Bülbül birinci geldi, tıktılar onu kafese
Karga sonuncuydu, uçtu sonsuz özgürlüğe
O günden beridir pek garip bir âdet türedi
Dinler bülbülün konserini yalnız birkaç kişi
Lâkin âlemi esir alır karga korosunun sesi
(21 Nisan 2022)
1. Ülkemizdeki zekât potansiyeline dikkat çeken bazıları, şu kadar milyar dolar büyüklükten bahsediyor ve bunun yönetilmesi için devlete ait bir zekât kurumu kurulmasını arzu ediyorlarmış. Bu kurum zekâtı toplasın, bununla yatırımlar yapsın ve ülke ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunsun, diyorlarmış.
Baştan belirteyim ki bu fikri sağlıklı bulmuyorum. Bu yolla fakirin hakkına tahakküm etmenin çaresi aranıyormuş gibi geliyor bana. Zekâtları fakirlerin inisiyatifine bırakmama gayreti bu. Hâlbuki zekât malının nerde ve nasıl kullanılacağı, sadece onu alan fakirin karar vereceği bir şey. Başkaları niye bu konuya iştah kabartıyor? Zekât malında fakirin sözü geçmeyecekse, verilen şey zekât olur mu?
Zekât verenler veya onların vekilleri, mal üzerindeki mülkiyet ve menfaat ilişkilerini bütünüyle kesmiyorlarsa hâlâ bunda tasarruf ediyorlarsa, verdikleri şey zekât olmaz. Zekât malı bir an önce yerine ulaştırılmalı, üzerinde bir müddet daha tahakküm etmek için dolambaçlı yollara girilmemeli.
Hem ülke ekonomisini kalkındırmak, zekâtın görevi değil
ki. O başka bir iş. Zekât, zenginle fakir arasında köprü kurar. Ve zekât sadece
gerçek kişilere verilir. İnsanla insan arasında bir ilişkidir zekât. Bu, laik
devlette böyle olduğu gibi tarihteki İslam devletlerinde de genel olarak böyle
olmuştur. Aşağıda değineceğiz buna. Şu da var: Laik bir devlette kurulacak böyle
bir zekât kurumunun zekât malında tahakküm etmesine din izin veriyor mu? Ya da şöyle
soralım: Dinin haberi var mı bu işten?
2. Zekâta abartılı anlamlar
yüklememek lazım. Ne yazık ki, bazıları, bütün zenginler zekât verse toplumda
fakir kalmaz, diyorlar. Diyorlar ama bu cümle bana biraz abartılı gibi geliyor.
Çünkü zekât, genel olarak, kırkta bir veriliyor. Yani %2.5. Bununla bir
ülkedeki fakirlik ve muhtaçlık sorunu biter mi, emin değilim.
Fakirliğin bitmesi için daha
fazlasına ihtiyaç var. Zekât sadece bir başlangıç, ilk basamak. Yapılacak hayır
hasenatın asgari sınırıdır bu. Müslümanın, bu basamaktan yukarı doğru çıkması
lazım. Daha başka infaklarla, hayır ve hasenatla hem fakirleri gözetmeli hem de
başka hayır işlerine destek olmalı.
3. Bazı fakirleri daimi olarak gözetmek
için ve ayrıca diğer hayır işlerini yürütmek için sürekliliği olan yardım
müesseselerine ihtiyaç duyulduğu doğrudur. Zira toplumda sürekli yardıma muhtaç
kimseler; müzmin hastalar, yaşlılar, engelliler, mülteciler ve muhacirler gibi
kesimler hep var olacaktır. Fakirler dışındaki birçok hayır işi de sürekli
finanse edilmeyi beklemektedir. Duyulan ihtiyaç bellidir ama bu müessese, zekâtla
değil başka bağışlarla kurulmalıdır.
Zekât, bir çırpıda verilen, belli
yerlerde bekletilmemesi ve hemen yerine ulaştırılması gereken ve aynı zenginin tekrar
zekât verip vermeyeceği garanti edilemeyen, yani bir nevi kesintili bir yardım
çeşidi. Buna bel bağlanarak uzun vadeli bir işe girişilemez. Yani, yardım
kurumunun sürekliliği zekâtla sağlanamaz.
Ayrıca devlete ait bir zekât
kurumu kurmak ve işletmek o kadar kolay bir iş değil. Tarihe baktığımız zaman
Hz. Osman (r.a.) zamanından beri, şöyle dört başı mamur bir zekât kurumu
neredeyse hiç olmamış. Yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlı devleti bile zekât
toplayıp dağıtacak bir müessese kurmamış, kuramamış. Neden? Çünkü zekât çok
hassas bir ibadet. Toplamasında ayrı bir hassasiyet dağıtmasında ayrı bir
hassasiyet... her adımında ayrı bir hassasiyet gerekiyor. Hele bir de günümüzdeki kurumsallığın getirdiği resmiyet oluşursa, o soğuk yüz, zekât gibi bir ibadete
pek yakışacak gibi gözükmüyor.
4. Zekât kurumunun bir riski de
şudur: Günümüzde ve ülkemiz koşullarında yardım toplayanların kurumsal hataları
hakkında bir şayia çıktığında, insanların yardım yapma duyguları da baltalanıyor,
onarmak çok zor oluyor. İşin bir tarafında, insan denen varlıkla para
arasındaki o malum "duygusal" ilişkinin bulunduğunu hiç unutmamak
lazım. Bu duygusallık şimdiye kadar nice vakıfları ve dernekleri batırdı. Nice
samimi gayretleri mahcubiyetle sonlandırdı. Şayet adı zekâtla özdeşleşen bir
kurum ortaya çıkar ve sonra da o kurumdan değişik kokular gelmeye başlarsa çok yazık
olur. Bunun toplumdaki dinî duygular üzerinde meydana getireceği tahribat,
bugün zekât vermeyen zenginlerin bireysel hatalarından kaynaklanan tahribattan
çok daha ağır ve uzun süreli olur. Çok riskli bir iş.
Belki de bu hassasiyetlerden dolayı Hz. Osman (r.a.) bile altınların, gümüşlerin, paraların ve ticaret mallarının (emvâl-i bâtıne) zekâtını vermeyi kişilerin kendi inisiyatifine bıraktı. Bunların zekâtını siz kendiniz verin, benim zekât memurlarım sadece öşürü ve sâime hayvanların zekâtını sizden toplayacak dedi. Sonraki süreçte Irak, İran, Orta Asya ve Anadolu gibi yerlerde bütün topraklar devlete ait sayılınca, başka bir ifadeyle, öşür arazisi sayılmayınca, öşür toplama durumu da ortadan kalktı. Böylece zekât neredeyse bütünüyle bireysel bir ibadet haline geldi.
Tarihte zekat toplayan kimi yerel yönetimlerin keyfi uygulamaları ve zekat ahkamına pek riayet etmemeleri, devlete verilmesi durumunda, zekatın geçerli olup olmadığı hususunun uzun fıkhi tartışmalara konu olmasına neden oldu. Bu gibi nedenlerle devletler, zekat gibi hassas bir meseleyi pek üstlenmek istemediler. Vergilerini tıkır tıkır topladılar ama genellikle zekâta karışan olmadı. (Selahaddîn-i Eyyûbî gibi yöneticilerin sınırlı süredeki lokal uygulamaları hariç.)
5. Bu topraklarda bin yıldan beri, zekât kurumu bulunmadığına göre, kurumsal zekât uygulaması bakımından yararlanacağımız bir örnek yoktur. Gerçi zamanımızda başka ülkelerde zekâtın devlet eliyle toplanmasına ilişkin örnekler vardır. Fakat bunların ne kadar sağlıklı işlediği bir tarafa, farklı dinî anlayışların, sosyal olguların ve farklı siyasi yapıların hakim olduğu bu coğrafyalardan ülkemize “ithal” edilecek bir zekât kurumunun, bizim dinî anlayışımızla ve sosyal dokumuzla ne kadar uyuşacağı da büyük bir sorundur.
6. Süreklilik arz eden bir yardım
kurumunun kurulması arzu ediliyorsa ve bununla hem muhtaçların ihtiyaçları
giderilsin hem de başka hayır işleri daimi olarak finanse edilsin isteniyorsa,
bunun örneği geleneğimizde var: “Vakıf müessesesi".
Vakıf müessesini işleterek hem
fakirlere yardım edebilirsiniz hem borç isteyene borç verebilirsiniz hem de
cami, Kur'an kursu, okul, köprü… yapabilir ve yaşatabilirsiniz. Ama bunların
çoğunu zekâtla yapamazsınız. Zaten Müslümanların yapacağı hayırlar sadece zekâttan
ibaret değil ki. Niye her konuda sadece zekât akla geliyor?
İsteyenler Osmanlı’da güzel
örneklerini gördüğümüz bu vakıf medeniyetini devam ettirebilir ve geliştirebilirler.
Ama zekât bireysel kalmaya devam etmelidir. İsteyen kişiler, kendileri veya
vekilleri aracığıyla zekâtı fakirlere ulaştırırlar. Bazı dernekler ve
kuruluşlar da vekâlet yoluyla kişilerin zekâtını fakirlere ulaştırabilirler.
Ancak onların yetkisi de vekâletle sınırlıdır. Bu tür bir aracılık yapmaları, zekât
kurumu oldukları anlamına gelmez. Zekâtı bekletemezler, zekât malını yatırımda
değerlendiremezler, zekâtla bina ve fabrika gibi şeyler inşa edemezler, zekât
malından kesinti yapamazlar ve masraflarını zekâttan karşılayamazlar.
Velhasıl, zamanımızda zekât toplama ve
dağıtma işine kurumlar ve devletler pek karışmamalı. İbadet, kul ile Allah
(c.c) arasında. Hele hele laik bir devlette, bu iş kişilerin vicdani bir
meselesi olarak kalmalı. Yoksa kaş yaparken göz çıkartma durumu ortaya
çıkabilir. Zekâtı bulandırmamak lazım.
Allahü a'lâ ve a'lem.
Benzer Yazılar:
- Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)
- Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu
- ZEKAT KONUSUNDA "ÂMİLİN" SINIFI KİMLERDİR?
- YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?
Bir postacı ve kargocu, başka bir adrese teslim etmek üzere vatandaştan aldığı bir gönderiyi açıp içindekini satabilir mi, paraya çevirebilir mi? Bununla biraz yatırım yapayım, bankaya yatırayım da değerlensin, sonra adrese teslim ederim, diyebilir mi? Böyle yaptığında ne kadar saçma olur, değil mi? Yetkisini aşmış ve güveni kötüye kullanmış olur.
İşte ülkemizde, muhtaçlara ulaştırmak üzere zekat toplayan yardım kuruluşları da, dinen, bir postacı ve kargocu gibidirler. Onlar, topladıkları zekatların maliki ve sahibi değildirler. Sadece o paraları yerine ulaştırma hizmeti verirler. Vatandaş onlara zekat bağışlamıyor, zekatı onlara temlik etmiyor. Zekatımı fakirlere ulaştır, diye onları aracı kılıyor. Para vatandaşındır, vakfın ve derneğin değil. Para ne zaman fakirin eline ulaşırsa, ne zaman fakire temlik edilirse o zaman zekat ödenmiş olur. Ve fakirin eline ne kadar para geçtiyse zekat odur. Fakire ulaşıncaya kadar geçen süreçte zekattan eksilme olmuşsa, zekat tam ödenmiş olmaz. Bu durumda, böyle bir kuruluş aracılığıyla zekatını veren kişi, zekat borcundan kurtulamaz. Dolayısıyla yardım kuruluşları, zekat parasını yatırımda değerlendiremez, bununla ticaret yapamaz, bina-fabrika kuramazlar.
Zekat paraları, bunları toplayan vakıf ve derneklerin bir gelir kalemi değildir. Sadece adresine ulaştırılacak birer emanettir.
Bu kuruluşlar, para yatıran vatandaşın vekili durumundadırlar. Para sahipleri, bu kuruluşlara hangi konuda ve ne kadar izin verdiyse ancak o kadar hareket edebilirler. Bunun dışında atacakları her adım için, para sahiplerinin izinlerini almaları gerekir. Hatta zekatları, söz verdikleri şekilde yerine ulaştıramazlarsa veya kendi hataları nedeniyle batırırlarsa, topladıkları paraları iade veya tazmin etmeleri gerekir.
Velhasıl, zekat sorumluluğu, elde kor ateş tutmak gibidir. Gereğinden fazla elde bekletmeye gelmez. Onu hemen elden çıkarmak ve fakirlere ulaştırmak gerekir.
Allahu a'lâ ve a'lem.
İLGİLİ YAZILAR:
- ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?
- ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?
- ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?
Şu sorulara bir bakalım:
İlk bakışta bu sorular normal ve sıradan gibi duruyor.
Fakat iyi bakılırsa görülecektir ki, bu sorularda her şey var ama fakir yok, muhtaç yok. Kısacası "insan" yok.
Bütün bu soruların arkasında, maalesef, görünmeyen bir fikir var ki o da şu: Zekatı insana vermeyelim. Acaba biz nasıl ederiz de zekatı başka yerlere, adımızı yazdırabileceğimiz ve biraz reklam yapabileceğimiz yerlere verebiliriz, inşaata ve betona nasıl gömebiliriz, ya da bu zekatı kendi grubumuzun ve cemaatimizin çıkarları için nasıl kullanabiliriz (!)
Maalesef, bu heves, zekatın anlamını doğru kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Zekatın fakirin hakkı olduğu gerçeği bir türlü kabullenilmiyor. "Onların mallarında isteyen veya isteyemeyen fakir için belli bir hak vardır" ayeti ve benzeri ayetler hatırlanmıyor.
İşte ulemamız, bu tip bahanelerle zekat kavramının içi boşaltılmasın diye, zekat malının temlik edilmiş olmasını yani fakir olan gerçek kişilerin mülkiyetine geçirilmesini şart görmüşlerdir. Temlikin olduğu yerde insan vardır. İnsanın olmadığı yerde ise betona ve toprağa para gömmekle temlik gerçekleşmiş olmaz. Kamuya açık alana yapılan su kuyusu hiç bir fakirin mülkiyetine geçmiyor. Cami ve okul, hiçbir fakirin malı haline gelmiyor. Böyle işlerde zekat malı, fakire temlik edilmiş olmuyor.
Para belli bir fakire teslim edilmedikçe, Kur'an kursunun binasına harcamakla veya kursta yemek çıkarmakla da temlik olmaz. O kurslarda fakirler haricinde kimlere ve hangi zenginlere ne gibi yemekler yedirildiği konusunu şimdilik bir tarafa bırakalım, velev ki kursta yemek yiyenlerin hepsi fakir olsun, bir fakirin önüne yemek tabağı koymakla da temlik gerçekleşmiş olmaz. Bu hareket, ister ye ister yeme, demektir. Tabak benim, yemezsen geri alırım, çöpe dökebilirim, demektir. Nitekim bu tür kurs ve yurtlarda genellikle öğrencinin, yemekhane dışına yemek çıkarması bile yasaktır. Burada temlik yok, ibâha vardır. Temlikte ise, malı tamamen fakire teslim edersin, sonra da artık ona hiç karışmazsın. Fakir onu nasıl kullanırsa kullanır. Teslim ettiğin andan itibaren o malda senin yetkin biter.
Ayrıca hem öğrencilerden, en azından kısmi olarak kurs aidatı almak ve o aidat karşılığında öğrenciye yemek çıkarmak zorunda olmak hem de o yemeği zekata saymak da olacak iş değil. Karşılığında bir şey almışsan, verdiğin şeyi zekata sayamazsın.
Bu nedenle işçi çalıştıran bir patron, verdiği maaşı zekata sayamaz. Çünkü o maaş karşılığında işçinin emeğini satın almıştır. Zekat, karşılıksız verilir. Karşılığında bir para veya bir hizmet alıyorsan, verdiğin şey, zekat değildir. O malın veya hizmetin bedelidir.
Kurslarda veya adında İslam kelimesi bulunan bir eğitim kurumunda, ders veren hocaların ders ücretleri zekat parasından ödenemez. Çünkü o hocalarla yapılan sözleşme gereği zaten maaş verilmesi gerekir. Çalıştırma karşılığında verilen para zekat değil maaş olur. Zekat karşılığında kimse çalıştırılamaz.
Peki efendim, eski alimlerden hiç yok mu, yukarıdaki yerlere fi sebilillâh kapsamında zekat verilebilir, diyen? Olabilir. Ancak bu tür görüşler gelenekte hakim olmamış, yaygınlaşmamış, bunların istismara açık olduğu daha o günlerde anlaşılmıştır. Fakat ne zaman ki geleneğimizin yüzyıllar içinde kazandığı birikim ve tecrübe hor görülmüş ve terkedilmiştir, işte o boşluktan din istismarcısı örgütler yararlanmıştır. Bunlar, aman zekat malı fakire gitmesin de bize gelsin, diye bütün köşe başlarını tutmuşlar ve zekat malıyla kendi gruplarını güçlendirip zekat mallarını müslümanlar aleyhine hain projelerde kullanmışlardır.
Bırakalım zekatlar fakirlere gitsin, muhtaçlara gitsin.
Köşe başlarını tutanlara ve fakirlere giden yolları kesenlere prim vermeyelim.
Zekat, fakir ile zengini buluşturur. Gönül köprüleri kurar. Gönlün halini yine bir gönül anlar. İnşaatlar ve betonlar insanların halini anlayamaz.
Bir de şu var, müslümanın yapması gereken hayırlar sadece zekattan mı ibarettir ki, her şeyi zekata saymaya çalışıyoruz. Neden ecdadı örnek alıp da zekat dışında da hayırlar yapmaya, yeni bir vakıf medeniyeti kurmaya çalışmıyoruz? Ecdad bir çok hayrı vakıf müessesleriyle gerçekleştirdi. Vakıf malları içinde ise zekat malı yoktur.
Zekat, müslümanın vermesi gereken en asgari sadaka miktarıdır. Zekat vermeye alışan müslüman olgunlaşır, cömertliği artar ve daha sonra gönüllü olarak zekat dışında da daha nice hayırlar yapar. İşte biz o ilave hayırları yapmaya da talip olalım.
Şayet, birinin evine girip oradan başkasına ait mal çalan bir “hırsız” varsa, evet, onun yaptığı bu iş hakkında “nas” vardır. Böyle bir eylemi gerçekleştiren kişiye, dinen hırsız muamelesi yapılabilir; hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin böyle bir kişiyi kapsadığında şüphe yoktur.
Fakat her çalma böyle midir? Evden değil de, örneğin mezar karıştırıp kabristandan kefen çalan kişi de hırsız mıdır? Yoksa ona kefen soyucu ya da kefen soyguncusu mu diyorlar? İşte bu noktada bazı şüpheler ortaya çıkıyor. Çünkü bu kişi, toprakta çürümeye bırakılmış bir şeyi çalmış. Artık kimsenin mülkünde olmayan bir şeyi almış. Malın sahibi ölü. Bu tür düşüncelerden ötürü âlimler, hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin kefen soyucuyu kapsayıp kapsamadığında tereddüt etmişler ve birbirinden farklı görüşler/yorumlar ileri sürmüşlerdir. Kimisine göre, bu kişiye, hırsıza verilen ceza, verilir; kimisine göre ise hırsızlık cezası değil başka bir ceza verilir. Âlimler bu konuda kendilerine ait görüşlere de ictihad demişler, re’y demişlerdir. Kendi görüşlerini Allah’ın (cc) kesin hükümleri gibi saymamışlardır. Kısacası, ictihad ve re’yi, nas yerine koymamışlardır.
Nas demek, açık ve kesin ifade demek. Başka bir manaya muhtemel olmayacak biçimde, belli bir olayı kapsayan ayet/hadis demek. Fakat her ayet ve hadis, her olayı açıkça kapsamaz. Dolayısıyla bir ayet, belli bir olay hakkında nas iken başka bir olay hakkında nas olmayabilir. Diğer bir olaya bu ayeti uygularken bazı tereddütler oluşuyor ve insanî yorumlar devreye giriyorsa, demek ki o ayet, o olay hakkında nas değildir. Hırsızın cezasından bahseden ayet, evden mal çalmak hakkında nas iken, mezardan kefen soymak hakkında nas değildir.
Bir de şu var: Hz. Ömer, fakirlik zamanında aç kaldıkları için hırsızlık yapanlara, hırsızlık cezası tatbik etmemiştir. Onların durumlarına, niyetlerine ve amaçlarına bakmıştır. Hani nas vardı, diye akla gelebilir. Demek ki, bir nassın var olması, her zaman ve her şartta bunun uygulanacağı anlamına da gelmez. Hz. Ömer, nassın ne zaman ve ne şartlarda uygulanacağına dair terbiyeyi bizzat Peygamberimizden (sas) aldı. Ayetlerden çıkarılan kuru manalar ile İslam dininin yüce gayelerini ve genel ilkelerini uyumlu şekilde bir araya getirmeyi bildi.
Peki bu konuları neden anlatıyoruz?
Son zamanlarda bazıları, para ve banka ile ilgili her işi faiz kapsamına sokmaya başladılar. Nasıl olsa faizle ilgili ayet var ya. Bütün olayları o ayetin kapsamına sokmaya çalışıyorlar. Keşke bu kadar iddialı olmasalardı. Keşke önceki âlimlerin terbiyesinden biraz terbiye almış olsalardı da kendi görüşlerini nas yerine koymasalardı. ‘Ayetin manasından biz böyle anlamlar çıkardık, ama biz kusurlu olabiliriz’, diyebilselerdi. Kusuru ve suçu Allah’ın (c) ayetine değil de kendilerine yükleyebilselerdi. Fakat maalesef, ayet ve hadisleri kendine göre yorumlayan, sonra da kendi yorumunu ayetin ve hadisin kendisi gibi gören çok bilmişler tarihten beri hep var oldu.
Her konuda “Allah’ın hükmü var!” diye bağırmak ve sürekli başkalarını haramzade olmakla itham etmek, ilim alameti değildir. İlmin asıl alameti, kendi görüşünü nas yerine koymamak ve haddini bilmektir!
Benzer yazılar:
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle, hangi mal ve hangi işlemin faizle ilişkisinin sorulduğunu netleştirmek gerekir. Şayet; altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmanın mübadelesinden söz ediyorsanız bu tür malların mübadelesinde söz konusu olan faiz hakkında "nas" vardır, diyebilirsiniz. Çünkü faizle ilgili hadiste bu 6 madde sayılıyor. Herhangi bir ayet ya da hadis, belli bir olayı doğrudan, açık ve kesin olarak kapsıyorsa ona nas denilebilir. Açık ve kesin olmayan ayet ve hadisler ise fıkıh usulü ıstılahında nas değildir.
Bu noktada kağıt paraların ya da kaydi paraların mübadelesinde ve bugünkü bankacılık, sermaye piyasaları, alışveriş çeşitleri, sigorta gibi hususlarda gündeme gelen türlü türlü "faiz"lerin her biri hakkında "nas" var, diyebilir misiniz? Şu bir gerçek ki, bu tür mal ve işlemlerde faizin bulunduğuna ve caiz olmadığına fetva verirken, nassın kendisiyle değil, nastan çıkarılan yorumlarla, başka bir deyişle ictihadla ve kıyasla karar veriliyor.
İctihad ve kıyas söz konusu olunca, insanın/müctehidin zannî ve indî kanaatleri devreye giriyor. Geçmişteki mezhepler de, o altı madde dışındaki maddelerde faiz olur mu, faizin illeti nedir? gibi meselelerde birbirinden farklı bir sürü ictihad ortaya koymuşlardır.
Her ne kadar günümüzde bazıları, konuştukları her konuda, kendilerinin doğrudan nassa dayandıklarını iddia edip mezhepleri reddetseler de onlarınki de birer ictihaddan/yorumdan ibarettir. Farkları, kendi kişisel yorumlarını nas yerine koymak. Halbuki klasik mezhepler, naslarda açıkça hükmü bulunamayan hususlarda, kendi yorumlarını nas yerine koymamak için ictihad ve kıyas gibi kavramları kullanıyor ve şer'î hükümler arasında mertebe farkını gözetiyorlardı. Bu usulden mahrum olanlar, ilmin bereketinden de mahrum kaldılar. Mezhepleri reddetmek, doğrudan nassa dayanmak anlamına gelmiyor. Aksine kendi yorumunu şâriin nassı mertebesine çıkarma hadsizliğini beraberinde getirebiliyor.
- HIRSIZLIK HAKKINDA “NAS” VAR MI?
Ülkemiz insanı, zekatını tam olarak veriyor mu, sorusunun cevabı biraz karışık.
Aynı soruyu, bu millet yardımsever mi, şeklinde sorunca hepimiz "evet" diyoruz.
Peki nasıl oluyor da, bu millet hem yardımsever oluyor hem de zekat konusundaki durumu biraz karışık oluyor?
Bu konuda çok şey söylenebilir ama önemli nedenlerden biri, zekatı "kitabına uydurma" noktasındaki sıkıntılar.
İnsanlarımız yardımlarını yapıyorlar. Çeşitli kurumlara, derneklere, çevresindeki muhtaçlara... ve hatta dilencilere çokça yardım yapıyorlar. Böyle yapınca da Allah'ın zekat gibi emirlerini yerine getirdiklerine dair içlerinde bir gönül hoşnutluğu oluşuyor. Artık gerisini hesap etmiyorlar. Yani böyle yapınca gerçekten "zekat" ödemiş oldular mı, diye tam bir hesap-kitap yapmıyorlar.
Halbuki zekat konusu, diğer yardımlardan ve hayırlardan "biraz" farklı. Daha özel bazı şartları var.
Yeterli malı olan her Müslümanın üzerinde zorunlu bir dinî vazife olduğuna göre, zekatın, eksiksiz yerine getirilip getirilmediğini iyi hesaplamak lazım. Her müslümanın, hangi mallardan, ne oranda zekat vermesi gerektiğini, bu zekatı kimlere vermesi gerektiğini ve verirken ne gibi hususlara dikkat etmesi gerektiğini biraz daha iyi inceleyip, yardımlarını buna uygun yapması gerekiyor.
Böyle yapınca belki yine o eskiden beri yardım yaptıkları yerlere yardım yapacaklar fakat bu sefer bu yardımlar zekat yerine geçmiş olacak. Yani işin hesabı-kitabı öğrenilmiş ve "kitabına uydurulmuş" olacak. Tabii ki bu esnada bugüne kadar yaptıklarımızda bazı eksikliklerimizin olduğunu da görmüş olacağız. Hesap-kitap önümüzde olacağına göre, o eksikliklerimizi de tamamlayarak zekatımızı tam olarak vermiş olacağız.
Velhasıl zekat konusu biraz daha hassasiyet istiyor. Hem malı olan hayır sahiplerinin, hem de onlara dinî bakımdan rehberlik edecek hocaların gayreti gerekiyor.
Şu hususa da dikkat çekelim. Zekat konusunda rehberlik edecek hocaların, zekatın hangi adrese ve hangi derneğe (!) verileceği gibi konulardan uzak durmaları iyi olacaktır. Maalesef sırf kendilerine ve kendi derneklerine zekat toplamak için yola çıkanlar itici oluyorlar. Böyleleri bu topluma zekat bilinci aşılayamazlar.
Din bilgisi olan kişiler, öncelikle ibadet ve hayır yapma konularında bir bilinç oluşturmaya çalışmalı. Ayrıca zekatın hangi malda nasıl hesaplanacağına dair, önce kendileri çok iyi bilgi sahibi olup isteyen kişilere de hızlıca rehberlik edecek kabiliyette olmalılar.
Zamanımızda zekat hakkında konuşan bir çok sözde hocanın, güncel zekat fıkhından ve zekat hesaplamalarından habersiz olması, bu konuda halktan gelen soruların çoğunu cevapsız bırakması, geçiştirmesi veya çelişkili cevapları vermesi söz konusu oluyor. Bu durum fark edildiğinde kendilerinden şüphe duyuluyor. Demek ki, asıl amacı para toplamakmış, amacı sırf din olsaydı, zekat fıkhını daha iyi öğrenirdi ve zekatımızı anlaşılır bir şekilde, kolayca hesaplayabilirdi, şeklinde bir algı oluşuyor. Buna fırsat vermemek lazım.
Bir de, zekatı anlatanlarla toplayanlar, birbirinden farklı kişiler olmalı.
Allah (c.c) zekatını veren müslümanlardan razı olsun, hayırlarını kabul eylesin. Niyetlerince mükafat versin.
Çok konuşanların çok hata yaptığı doğrudur. Fakat başka bir doğru da, konuşmaya alışık olmayanların, arada bir konuştuklarında çok büyük gaflar yapıyor olmaları. İnsan, konuşa konuşa hatasız konuşmayı öğreniyor. Bu nedenle, özellikle mesleği anlatmak olanların, nerdeyse hiç konuşmamak ve yazmamak gibi bir tutum içinde olmaları doğru değil. Konuşmayı öğrenememek ileride daha büyük sıkıntılar meydana getirebilir. Önemli olan; hatada ısrar etmemek ve hatalardan ders alarak ilerlemek. Özellikle, hatanın fark edildiği ilk anda, hemen o hatalı sözden dönmek lazım. İleriye ertelendiğinde iş işten geçmiş ve kayıtlar çoktan kapanmış olabilir. Ayrıca, hangi ortamda ne konuştuğuna dikkat etmek, uzmanı olmadığı konulara pek girmemek, konuştuğu kavramlara hakim olmak, sürekli okuyarak ve dinleyerek kendini geliştirmek ve belki de en önemlisi, samimi ve dürüst olmak gibi konuşmanın zamanlar üstü prensiplerini de unutmamak gerekiyor.
Müslümanlara karşı dillerinden dökülen nefret hayra alamet değil. Unutulup geçilecek gibi de değil.
Bakınız şu ayetler 14 asır önce indi. Ama sanki bugün inmiş gibi.
"Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız!
Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir.
Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."
(Âl-i İmrân Sûresi118 -120. Ayetler)