Demişler ki; "Her geceyi Kadir bil, her geleni Hızır bil."

Fırsatları aramak, bulduğunda da kaçırmamak lazım. Bu fırsatların bir kısmı doğrudan Allah Teâlâ'ya ibadet etmeyle alakalı. Mübarek vakitleri iyi değerlendirmeli. Bir kısmı da, Allah'ın kullarına iyilik yapıp sonuçta Allah'ın rızasını kazanmakla alakalı.
Zerre kadar sadakanın bile sevabı var. Müslüman kardeşine tebessümle, güler yüzle bakmanın sevabı var. Hiçbir fakiri, hiç bir garibanı küçümseyecek durumda değiliz. Karşımıza çıkan, Allah'ın her kuluna bir Hızır gibi davranmalı. Her isteyene verilmez belki ama kimse hor da görülemez.
Tevazu göstereni Allah yüceltir.
Bazı âlimler tevazuu da şöyle tarif etmişler: Karşılaştığın herhangi bir müslümanın Allah katında senden daha değerli olabileceğini farz edip ona göre davranmandır.

Maşallah şu gençlere!

Ortalıkta hiç yaşlı kalmadı, herkes gençlik fotoğrafını paylaşıyor. Belki de Peygamberimizin; yaşlılar cennete giremez, cennete girenler gençlik halleriyle girerler, sözünden hareketle, cennete girerken nasıl bir tiple girelim, diye şimdiden şeçmeye çalışıyorlar.

İnşaallah bu ülkenin bütün müslüman fertleri ve gençleri cennete girer. Duamız bu.

Allah Teâlâ bizi, gençliğimizde de yaşlılığımızda da dinden, imandan ve Kur'ân'dan ayırmasın.

Cenneti kazanabilecek şekilde yaşamayı nasip etsin.

Hepimizi cennette buluştursun.

İTİKAFDAYMIŞ (!)

Adam güya itikafta.
Ama sosyal medya hesabından sürekli paylaşım yapıyor, ona-buna laf dokunduruyor. Sonra bir de peşine "itikafdayız" diye yazıyor.
Velhasıl bedeni camiye girmiş ama ruhu dışarıda kalmış.
Bu mu itikaftan anlaşılması gereken? İtikafı bozmuyor mu bu paylaşımlar?
Böylelerinin derdi itikaf mı yoksa başka bir şey mi?

ORUCU MU TUTALIM, KENDİMİZİ Mİ?

Şu mübarek Ramazanda bizden beklenen iş sadece mideyle ilgili değil gibi gözüküyor. Her açıdan kendini tutabilmek önemli. İnsanın, kendi kontrolünü kendi eline almayı öğrenmesi lazım.
Çekici olan her şeye karşı ve bizi aşırılığa sevk eden türlü huyumuza karşı kendini tutmayı, frenlemeyi ve yanlışa düşmemeyi öğrenebilmek, büyük bir meziyet. Eskiler buna nefis terbiyesi demişler.
Oruçluyken kendini tutabilen, oruçsuz zamanlarında da kendini tutmayı öğrenmiş olur. Fakat bu, o kadar da kolay bir iş değil. Bu yetenek bir günde kazanılmıyor. Defalarca aynı durumları yaşayarak, deneme-yanılma yoluyla bazı huylarımızı yeniden keşfederek, zaman zaman hataya düşüp tövbe ederek ve ahlaken her geçen gün bir basamak daha yükselmeyi hedefleyerek günbegün ilerlememiz gereken bir rotamız var.
Kendini tutabilmeyi ve dengeyi kaybetmemeyi öğrenmek için oruç günleri büyük bir fırsat. Kendimizi nasıl kontrol edebileceğimiz konusunda her sene bir ay boyunca antrenman yapıyoruz.
İnşaallah başarırız.

SABIR YA HACI!

Sosyal medya bazılarımızı çok gergin hale getiriyor. Bazen haklı yere de olsa öfkelenince sınırları aşanlar oluyor. Yanlışlara tepki vereyim derken öfkenin kontrollü olması şart.
Bir sıkıntıyla karşılaşınca, buna karşı takınılacak erdemlerin başında sabır gelir. Zira her durumu dengeleyen farklı bir erdem vardır. Nimetle şükür, musibetle sabır birlikte anılır. Böylece itidal sağlanmış ve sıkıntı olgunlukla karşılanmış olur. Sabır, mümini iman ve itidal çizgisinde tutar. İtidal kaybedildiğindeyse hataların önü açılır.
Sabır, musibeti daha başka musibetlere çevirmemek için uygulanacak bir disiplindir. İçteki üzüntüyü veya öfkeyi tamamen önleyemezse de bunların dışa yansımasına ve uygunsuz davranışlara engel olur.
Tabi ki sabır sırf pasif bir eylem değildir. Birtakım işlerden uzak durma yönüyle pasif, birtakım eylemlere girişme yönüyle aktif bir fonksiyona sahiptir.
Sabırlı kişi, sıkıntının etkisiyle haksızlığa meyletmez, çevreye ve başkalarına zarar vermez, günah sözler söylemez.
Öte yandan sabır, kişinin diğer insanlara karşı hak arama mücadelesine mani olmadığı gibi sıkıntılara karşı çareler üretmesine de mani değildir. Bu nokta sabrın aktif yönüdür. Canını, malını ve dinini korumaya çalışmak Allah’ın emridir. Allah, tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. O sebeplere sarılmak ve makul ölçüde neler yapmak gerekiyorsa onu yapmak gerekir.

GÜYA KUR'ÂNCILIK YAPIP KUR'ÂN BİZE YETER DİYENLERİN DEĞİŞMEYEN AHLAKI: ANLAMAMAKTA İNAT ETMEK, İNADINI İLAHLAŞTIRMAK

Birisi çıkmış demiş ki; her şeye yasak her şeye haram diyorlar, içkinin haram olduğu Kur'ân'da geçmiyor.
Sonra güya sözlerine açıklık getirmiş ve; Kur'ân içkiden uzak durun, diyor ama kesin yasak anlamında haram değil, demiş.
Halbuki Kur'ân;
İçkiyi bırakın, demiş.
İçki şeytan işi bir pisliktir, demiş.
İçki yoluyla şeytan aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister, demiş.
İçki sizi Allah'ı anmaktan uzaklaştırır, demiş
İçki sizi namazdan uzaklaştırır, demiş.
Ardından da Kur'ân, anlamayan kalmasın diye bir daha vurgulayıp müslümanlardan söz istemiş: "Artık içkiden vazgeçtiniz değil mi?"
Sonra Allah (c.c.) insanlara bir Elçi göndermiş ve o elçi Hz. Muhammed (s.a.s.) buyurmuş ki;
“Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şaraptır), her hamr da haramdır.”
“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”
Bir de Peygamberimiz içkiyle ilgili şu on kişiye lânet etmiş:
"Şarap yapmak için sıkana ve sıktırana, içene ve sâkîlik yapana, taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana ve parasını yiyene.”
Şimdi bütün bunları anlamayıp hâlâ içkinin İslam'da kesin yasak olmadığını söyleyebilmek için insanın ya anlama kabiliyetinin sıfır olup akılsız olması ya da anlamamakta inat edip inadını ilahlaştırmış olması gerekir. İnat uğruna Kur'an'ı bile çarpıtmak ne büyük cüret!
Böyle bir çarpıtmanın vebalinin büyüklüğünü biz hesaplayamayız. Belki de, günah işlediğinin farkında olup ömür boyu sarhoş dolaşan biri bile bu kadar günah işlemiş değildir.
Allah bizi, kendi çıkarları için Kur'an'ı çarpıtanlardan uzak eylesin.

ULU ORTA TEKBİR GETİRİP DİN ADINA GÜRÜLTÜ YAPANLAR

Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) anlatıyor: Bir yolculuk esnasında Hz. Peygamber (sav) ile beraberdik. Her bir tepeye çıktığımızda (yüksek sesle) tekbir getiriyorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

“Kendinize gelin! Siz sağır olan ve burada bulunmayan birisine seslenmiyorsunuz. (Bilakis) Her şeyi işiten, gören ve çok yakın olan Allah'a sesleniyorsunuz.”
(Buhârî, Tevhîd, 9; Hadislerle İslam, DİB, I, 207, 211; II, 55; VII, 90)

DİN ADINA LÜZUMSUZ GÜRÜLTÜ YAPANLAR YANILIYOR

Zamanımızda din ve gelenek adına boş gürültü yapmanın bir çeşidi de şehirlerdeki ramazan davulculuğu. İmsaktan 2-3 saat önce çalmaya başlıyorlar ve zaten kısa olan şu gecelerde, sanki milleti uyutmamaya yemin etmişler. Bir de her hafta bahşiş için gelip apartmanların içini inletiyorlar.
Artık 15. yüzyılda yaşamıyoruz. Kaç çeşit alarmımız var. Kimisi son 30 dakikada yemeğini yer, bitirir. Erken kalkmaya zorlamak neyin nesi? Bugünün şehirlerinde herkesin farklı bir mesai saati, farklı bir planı ve yaşam biçimi var. Ne zaman kalkacağını herkes kendisi hesaplar. Bazısı geceden yiyip yatar, sahura kalkmaz, sadece güneş doğmasına yakın kalkar. Herkesin türlü türlü derdi var. Ayrıca, 15. yüzyılda evlerde LGS'ye ya da YKS'ye hazırlanan çocuklar yoktu. Hele hele toplumun epey bir kısmının oruç tutmadığı bir devirde insanlara zorla oruç tutturmak istermişcesine kafalarında davuk patlatmak, yarardan çok zarar getirir. Kalbini etkileyemedikleri kişileri gece yarısı gürültüyle uyandırarak onları dindar yapacağını sananlar yanılıyor.
Gürültücü dindarlık, sevimli değil.
Bugün din adına yapılan her lüzumsuz ve denetimsiz gürültü, müslümanların kaba ve çağdışı olduğu yaftalarına malzeme veriyor. Ve diğer insanları onlardan uzaklaştırıyor.
Müslüman, eliyle ve diliyle başkalarına zarar vermeyeceğinden emin olunan kimsedir.

YARIN ÇOK YAKIN

“Herkes yarına (âhirete) neler hazırladığına bir baksın.”

"Verebiliyorsanız, yarım hurma bile olsa, sadaka verin ve kendinizi cehennem ateşinden koruyun."

TAM KAPANMA KULLUĞA MANİ DEĞİL, İBADETİN ve SADAKANIN BİN BİR YOLU VAR.

Mübarek Ramazan ayı su gibi akarken
Nice fırsatlar bir bir geride kalırken
Sahurlar, mukabeleler, teravihler var amma
Kullukta hedefe vardık demek hadsizlik olur
Peygamber bir rüzgar kadar cömertken şu ayda
Elimizde mal mülk, çevremizde bin bir dertli varsa
Sadakalar bizi yüce mertebelere uçurmazsa
Ramazanı kaybetmek büyük bir gafillik olur.

CENNETE...

 Allah'ın cennetine, ancak Allah'a inanan ve O'na kulluk yapanlar gidebilir.

İsraf etme, infak et!

Yiyebileceğin kadar satın al,
Yiyebileceğin kadar yemek yap,
Yiyebileceğin kadar tabağına koy.
İsraf etme, infak et!
Çöpe dökme, günahtır.
Sadaka ver, öbür dünyaya yatırımdır.

MESELE ÇOK CİDDİ. ŞAKAYA GELMEZ.

-Size, 'Şu vadinin arkasında size saldırmak isteyen süvari birlikleri var.' desem, inanır mısınız?
- Evet, inanırız... Senin bugüne kadar yalan söylediğini hiç görmedik.
- Öyleyse ben (ahirette karşılaşacağınız) çok çetin bir azap öncesinde sizi uyarıyorum.

Dini tebliğ için yola çıkan Peygamberimizle, o zamanın Mekkelileri arasında geçen bu diyalog bize gösteriyor ki, din meselesi öyle sırf çiçekten böcekten konuşup pembe tablolar çizme meselesi değil. Bu işin sonunda cennete gitme ihtimali de var, cehennemde yanma tehlikesi de var. Yani, bu dünyada Allah'a (c.c) karşı sorumluluklarını yerine getirmeyeni kötü bir son bekliyor.
O büyük gün mutlaka geleceğine göre, o günü unutmak ve hazırlık yapmamak olur mu?

Ancak bir zaafımız var ki, zamanımızda din meselesi, derinliğinden iyice uzaklaştı. Ahireti tefekkür unutuldu. İbadet, teslimiyet, tövbe, ve yakarış gibi kavramlar görmezden gelinmeye başladı. Din üzerine yapılan sığ tartışmalar hepimizi aldatır oldu.
Artık din anlatanların; bu işin sonunda hesaba çekilmek var, ahirette zor bir hesap var, türünden uyarıları çok güçlü değil. Söyleyenlerin de yeterince sesleri çıkmıyor. Din, sadece günlük işlerimize destek olacak ve menfaatimizi destekleyecek konularda akla geliyor.

Ama bu tavırlar işin ciddiyetini değiştirmiyor. İşte Peygamberimiz (s.a.s), insanları dine çağırdığı ilk günlerden itibaren bu ürkütücü son hakkında uyarılarda bulundu.
Dinin yarısı Allah'a iman ise, yarısı da ahirete imandır ve o güne şimdiden hazırlık yapmaktır. Kur'an baştan sona o korkutucu son hakkında bizi uyarıyor. Sırf müjdeler yok, korkutma da var.

Saf Sûresindeki ayetlerde Allah Teâla şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Size, elem verici azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi?
Allah’a ve resulüne iman edersiniz,
Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz.
Bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.
O sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, adn cennetleri içindeki güzel köşklere koyar.
İşte büyük kurtuluş budur.
Hoşunuza gidecek bir şey daha var:
Allah’ın yardımı ve yakın bir fetih!
Haydi müminleri müjdele."


Bilal ESEN 20.03.2021

BAŞKASININ GÖMLEĞİNİ KENDİNE UYDURMAK

Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse sonrakiler de yanlış iliklenir. Bunun çaresi geriye dönüp  iliklemeye baştan başlamaktır.

Hele bir de başkasının gömleğini giyiyorsak ve o gömlek de yanlış iliklenmiş idiyse, gömleğin yırtılıp parçalanmasını dahi göze alarak o yanlışı düzeltmek gerekir.

Başkasının gömleğini kendimize uyduracağız diye eğilip büzülmenin ve kendimizi âleme güldürmenin lüzumu yok.

Yanlışın neresinden dönülse, kârdır.

Geri Dönüşüm

Zamanımızda böyle yerlerin, sadaka sevabı kazandıran merkezler olduğunu söylesek, yanlış olmaz.
Bir nevi sadaka kutusu bunlar.
Geri dönüşümü maksimum düzeyde sağlamak, tabiatı kirletmeden ve tahrip etmeden, temiz bir çevre ve medeniyet kokan şehirler kurmak, en çok müslümanlara yakışmaz mı?
#geridönüşüm
#sıfıratık
Atık Getirme Merkezi




DİNÎ HÜKÜMLERİ RÜYALARDAN VE MENKIBE KİTAPLARINDAN ÖĞRENMEK (!)

Bir müslümanın hangi işleri yapmasının caiz olduğu veya olmadığı gibi hususlar, esas olarak fıkıh kitaplarından, ilmihallerden öğrenilir. Yine ibadetlerle ilgili hükümler de o kitaplardan öğrenilir. 

Fıkhi hükümler; menkıbe kitaplarından, şiir, hikaye ve kıssa kitaplarından ya da bilmem kimin rüyalarından öğrenilemez. Bunlardan öğrenmeye ve başkalarını da bunlara göre yönlendirmeye çalışmak doğru değildir. Hikayelerin ve menkıbelerin amacı bilgi vermek değil, olsa olsa düşündürmek ve ibret almak olabilir. Onların bağlamı farklıdır, bilgi kaynağı değildirler.
Maalesef zamanımızda din anlatanların çoğu, fıkıh kitaplarından habersiz ya da onları anlamaktan aciz kimselerdir.
Amaç sırf şöhret olunca, ortada ne din kalıyor ne de akıl ve vicdan.

VAKIFLAR ve DERNEKLER İÇİN ARTIK BAZI ŞEYLER ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Dernekleri, vakıfları ve diğer STK'ları ilgilendiren kanunlarda yapılan son değişiklikler, bu alanlarda çalışan herkesi yeni bir başlangıç yapmaya itiyor.

Özellikle, hayri hizmetler için para toplayanlar, Afrika ülkeleri başta olmak üzere, yurt dışına yardım götürenler, Türkiye'den para toplayıp oralarda kurban organizasyonu, su kuyusu ve benzeri faaliyetler yapanlar ya da Avrupa ülkeleri gibi yerlerden yardım parası toplayıp ülkemize getirenler artık çok daha dikkatli olmak zorundalar.

Meselenin ucunda bir de uluslararası terörizme finans sağlama ithamıyla karşı karşıya kalmak var. Bu yaftadan kurtulmak için de çok dikkatli davranmak, yurt dışındaki partnerleri ve network bağlantılarını seçerken iki kere daha düşünmek gerekecek. 

Sayfalar boyunca yeni hükümler getiren bu kanunları ve bunlara bağlı olarak hazırlanacak yönetmelikleri, iyice çalışmak gerekecek. Şimdiden çok ciddi çalışmalara başlanmalı. Aksi halde bir usulsüzlük nedeniyle, örneğin vakfın ve derneğin elinde bulunan yardım paralarına, sadakalara, zekatlara ya da kurban paralarına el konulacak olursa, bunun vebali büyük olur. 

Hep söylüyorum. Kurban gibi ibadetlerin, derneklerin bağış toplaması kapsamında değerlendirilmesi yanlıştır. Bu işler, yardım organizasyonu kapsamında değildir. Bu meseleler "dernek gelirleri alındı belgesi" ile ya da "bağış makbuzu" ile halledilebilecek meseleler değildir. Bunlar, vekaletle iş yaptırma kapsamındadır.
Nasıl ki ticari hayatta ve iş hayatında bir firmaya iş yaptırılıyorsa, iş yaptırırken sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir binanın ya da caminin yapımını üstlenen müteahhitle sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir GSM şirketinden alınacak 20-30 liralık bir tarifenin bile bir sözleşmesi varsa, işte kurban organizasyonları da böyle bir sözleşme gerektirir.

Umarım vakıflar ve dernekler durumun farkına varırlar ve bir kaza olmadan tedbirlerini alırlar.

BUGÜNÜN İSLAMINI KİM ANLATACAK?

İlahiyat fakültelerinden mezun olanlar; din görevlisi, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni, vaiz, müftü... oluyorlar mı? Evet.

Bu görevlerde, muhataplarına İslam inancını, ahlakını, namazı, orucu, zekatı, helalleri ve haramları... anlatacaklar değil mi? Evet.
Öyleyse daha fakültedeyken, dinî konuları günümüze hitap edecek şekilde öğrenmiş, birçok soruyu aşmış ve başkalarına da öğretecek seviyeye gelmiş olmaları gerekmez mi?

Bugünün inanç sorunlarına ve sorularına dair yüzlerce cevapları olmalı. Sadece tarihte tartışılan meseleleri bilmek yetmez. Zira tarihte yaşamıyoruz, bugünde yaşıyoruz. Mesela tarihteki düşünürlerin, ateizm ve deizm hakkında neler söylediğini bilmek yetmez. İnanç karşıtı kesimlerin bugün hangi söylemlere sahip olduklarını, hangi iddianın hangi farklı düşünceye ait ipuçları barındırdığını bilmek ve bunlara karşı dinî açıdan cevaplara sahip olmak gerekir.
Nasıl ki, bir doktor bir hastalığın bugünkü haliyle mücadele ediyor, mesela gribin bugünkü teşhis ve tedavisiyle meşgul oluyorsa, bir ilahiyatçı da dinî konuların güncel boyutunda teşhis ve çözümlerle uğraşmalı. Tarihteki bir sorunun teşhisine ve çözümüne takılıp kalan ve bugüne gelemeyen kişi, bugünün insanına hizmet edebilir mi?

Her ilahiyatçının, güncel inanç meselelerine dair, ibadetlerin güncel boyutlarına dair, hac ve kurban organizasyonlarının güncel problemlerine dair cevapları olmalı. Fakülteden mezun olan kişi, çeşitli mesleklere göre zekatı ve öşrü hesaplayabiliyor olmalı. Piyasadaki ürünlerin ve işlerin, hangilerinin dinen helal hangilerinin dinen haram olduğuna dair geniş bilgisi olmalı. Bugünkü yaşamda nelerin ahlaki nelerin gayriahlaki olduğuna dair bakışı netleşmiş olmalı.

Bir ilahiyatçı, insanların psiko-sosyal yönden güncel sorunlarını bilmeli ve bunlara karşı önerebileceği manevi reçeteleri olmalı, manevi rehberlikte de liyakat kazanmış olmalı.

Kısacası, bugünün insanlarına din anlatacak kişinin, tarihteki İslam'ı değil bugünkü İslam'ı anlatması beklenir. Dinî soruları ve sorunları değil, dinî cevapları ve çözümleri anlatması beklenir.

Bir de şu var. Yazıda ilahiyattan bahsettim. Buna bakıp da bugün kurs, medrese vb. isimlerle anılan yerlerdekileri hariç tuttuğum zannedilmesin. Zaten onlar da resmi görev almak için, ilahiyattan geçmek zorundalar ve öyle de olmalı. Zamanımızda ilahiyat görmemiş birinin, bugünü anlaması ve bugünün insanına din anlatması neredeyse imkansızdır. Hem dinî ilimlerin bugünkü meselelerini öğrenmek hem de din alanında bugünün insanına hitap edebilecek şekilde yetişebilmek için ilahiyat okumak, olmazsa olmaz bir şarttır.

Allahu a'lâ ve a'lem.

Dr. Bilal ESEN



DÜŞÜNCE DÜNYASINDA "FARKLI" BİR HAVA SOLUYALIM DERKEN...

Hep aynı havayı solumak sağlıklı değil. Bulunduğumuz ortamı ara sıra havalandırmamız, havayı değiştirmemiz lazım.
Bu böyle olmakla birlikte, hava değişiminde dikkatli olmalı.
Hava gelsin diye açtığımız pencere, başkasının bacasının dibindeyse oradan ancak duman soluruz. Başkasının lağımına açılan pencere de yarardan çok, zarar getirir.
Penceremizin nereye baktığına ve konumumuza dikkat edelim. Aksi halde "farklı" hava soluyalım derken büsbütün zehir soluruz, maazallah!

Sonra bir de şu var. Pis hava bazı insanlarda alışkanlık yapıyor. Sigara dumanı gibi bağımlılık yapıyor. Kendini kaptırmış sürekli zehir soluyor ama hâlâ, en iyi oksijeni ben alıyorum, zannediyor. Bir de kalkmış etrafına akıl vermeye çalışıyor.
Kendini zehirleyenin, başkalarına nasıl faydası olsun!