarla inşa edilen bir bina, bir kurumun idare merkezi ya da hizmet binasına dönüştürülebilir mi?
3. Cami hocasının oturacağı bir lojman olsun diye toplanan paralarla alınan bir eve başkası oturtulabilir mi ya da bunu hocaya kullandırmadan, camiye gelir getirsin diye başkasına kiraya vermek olur mu?
4. Cami için toplanan paralardan cami dernek başkanına maaş bağlanabilir mi?
5. Milletin bağışlarıyla inşa edilen bir vakıf binasının ya da Kur'an kursunun tapusu, bir şahıs üzerine kaydedilebilir mi?
6. Halka açık bir su kuyusu veya camiye şadırvan yapılması için toplanan paralar, Kur'an kursu inşaatına harcanabilir mi?
7. Afrika'daki muhtaçlar için toplanan yardımların bir kısmı, mesela vakıf merkezinin Beykoz'daki binasının inşaat veya tadilatına harcanabilir mi?
8. Gazze için toplanan yardımlar Suriye'ye gönderilebilir mi? 
9. ...
Şimdi bu sorular, cevabı çok zor sorular mı? Hayır! Cevapları çok kolay.
Esasında bunların cevabını herkes bilir. Çünkü vicdanlı ve dürüst olan her insan, sözünün eri olması gerektiğini bilir. Parayı toplarken başka konuşup icraata gelince başka davranmaz.
Toplanan yardımlar vakıf hükmündedir. Hangi şartla ve hangi hayır için toplanmışsa ancak onun için harcanabilir. Bunun dışında başka bir yere harcanamaz. Aksi halde geri dönüp, bağışçıların tamamından yeni izin alınması ya da paraların iade edilmesi gerekir. Kısacası yardım toplayanlar sadece birer aracıdırlar. O yardımları istedikleri yerde kullanamazlar. 
Bu nedenle yardım toplayan kişi ve kuruluşların dürüst ve net olmaları, şeffaf olmaları ve insanlara yanlış bilgi vererek bağış toplamaktan kaçınmaları çok önemlidir. Kandırarak toplanan her bir kuruşun vebali vardır. Maâzallâh!