BAŞKASININ GÖMLEĞİNİ KENDİNE UYDURMAK

Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse sonrakiler de yanlış iliklenir. Bunun çaresi geriye dönüp  iliklemeye baştan başlamaktır.

Hele bir de başkasının gömleğini giyiyorsak ve o gömlek de yanlış iliklenmiş idiyse, gömleğin yırtılıp parçalanmasını dahi göze alarak o yanlışı düzeltmek gerekir.

Başkasının gömleğini kendimize uyduracağız diye eğilip büzülmenin ve kendimizi âleme güldürmenin lüzumu yok.

Yanlışın neresinden dönülse, kârdır.

Geri Dönüşüm

Zamanımızda böyle yerlerin, sadaka sevabı kazandıran merkezler olduğunu söylesek, yanlış olmaz.
Bir nevi sadaka kutusu bunlar.
Geri dönüşümü maksimum düzeyde sağlamak, tabiatı kirletmeden ve tahrip etmeden, temiz bir çevre ve medeniyet kokan şehirler kurmak, en çok müslümanlara yakışmaz mı?
#geridönüşüm
#sıfıratık
Atık Getirme Merkezi




DİNÎ HÜKÜMLERİ RÜYALARDAN VE MENKIBE KİTAPLARINDAN ÖĞRENMEK (!)

Bir müslümanın hangi işleri yapmasının caiz olduğu veya olmadığı gibi hususlar, esas olarak fıkıh kitaplarından, ilmihallerden öğrenilir. Yine ibadetlerle ilgili hükümler de o kitaplardan öğrenilir. 

Fıkhi hükümler; menkıbe kitaplarından, şiir, hikaye ve kıssa kitaplarından ya da bilmem kimin rüyalarından öğrenilemez. Bunlardan öğrenmeye ve başkalarını da bunlara göre yönlendirmeye çalışmak doğru değildir. Hikayelerin ve menkıbelerin amacı bilgi vermek değil, olsa olsa düşündürmek ve ibret almak olabilir. Onların bağlamı farklıdır, bilgi kaynağı değildirler.
Maalesef zamanımızda din anlatanların çoğu, fıkıh kitaplarından habersiz ya da onları anlamaktan aciz kimselerdir.
Amaç sırf şöhret olunca, ortada ne din kalıyor ne de akıl ve vicdan.

VAKIFLAR ve DERNEKLER İÇİN ARTIK BAZI ŞEYLER ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Dernekleri, vakıfları ve diğer STK'ları ilgilendiren kanunlarda yapılan son değişiklikler, bu alanlarda çalışan herkesi yeni bir başlangıç yapmaya itiyor.

Özellikle, hayri hizmetler için para toplayanlar, Afrika ülkeleri başta olmak üzere, yurt dışına yardım götürenler, Türkiye'den para toplayıp oralarda kurban organizasyonu, su kuyusu ve benzeri faaliyetler yapanlar ya da Avrupa ülkeleri gibi yerlerden yardım parası toplayıp ülkemize getirenler artık çok daha dikkatli olmak zorundalar.

Meselenin ucunda bir de uluslararası terörizme finans sağlama ithamıyla karşı karşıya kalmak var. Bu yaftadan kurtulmak için de çok dikkatli davranmak, yurt dışındaki partnerleri ve network bağlantılarını seçerken iki kere daha düşünmek gerekecek. 

Sayfalar boyunca yeni hükümler getiren bu kanunları ve bunlara bağlı olarak hazırlanacak yönetmelikleri, iyice çalışmak gerekecek. Şimdiden çok ciddi çalışmalara başlanmalı. Aksi halde bir usulsüzlük nedeniyle, örneğin vakfın ve derneğin elinde bulunan yardım paralarına, sadakalara, zekatlara ya da kurban paralarına el konulacak olursa, bunun vebali büyük olur. 

Hep söylüyorum. Kurban gibi ibadetlerin, derneklerin bağış toplaması kapsamında değerlendirilmesi yanlıştır. Bu işler, yardım organizasyonu kapsamında değildir. Bu meseleler "dernek gelirleri alındı belgesi" ile ya da "bağış makbuzu" ile halledilebilecek meseleler değildir. Bunlar, vekaletle iş yaptırma kapsamındadır.
Nasıl ki ticari hayatta ve iş hayatında bir firmaya iş yaptırılıyorsa, iş yaptırırken sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir binanın ya da caminin yapımını üstlenen müteahhitle sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir GSM şirketinden alınacak 20-30 liralık bir tarifenin bile bir sözleşmesi varsa, işte kurban organizasyonları da böyle bir sözleşme gerektirir.

Umarım vakıflar ve dernekler durumun farkına varırlar ve bir kaza olmadan tedbirlerini alırlar.

BUGÜNÜN İSLAMINI KİM ANLATACAK?

İlahiyat fakültelerinden mezun olanlar; din görevlisi, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni, vaiz, müftü... oluyorlar mı? Evet.

Bu görevlerde, muhataplarına İslam inancını, ahlakını, namazı, orucu, zekatı, helalleri ve haramları... anlatacaklar değil mi? Evet.
Öyleyse daha fakültedeyken, dinî konuları günümüze hitap edecek şekilde öğrenmiş, birçok soruyu aşmış ve başkalarına da öğretecek seviyeye gelmiş olmaları gerekmez mi?

Bugünün inanç sorunlarına ve sorularına dair yüzlerce cevapları olmalı. Sadece tarihte tartışılan meseleleri bilmek yetmez. Zira tarihte yaşamıyoruz, bugünde yaşıyoruz. Mesela tarihteki düşünürlerin, ateizm ve deizm hakkında neler söylediğini bilmek yetmez. İnanç karşıtı kesimlerin bugün hangi söylemlere sahip olduklarını, hangi iddianın hangi farklı düşünceye ait ipuçları barındırdığını bilmek ve bunlara karşı dinî açıdan cevaplara sahip olmak gerekir.
Nasıl ki, bir doktor bir hastalığın bugünkü haliyle mücadele ediyor, mesela gribin bugünkü teşhis ve tedavisiyle meşgul oluyorsa, bir ilahiyatçı da dinî konuların güncel boyutunda teşhis ve çözümlerle uğraşmalı. Tarihteki bir sorunun teşhisine ve çözümüne takılıp kalan ve bugüne gelemeyen kişi, bugünün insanına hizmet edebilir mi?

Her ilahiyatçının, güncel inanç meselelerine dair, ibadetlerin güncel boyutlarına dair, hac ve kurban organizasyonlarının güncel problemlerine dair cevapları olmalı. Fakülteden mezun olan kişi, çeşitli mesleklere göre zekatı ve öşrü hesaplayabiliyor olmalı. Piyasadaki ürünlerin ve işlerin, hangilerinin dinen helal hangilerinin dinen haram olduğuna dair geniş bilgisi olmalı. Bugünkü yaşamda nelerin ahlaki nelerin gayriahlaki olduğuna dair bakışı netleşmiş olmalı.

Bir ilahiyatçı, insanların psiko-sosyal yönden güncel sorunlarını bilmeli ve bunlara karşı önerebileceği manevi reçeteleri olmalı, manevi rehberlikte de liyakat kazanmış olmalı.

Kısacası, bugünün insanlarına din anlatacak kişinin, tarihteki İslam'ı değil bugünkü İslam'ı anlatması beklenir. Dinî soruları ve sorunları değil, dinî cevapları ve çözümleri anlatması beklenir.

Bir de şu var. Yazıda ilahiyattan bahsettim. Buna bakıp da bugün kurs, medrese vb. isimlerle anılan yerlerdekileri hariç tuttuğum zannedilmesin. Zaten onlar da resmi görev almak için, ilahiyattan geçmek zorundalar ve öyle de olmalı. Zamanımızda ilahiyat görmemiş birinin, bugünü anlaması ve bugünün insanına din anlatması neredeyse imkansızdır. Hem dinî ilimlerin bugünkü meselelerini öğrenmek hem de din alanında bugünün insanına hitap edebilecek şekilde yetişebilmek için ilahiyat okumak, olmazsa olmaz bir şarttır.

Allahu a'lâ ve a'lem.

Dr. Bilal ESEN



DÜŞÜNCE DÜNYASINDA "FARKLI" BİR HAVA SOLUYALIM DERKEN...

Hep aynı havayı solumak sağlıklı değil. Bulunduğumuz ortamı ara sıra havalandırmamız, havayı değiştirmemiz lazım.
Bu böyle olmakla birlikte, hava değişiminde dikkatli olmalı.
Hava gelsin diye açtığımız pencere, başkasının bacasının dibindeyse oradan ancak duman soluruz. Başkasının lağımına açılan pencere de yarardan çok, zarar getirir.
Penceremizin nereye baktığına ve konumumuza dikkat edelim. Aksi halde "farklı" hava soluyalım derken büsbütün zehir soluruz, maazallah!

Sonra bir de şu var. Pis hava bazı insanlarda alışkanlık yapıyor. Sigara dumanı gibi bağımlılık yapıyor. Kendini kaptırmış sürekli zehir soluyor ama hâlâ, en iyi oksijeni ben alıyorum, zannediyor. Bir de kalkmış etrafına akıl vermeye çalışıyor.
Kendini zehirleyenin, başkalarına nasıl faydası olsun!

Sürekli kenarda yaşayanlardan değil bazen ortada buluşanlardan olalım.

Allah (c.c) insanı yarattı ama başıboş bırakmadı.
Keyfince yaşa, demedi, bir din gönderdi, dini açıklamak ve nasıl uygulanacağını göstermek için peygamberler gönderdi, sınırlar koydu.
Sınır koymak Allah'a ait. Yaratmak da emretmek de O'nun işi.
Allah'ın koyduğu sınırları zorlayanlar, sürekli "farklı okuma" peşinde koşanlar ve hep uçlarda gezinenler, bir süre sonra uçuruma yuvarlanıveriyorlar.
Ne demişler, su testisi su yolunda kırılır.
Sürekli kenarda yaşayanlardan değil bazen ortada buluşanlardan olalım. Hatta çoğu zaman ortada buluşabilsek daha güzel olur. Dostlarımız hakikate çağıranlardan olsun. Kenara fazla gittiğimizde ya da ayağımız kaydığında bizi ortaya çeksinler, uçurumdan korusunlar.

YARDIM KURULUŞLARI FIKHI'NI HANGİ BABAYİĞİT YAZACAK?

 Zekat, sadaka, akika, adak, su kuyusu, burs ve benzeri alanlarda organizasyonlar yapan vakıfların ve yardım kuruluşlarının işlemleriyle ilgili açıklığa kavuşmayı bekleyen birçok dinî mesele var. Bunların sadece kurbanla ilgili olanlarından bir kısmına bu yazıda dikkat çekmek istiyorum.

Bazı özensizlikler bu kurban bayramında da değişmedi.

Hâlâ kurban organizasyonlarında niyetin yeterli olduğunu söyleyip duran ve hiçbir vekalet sözleşmesi yapmayanlar, vekaletin kapsamını netleştirmeyenler var. Bu işin adı vekaletle kurbansa, vekalet akdinde sarahaten veya delaleten icap ve kabul olmalı. Vekaletin kapsamı net olmalı. Sırf niyet değil tarafların beyanları olmalı.

Kurban organizasyonunda merkez kavram vekaletse, bu bir akittir. Tıpkı avukata verilen vekalet gibi. Miras paylaşımındaki vekalet gibi. Bunun şartı şurtu olur. Çerçevesi çizilmiş olur. Daha önce bu konuda "Kurban Organizasyonlarında Şeffaf Sözleşme" başlıklı bir yazı yazmış ve blog sayfama koymuştum.

Bazılarıysa vekalet kavramından söz etmeden sadece "bağış"tan bahsediyorlar ki, kurban organizasyonları kapsamında birbirinden ayrı birçok iş ve işlemin gerçekleştiği düşünüldüğünde bağış kavramı çok naif kalıyor ve anlaşılmaz hale geliyor.

Ayrıca bazı vakıflar "biz sizin adınıza kurban satın alıp kesmiyoruz, kendi malımızı size satıyor ve bunu kurban olarak kesiyoruz" diyorlarmış ki, o takdirde kurban organizasyonu sırf bir vekalet olmaktan çıkıyor ve bir alım-satım akdine / ticarete dönüşüyor. Zincir marketlerin kurban organizasyonlarında gündeme gelen dinî meseleler ise başka bir yazının konusu.

Sahi kurban organizasyonlarında asıl olan nedir?

Vekalet akdi mi? Alım-satım (bey') akdi mi? Hizmet (icare) akdi mi? Hibe (bağış) mi?

Bu konunun fıkhi çerçevesini ortaya koyan ilmî bir çalışma ya da resmi bir metin gören varsa haber vermesinden memnun olurum.

Daha da garip olan şudur: bazı vakıfların bağlı olduğu bir cemaatin ilmihal kitabında, vakfa yapılan bağışlar vakıf reisinin mülkü olur, deniyor ki, artık burası din istismarının dip yaptığı noktadır.

Demek ki vakıfların ve yardım kuruluşlarının icraatlarıyla ilgili yıllardan beri hâlâ bir teâmül/örf oluşmamış.

Böylesine kafa karışıklığının olduğu bir zeminde, bir an önce "yardım kuruluşları fıkhı" diye veya buna benzer bir başlıkla bir fıkıh oluşturulamazsa, girişilecek her işte birtakım soru işaretleri bulunmaya devam edecektir.

Velhasıl,

- Kimisi kurban organizasyonuna "bağış" ismini veriyor

- Kimisi "vekaletle kurban" diyor.

- Kimisi kurban organizasyonunun şartlı bağış kapsamında olduğunu söylüyor.

- Kimisi, biz sizin adınıza kurban satın almıyoruz, kendi malımızı size satıyoruz, diyor.

- Kimisi "dernek alındı makbuzu"yla kurban topluyor

- Kimisi, vakfa bağışlananlar vakıf reisinin mülkü olur, diyor.

- Kimisi "kesimsiz kurban" diye bir kavram icat etmiş.

- Kimisi, kurban etlerini satıyor, bunun ticaretini yapıyor.

- Kimisi, kesmeye söz verdiği kurbanları kesmiyor.

- Kimisi 2009 yılında başlayan kurban yolsuzluğu operasyonunda soruşturma geçirmiş ve hatta ceza almış.

- Kimisi teberrük kurbanı, ihtiyat kurbanı ve temsil kurbanı gibi kavramlar icat etmiş.

- Kimisi kurban etlerini, gittiği ülkelerdeki devlet erkanına ve zenginlere de yediriyor. Halbuki kampanya afişlerinde, açlık çeken insanların fotoğraflarını kullanmış ve muhtaçlara vereceğiz diye kurban parası toplamıştı.

-Kimisi kurbandan artan paraları genel mülkü gibi görüp kendi cemaatinin diğer kuruluşlarına, tv'sine aktarıyor.

...

- Ve neredeyse hiçbiri, kurban için para yatıranlarla, yukarıdaki konulara ilişkin bir sözleşme imzalamamış ve net bir sözleşme metnine sahip değil.

Öyleyse kurban organizasyonlarıyla ilgili bir örf oluştuğunu ve vatandaşın vekalet vermesine bile gerek olmadığını, vekalet verse bile umumi vekaletin yeterli olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Tarafların kendilerinin bile tam olarak kavrayamadıkları bu tür işlerin daha şeffaf hale getirilmesi ve bir an önce fıkhının yazılması gerekmiyor mu?

BU RAMAZAN BİZE DERS OLSUN

Ramazan bitiyor.
Öbür dünyadaki hesabının kolay mı zor mu olacağını, Allah'ın verdiği koca bir ömrü nasıl harcadığını öğrenmek isteyen, sadece şu geçen ramazan ayına bakarsa önemli bir ders çıkarabilir. 
-Gündemde namaz, oruç, zekat, fitre... vardı. Allah için alnımızı secdeye götürüp farz ve vacip ibadetlerimizi eksiksiz yapabildik mi? 
-Gündemde hastalıklar, hastalar, işini kaybedenler, kazanç elde edemeyenler.. vardı. Allah için fedakarlık edip canımızla malımızla muhtaçların yanında olabildik mi? Biz bize olup vefamızı gösterebildik mi?
-Gündemde tartışmalar, kapışmalar vardı. Kul haklarına saygı gösterebildik mi? Bizden incinen ya da zarar gören oldu mu, bu ramazanda? Zamanı gelmiş borçlarımızı ödeyip helalleşebildik mi? 
-Gündemde sokak kısıtlaması, esnek mesai, uzaktan çalışma, alışverişte kısıtlamalar, stokçuluk, fırsatçılık.. vardı. Maaşımızı ya da kazancımızı hak edebildik mi? Yapmamız gereken görevlerimizi yapabildik mi? Lokmamıza haram karıştırmaktan uzak durabildik mi?
-Gündemde, başka zamanlarda olduğu gibi bu ramazanda da hak-batıl mücadelesi vardı. Dine, hutbeye, minareye ve müslümanlara saldırılar oldu. Hakkın yanında durabildik mi? Kötülere ve kötülüklere karşı, kalbimizden de olsa buğz edebildik mi? Yoksa terör örgütlerinin ve küresel kötülük mimarlarının açıkça saldırdığı günlerde hak-batıl mücadelesinde tarafsız kalmaya mı çalıştık?
Peki ne zaman hakkın yanında olmayı düşünüyoruz?  Ne zaman şu amel defterimize iyi notlar, yüksek puanlar yazdıracağız? Bilinmeyen bir gelecekte mi?
İşte ömür ne kadar da hızlı geçiyor. Gelecekte yaşayacağımızdan emin miyiz?

Öbür dünyada hesabımızın nasıl olacağını merak ediyorsak, geleceğe dönük hayallerimize değil de, şimdi ne yaptığımıza bakmak daha akıllıca değil mi?
Şu ramazan küçük bir örnek. Bu ramazanı nasıl geçirdiğini hesap eden, bütün bir ömrünü nasıl geçirdiğini de az-çok hesaplamış olur. Bir ayın hesabını yapıp eksikliklerini gören ve bunları telafi etmek üzere hemen yeni bir hayat düzenine geçen de, şu ömür imtihanından kazançlı çıkar.

Bu ramazan bize ders olsun.

22.05.2020
Bilal ESEN




ADAK ve AKİKA KURBANI ÜZERİNDEN DİN İSTİSMARI

Bugünlerde bazıları, “dilekleri gerçekleştirmenin tesirli yolu adaktır, gelin adak kurbanı kestirin” ve “bizim vakfa verin” şeklinde, bazıları da "belalardan kurtulmak istiyorsanız, gelin akika kurbanı kestirin” “bu kurbanı da bize verin,"  şeklinde propagandalar yaparak milletten para topluyorlarmış. Bir de sadece çocuklar için değil yaşı ilerlemiş kişiler için de akika kurbanı kesilmesi gerektiğini söyleyerek, eskiden senin için akika kurbanı kesilmediyse şimdi kestir, belalardan kurtul, diyorlarmış.

Bu kimselerin, içinden geçtiğimiz şu salgın hastalık sürecinde insanların korkularını kullandıkları, bundan kendi vakıflarına/gruplarına menfaat devşirmeye çalıştıkları ve dini istismar ettikleri besbellidir.

Dinimizde adak, asla tavsiye veya teşvik edilmiş bir iş değildir. Peygamberimiz (s.a.s) hayatında hiç adak adamamıştır ve insanları da adak adamaya yönlendirmemiştir. Dinimizin tavsiye ve emrettiği ibadetler bellidir; beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat, sadaka, kurban bayramında kesilen udhiyye kurbanı, hac, umre, dua, zikir… bunlardandır. Adak ise insanın kendi başına açtığı bir sorumluluktur. Dinimiz, madem ki ağzından böyle bir adak sözü kaçırdın, öyleyse artık o sözünde dur ve adağını yerine getir, der. Yoksa ilk başta kimseye, adak adayın, diye tavsiye etmez.

Bazılarının, Müslümanlıkta dilekleri gerçekleştirmenin etkili yolu adaktır, demeleri dine de iftiradır Peygambere de iftiradır. Peygamberimiz (s.a.s), bir isteği olanın Allah Teâlâ’ya dua  etmesini, hayırlı işlere ağırlık vermesini tavsiye etmiştir ama adak adamayı tavsiye etmemiştir. Hele bir de adak adayınca dileğinin  gerçekleşeceğini ve kaderinin değişeceğini zannedenlere karşı “adak kaderi değiştirmez ama adak nedeniyle cimrinin malı eksilmiş olur” buyurarak adak adayanları ima yoluyla kınamıştır. Böyle kimselerin aslında iyilik yapma niyetinde olmayan sadece kendi dileklerinin yerine gelmesi karşılığında çıkar için iyilik yapan, pazarlıkçı cimriler olduğuna işaret etmiştir. Buna rağmen sırf kendi dinî gruplarına maddi destek sağlayabilmek için, adakla ilgili olmadık iddialarda bulunanların, dinin hükümlerini çarpıtıp istismar ettikleri aşikardır.

İşin ilginç tarafı, ülkemizdeki bu istismarcı grupların öteden beri mezhepçilik yapıyor oluşu ve güya Ebu Hanife’ye tabi olduklarını her fırsatta dile getirmeleri. Halbuki örneğin, İmam Azam Ebu Hanife’ye göre, dinimizde çocuğun doğmasından dolayı akika kurbanı kesmek diye bir “ibadet” yoktur. Bu, sünnet değil mubah bir iştir. İslam’ın kurbanı, kurban bayramında kesilenlerdir. Kurban bayramındaki kurbanlar meşru kılındıktan sonra, diğer zamanlarda kesilen kurbanlar kaldırılmıştır.

Akika kurbanının ibadet olduğunu söyleyen alimler ve diğer mezhepler de, akikanın sünnet olduğunu söylerler. Yani, kesmezsen başına bela gelir, demezler. Kesen sevabını alır, kesmeyene günah olmaz, derler. Çünkü sünnet sayılmasının anlamı budur. Sünnet, farz ve vacip derecesinden aşağıdadır. Yine o mezheplere göre, akika kurbanı çocuklar için bir şükür olsun diye, ana-babaları veya velileri tarafından kesilir. Çocukluk dönemini geçmiş büyükler için akika kesilmez.

Akika konusunda nakledilen rivayetlerin birçoğunun zayıf veya başka rivayetlerle çelişik olması, diğer mezhepleri de bu konuda temkinli olmaya sevk etmiştir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.s), peygamberlikten sonra kendisi için de akika kurbanı kestiği şeklindeki rivayetle, erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir kurban kesilir, şeklindeki rivayeti amel etmeye uygun bulmamışlardır. Onlara göre akika sadece büluğ çağına gelmemiş çocuk için kesilir ve kız olsun erkek olsun her çocuk için bir kurban yeterlidir. Hatta o mezheplerden bazı alimlere göre, bir kimse kurban bayramında kurban kesiyorsa bu kurban, akika yerine de geçer, kişi ayrıca akika kurbanı kesmez.

Kaldı ki, başta belirttiğimiz gibi, Ebu Hanife’ye göre akika, sünnet dahi değildir. Bugün kendilerini Ebu Hanifeci ve İmamı Azamcı olarak pazarlayan ve sevmedikleri kişileri mezhepsizlikle suçlayanların, neden akika konusunda başka mezheplere sarıldıkları ve hatta o mezheplerde bile kabul görmeyen hükümlere tutundukları düşünülmeye değer. Belli ki, kendi gruplarına ve paralel yapılarına destek sağlamak söz konusu olduğunda, adak ve akika gibi paralı işleri bir fırsat olarak görüyorlar, bir anda mezheplerini de dinlerini de unutuyorlar.

Yine bunlardan bir kesimin, daha önceleri yaz mevsiminde Avrupa'da yatsı namazlarını kılmadıkları biliniyor. Bu mevsimde Avrupa'nın bazı ülkelerinde yatsı namazının vaktinin oluşmadığını, bu sebeple bu namazın kılınmayacağını söylüyorlardı. Ne zaman ki, ramazan ayı yaza denk geldi, bunlar yatsı namazını kılmaya başladılar. Çünkü eskiden beri, ramazan ayında teravih namazlarından sonra kendilerine bağlı mescitlerde para topladıkları söyleniyor. Şayet yaz aylarında yatsı namazını ve dolayısıyla teravihi kılmasalar, para toplayamayacaklardı. Bunu fark edince, bir anda eski tavırlarını değiştirdiler ve artık yaz mevsiminde de Avrupa'da yatsı namazını kılmaya başladılar. Allah kabul etsin (!)

Daha önce bu milletin dinini, zekatını, kurbanını istismar eden, peygamber kurbanı gibi asılsız işler üreten ve halktan topladıkları himmetlerle dünyayı ifsat etmeye çalışanlar vardı. Anlaşılan bunların huyu başkalarına da sirayet etmiş.
Maalesef, son yıllarda ülkemiz din istismarcılarından çok çekti. Aman dikkat! Herkes, kiminle birlikte çalıştığına iyi baksın.
16.04.2020
Bilal ESEN







HER İŞİN ERBABI FARKLI FARKLI

Ormanda vahşi hayvanların arasından geçerken bir filin sırtındaysanız, güzel bir yolculuk yapabilir, kendinizi güvende hissedebilirsiniz.
Ama aynı filin üstüne çıkıp şehrinizde tur atmaya, züccaciye dükkanlarına girmeye başladınız mı iş değişir.
Şehir medeniyettir. Başka yerlerde uyguladığınız yöntemleri medeniyete uygulamaya çalışmak faydadan çok zarar getirebilir, toplumu ifsat edebilir.
Bu yüzden Allah (cc), savaşa gidenler, döndüklerinde şehirlilere nasihat etsinler, onları hizaya getirsinler, demez.
Aksine, hepiniz birden savaşa gitmeyin. Geride kalan bir grup dinde derinleşsin de, savaş bittikten sonra savaştan dönenleri uyarsın ve onlara nasihat etsin, der. (Bkz. Tevbe Sûresi,122)
Demek ki, medeni insanların iradelerini belli bir yöne çevirmeye çalışırken, ilim ehlinin, manevi rehberlerin ve sosyal bilimcilerin tavsiye ve tecrübeleri önemlidir.
Her işin erbabı birbirinden farklı olabilir.
Kendilerini her işin uzmanı sayanlar, belki de hiçbir şeyin uzmanı değildirler.

14.04.2020
Bilal Esen






İNSANIN HUYUNU DEĞİŞTİRMEK, BİR ORGANINI DEĞİŞTİRMEKTEN DAHA ZOR

Sokağa çıkma yasağı başlayacak diye dün akşam fırınların, marketlerin önünde izdiham meydana getirenler ve sağlık önlemlerini, sosyal mesafeyi hiçe sayanlar bize gösterdi ki, eğitim kolay iş değil.
Ama bu eğitimi sağlıkçılar yapabilir mi?
Görüldü ki, bu konuda sağlıkçılardan başka bir kesime de ihtiyaç varmış.
Sağlıkçının işi, tedaviyle uğraşmak. Zaten insanlar, sağlıkçılara hayatlarının kısa bir süresinde uğrarlar.
Eğitim ise hayat boyu süren çok uzun soluklu bir iştir ve bunu sayısalcılardan ziyade sosyal bilimciler, eğitimciler yapar. Bir de, öğretmek başka bir şeydir, eğitmek başka bir şey.
Bir insanı adam edebilmek için öğretmenlerinin ve hocalarının göstermesi gereken sabır, sağlıkçının sabrından az değildir. Bir insanın huyunu ve ahlakını değiştirmek, kanındaki şeker seviyesini değiştirmekten hatta bir organını değiştirmekten daha zor.
Kısacası, insanların iradelerini birtakım davranışlara yönlendirmek veya yanlış hareketlerden alıkoymak, tıbbî tedaviden çok farklı bir şey.
İşte bu nedenle toplumdaki salgınla mücadele için sağlık alanındaki uzmanlardan başka ve belki de onlardan önce eğitimcilerin, toplum bilimcilerin ve manevi rehberlerin inisiyatif alması çok önemli.
Allah yâr ve yardımcımız olsun.
11.04.2020
Bilal Esen

İBADETİN SAHTESİ OLUR MU?

İbadetin sahtesi, çakması olur mu, olsa da kabul olur mu?
Ülkemizde müslümanların ibadetlerinin bilinen adları şöyle: Namaz, oruç, zekat, hac, kurban...
Birisi çıkıp da, müslümanlık adına;
kesimsiz kurban, peygamber kurbanı, temsil kurbanı, temsilî namaz, temsilen zekat, fatma ana orucu, hızır orucu, su orucu, etsiz oruç... demeye başladı mı, yaptığı işin aslından kuşkulu olduğunu elevermiş oluyor.
Çünkü bazen bir şeye ilave vasıflar getirmek, o şeyin özgünlüğü hakkında şüphe uyandırır. Neden adını yalın haliyle söylemiyorsun da, kulak tırmalayıcı ilaveler yapıyorsun, derler. Şayet yapılan davranış ibadetse bunun nasıl yapılacağı İslam dininin temel kaynaklarında bellidir. Kurban kurbandır, namaz namazdır, oruç oruçtur...
Velhasıl, orijinalden şaşmamak ve taklitlerinden sakınmak gerek.





YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?

Öncelikle şunu biliyoruz ki, Müslümanların yapabileceği hayırlar, zekat, fitre veya oruç fidyesinden ibaret değildir. Bunların dışında da hayırlı işlere maddi ve manevi destek sağlamak sevaptır.
Zekat ise dinen fakir sayılan kişilerin kendilerine verilir, kurumsal ihtiyaçlara harcanamaz.
Bu sebeple herhangi bir yardım kampanyası, sadece fakirlere yönelik düzenlenmemişse veya fakirlerin tespitinde dinî kriterler esas alınmamışsa ya da yardımlar bizzat fakirlerin eline geçmeyecekse, bu yolla zekat ve fitre ödenemez.
Ancak zekat için ayrı bir hesap bulunuyorsa ve burada toplanan paralar dinen fakir sayılan kimselere ulaştırılacaksa, böyle bir kampanyada çalışanlar da hem dinî sorumluluk bakımından hem de para işlerini yürütme bakımından kendilerine güvenilir kimseler ise, söz konusu zekat hesabına para yatırıp vekalet yoluyla zekat ve fitre ödenebilir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.
01.04.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?



ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

Bazı vakıflar/kişiler/kuruluşlar, çalışanlarının maaşını ödeyemez hale gelince, ey müslümanlar zekatlarınızı bize verin de, maaşları ödeyelim, diyerek bir proje başlatmışlar. Çünkü kendilerini Allah yolunda (fi sebilillâh) mücadele veren kişiler ya da ilim talebeleri olarak görüyorlarmış.
Biz şimdilik, fi sebilillâh meselesini, ilim talebeleri meselesini ve ayrıca sözkonusu kuruluşlarda/vakıflarda çalışanların hepsinin fakir olup olmadığı gibi meseleleri bir tarafa bırakalım da şu noktaya dikkat çekelim.

Fakirlere zekat veren kişiler, bunu bir karşılık beklemeden verirler. Bir işte çalışarak oradan ücret/maaş almayı hak eden bir kimseye verilen maaşlar, zekat yerine geçmez. Bir patron/işveren, hem fakiri bir ay çalıştırır hem de ona vereceği maaşı zekat yerine saymaya kalkışırsa bu olmaz. Zekatı ayrıca vermelidir.
Zekat karşılığında fakire bir iş yaptırılamaz.
Bir kişi fakir ise, kendi patronu/işvereni dışında başka insanlar ona zekat verebilir ama bu şekilde verilen zekatlar da onun çalışmasına karşılık sayılamaz. Zekat, meccanen ve karşılıksız verilir. (Bu noktada sadece zekat toplama memuru olarak devlet tarafından ataması yapılan kişilerin/âmillerin farklı bir durumu vardır ve o meseleyi de başka bir yazıda ele almak gerekir.)

Evet, söz konusu projeler hakkında şimdilik bu kadarla yetinmiş olayım. Aslında bu konuda dinî bakımdan değerlendirilmesi gereken bir çok husus var.
Zekat, öyle herkesin kendi kafasına göre toplayıp keyfince dağıtabileceği bir şey değil. En başta bir ibadet, gelişigüzel yapılır mı?
Ama maalesef bazı müslümanlar çok acele ediyorlar ve uluorta işlere girişiyorlar.
Keşke işlerini dine uydurmak için ve ibadetleri düzgün yerine getirmek için daha hassas olsalardı.
Maalesef, mesele para toplamak olunca bazılarının başı dönüyor. Gözlerinin önünü bile göremez oluyorlar.
31.03.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
KURBAN ORGANİZASYONLARINDA ŞEFFAF SÖZLEŞME




DEVLETE BAĞLI ZEKAT KURUMU KURULSUN MU?

Bugünlerde bazıları, devlet bir zekat kurumu kursun, diye propagandaya başlamışlar
Bana sorarsanız, o işler öyle basit değil.
Ama madem böyle bir teklifte bulunuyorlar. Öyleyse beni şu konuda aydınlatsınlar:
Cihana hükmeden Osmanlı devleti, zekat topluyor muydu? Zekat toplamak için kurduğu kurumun adı neydi? Zekatları kimlere toplatırdı? Nasıl toplardı? Kimlere dağıtırdı? Nasıl dağıtırdı?
Öşür diye topladığı, fıkıhtaki öşür müydü? ...
Atmasyon yok!
Buyursunlar, cevap versinler.

31.03.2020
Bilal ESEN

RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ ÖNEREN HOCALARIN GÜNAHI NE?

Toplumda bazılarının, dinin ve Peygamberin adını kullanarak ve güya bilmem kimin gördüğü rüyaya dayanarak çeşitli hastalıklara karşı ilaçlar önerdiklerini, bazı maddeler içmeyi tavsiye ettiklerini ve bu tavsiyelerini videolarla ve sosyal medya aracılığıyla yayarak halkı yönlendirmeye çalıştıklarını duyuyoruz, görüyorüz.
Bu tür videoları hazırlamanın ve yaymanın sorumlusunu aramak, bizim işimiz değil. Bu hususu bir kenara bırakıp bu paylaşımların mahzurlarından bahsetmek istiyorum.
Kanaatimce, din adamı sıfatını kullanarak rüyaya dayalı ilaç tavsiyesinde bulunmak ve bunun videosunu herkese yaymak basit bir mesele değildir.
Birincisi: Din hocası olduğunu söyleyen bir kişinin, başkasının rüyasını reklam etmesi ve bunu dinî bir delil gibi sunması kabul edilemez. Kendi rüyası olsaydı dahi bununla halkı yönlendirmeye çalışamazdı. Halka anlatılacak dinin kaynakları bellidir. Rüya görenin sırf kendisi bununla amel eder veya etmez, o da ayrı bir mesele.
Rüya peygamberlerin kaynağı olabilir, diğer insanların değil.
Fakat ne yazık ki, bazı insanlarda hep kendini peygamber makamında görme gibi bir hastalık bulunduğu görülüyor. Kendi rüyalarını ve bunlarla ilgili yorumlarını, bir peygamberin rüyası ve peygamberin rüya tabiri mertebesinde görüyorlar. Hatta bazıları, Kur'an'ın bazı ayetlerinin kendilerinin doğum tarihine, diğer bazı ayetlerin ise hapisten çıktıkları günün tarihine işaret ettiğini bile söyleyebiliyorlar. Maâzallâh!
İkincisi: Bir virüse ve hastalığa karşı, rüyaya dayalı ilaç tavsiye edip bunun videosunu hazırlayanlar, mevcut durumdan istifadeyle ve dini istismar ederek piyasadaki belli bir sektörün çıkarına hizmet etmiş oluyorlar. Bu da din ve dünyevi menfaat ilişkisi bakımından, bütün din adamlarının ve ilahiyatçıların imajını zedeliyor, bütün din hocalarının karalanmasına yol açıyor.
Üçüncüsü: Bu tür rüya videolarını hazırlayanlar, gerçekten virüs bulaşmış insanları, hiçbir geçerliliği olmayan bilgilerle yanlış yönlendirmekte ve belki de onların sağlıklarını daha da tehlikeye atarak toplumu ifsat etmekte, sağlık sistemini ve hasta-doktor ilişkilerini provoke etmektedirler. Bu tür işleri mütemadiyen yapanların ve meslek edinenlerin "sâî bil fesad" kapsamına girdiklerini düşünüyorum.
Malumdur ki, bir gıdanın tüketilebilir olması onun her konuda ilaç olarak kullanılabilmesi anlamına gelmez. Bazı durumlarda hastanın su içmesi bile zararlı olur.
Bir maddeyi ilaç diye önermek, ancak tıp ve kimya gibi ilimlere emek verenlerin yapabileceği bir iştir. Tıp ilminde eğitim almayanların, başkalarının rüyalarına dayanarak hastalara ilaç önermeye çalışmaları, bile bile cinayet teşebbüsüdür ve "bilmiyorsanız bilenlere sorun" ve "emaneti ehline verin" gibi buyruklara da aykırıdır.
Dördüncüsü: Din hocası sıfatını kullanan kişilerin, kendi alanları dışında kalan ve uzun soluklu bilimsel çalışma gerektiren konularda hiçbir çalışma yapmadan rüyalarla, yakazalarla ve basit düşüncelerle insanlara yol göstermeye çalışmaları, bilim adamlarının mevcut çabalarını sabote etmeye çalışmaktır. Ayrıca bu davranışları, İslam'ın bilime karşı olduğu şeklindeki ithamlara ve algı operasyonlarına koz vermekte, çağımızdaki müslüman imajını kirleterek bütün dünya müslümanlarının geleceğine zarar vermektedir.
Saymaya çalıştığım sakıncalı sonuçları ve benzerlerini hesaba katmak, rüyaya dayalı ilaç önerenlere kesinlikle kanmamak gerekiyor.
Halkı yanlışa sürükleyenlerin de bir an önce işin vehametini kavramalarını ve gafletten kurtulmalarını umuyoruz.

Allahü a'lâ ve a'lem.
28 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
ÇÖREK OTU HAKKINDAKİ HADİSLERİ NASIL ANLAYALIM?
BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR





BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR

Zaman zaman bazı insanlar, falan kişinin Peygamberi rüyada gördüğünü, ona şunu yapmasını veya falan hastalığa karşı şunu içmesini tavsiye ettiğini ve benzeri iddialarını dile getiriyorlar. Sadece iddia etmekle kalmıyor, videolarla, sosyal medya aracılığıyla bunun propagandasını yapıp halkı bu rüyaya göre yönlendirmeye çalışıyorlar.
Bir müddet sonra, bu tür iddiaların çoğunun yalan olduğu ve uydurulduğu da ortaya çıkıyor. Bu işleri yapmak adeta bir kesimin mesleği haline gelmiş.
Belli ki, dinî konularda halkın zihni yapısı bozulsun, bulanıklık devam etsin ve kafalar iyice karışsın isteniyor.
Rüyaya dayanarak ilaç tavsiyesinde bulunmanın ne gibi mahzurları bulunduğu meselesini başka bir yazıya bırakarak, burada bir hususu dostlarımla paylaşmayı dinî ve insanî bir vazife biliyorum.
Anlaşılan o ki,
Bu tür iddialarla, birileri kendilerinin normal bir insan olmadıklarını, doğrudan Allah (cc) ve Peygamber (sas) ile görüşen üstün varlıklar olduklarını ilan etmeye ve toplumdaki diğer insanlara karşı özel bir imtiyaz kazanmaya çalışıyorlar. İnsan olmak bunlara az geliyor (!) Hatta insan/beşer olan bir Peygambere ümmet olmak bile bunlara ağır geliyor, bundan gocunuyorlar.
Allah (cc) Muhammed Mustafa'yı (sas) son peygamber olarak ilan etmemiş olsaydı, herhalde bu kişiler şimdiye kadar çoktan peygamberliklerini bile ilan ederlerdi. Bunu yapamayınca kendilerine başka kapılar bulmaya çalışıyorlar.
Mesela, tarihten beri bir kesim, 'evliyalar enbiyadan üstün mü', diye bir tartışma başlatmışlar. Yani peygamber olamasalar bile, aralarındaki bazı kişilerin peygamberlerden üstün olduğu fikrini zihinlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Amaç belli. Onların üstün varlıklar olduğuna inanan bazı kişileri etraflarına toplayıp onlar sayesinde güç ve iktidar elde etmek. Bu güç sayesinde bazı hedeflere ulaşmak.
Yine durmamışlar, 'şeyhin sana namazı terk et, derse terk eder misin?' gibi bazı sorular icat etmişler. Kimisi demiş, kerhen namazı terk ederim, kimisi de demiş ben şeyhimi dinlerim, gönüllü olarak namazı terk ederim.
Allah ve Rasulü namaz kılın, diye emrederken şunların meşgul oldukları meselelere bakar mısınız? Dindarların en azılı düşmanı şeytanın bile aklına gelmeyecek bu tür soruları bulmak ve kitaplarda yayınlamak neye hizmet ediyor? Amaç ne?
Korkarım ki, bu kişilerin beslendiği kaynaklar ve kitaplar, dini istismar eden terör örgütlerini besleyen kaynakların aynısı.
Dinimizin ve ülkemizin selameti için bu kaynakların kurutulması veya en etkili biçimde dezenfekte edilmesi gerekiyor.

27 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ TAVSİYE EDEN HOCALARIN GÜNAHI NE?


ASLINDA ÖLÜM, CORONAVİRÜS'TEN ÖNCE DE VARMIŞ (!)



İstatistiklere göre 2018 yılında Türkiye'de yaklaşık 426.000 kişi ölmüş. 2017'de ölenlerin sayısı da yaklaşık bu kadar. Bu rakamı 365'e bölelim.

Yani ülkemizde hergün ortalama 1170 kişi ölüyor.

Coronadan ölenlerin sayısı ise bugünlerde günde 1. Toplam ölümlerin binde biri bile değil.

Bin ölüm sebebi varsa, bunun sadece bir tanesi corona.
Geride 999 ölüm daha var.
Açıkçası ölüm kaçınılmaz.

Evet tedbirimizi alalım. Zaten canı korumak Allah'ın da emri.
Ama bu dünyadaki asıl meselemizin Allah'a (cc) kulluk meselesi olduğunu nasıl unutabiliriz?

Bazılarının aklı başında değil ki, hâlâ günah olan alışkanlıklarına devam ediyorlar. Geçen gün kaçak içki içmekten dolayı İstanbul'da 20-30 kişi ölmüş. 
Akıl alır gibi değil.

Madem ölüm muhakkak. Öyleyse, ölmemek için çalıştığımız kadar, hatta belki ondan daha fazla, ölüm sonrasına da çalışmamız gerekmiyor mu?

Ne diyordu şair:
"Dikkat edin! Gelecek olan her şey yakındır,
Sonunda toprak, her canlıdan nasibini alacaktır."

ألا كل ما هو آت قريب
وللأرض من كل حي نصيب

20.03.2020
Bilal ESEN




KATILIM BANKALARI KÂR-ZARAR ORTAKLIĞI PRENSİBİYLE Mİ ÇALIŞIYORLAR?

Öteden beri, katılım bankalarının kâr-zarar ortaklığı şeklinde çalıştığı bilgisi yaygındı. Fakat geçenlerde Merkez Bankası'nın yayınladığı 2020/3 sayılı tebliğ artık işin böyle olmayabileceğini gösterdi.

Bu tebliğe göre, katılma hesaplarında meydana gelecek zararı sadece vatandaş yüklenir. Yani hesap sahibi.

Araştırdığımızda tebliğin eski halinde, katılım bankalarının zarara da ortak olması gerektiğini belirten farklı bir maddenin bulunduğunu görüyoruz.

İstişare ettiğimiz bazı hocalarımız, söz konusu maddenin yeni halinin daha doğru olduğunu söylediler. Onlara göre, katılım bankaları vatandaştan fon toplarken mudârebe akdi yapıyorlardı. Fıkıh ilmine göre de, mudârebede zararı sadece sermaye sahibi çeker, parayı işleten mudâribin ise yalnızca emeği boşa gitmiş olurdu.

Merkez Bankası'nın söz konusu tebliğinin eski halinde katılım bankası da zarara ortak olur, şeklinde bir ifade bulunurken, şimdi bu madde değiştirilmiştir. Şayet katılım bankası mudâripse, önceki yıllarda da mudâripti. O zamanlarda niye böyle bir madde vardı?
Geçmiş senelerde kendilerini hep kâr-zarar ortaklığı şeklinde takdim ederlerken bu ani değişiklik dikkat çekti.


12.02.2020
Bilal ESEN

NOT: Yazıyı yazdıktan sonra, bu yazıda sözünü ettiğim değişikliğin, yani katılma hesaplarındaki zararın bütünüyle vatandaşa ait olması hususunun, esasında 2018 yılında gerçekleştirildiğini öğrendim.
Şöyle ki;

2006 yılında yürürlüğe giren ve katılım bankalarını da ilgilendiren, Mevduat ve Katılım Fonunun Kabulüne, Çekilmesine ve Zamanaşımına Uğrayan Mevduat, Katılım Fonu, Emanet ve Alacaklara İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik'te, şu hüküm bulunmaktadır: "katılım bankaları, katılma hesaplarının işletilmesinden doğacak kar ve zarara katılma oranlarını, zarara katılma oranı kara katılma oranının yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla, para cinsi, tutar ve vade grupları itibariyle ayrı ayrı belirleyebilir."

Bu hükmün değiştirilmesi 18/10/2018 tarihli ve 30569 sayılı Resmi gazete yayınlanan ve söz konusu Yönetmelikte değişiklik yapan bir yönetmelikle gerçekleştirilmiştir. Yönetmelikteki bu değişikliğin, ilgili kurumların tebliğlerine yansıması ise daha sonra olmuştur. Yukarıdaki yazıda sözü edilen tebliğ böyledir. Bu değişiklikle birlikte “katılma hesaplarında, yatırılan anaparanın hesap sahibine aynen geri ödenmesi de garanti edilemez” hükmü de Yönetmelikte yerini almıştır.

Katılma hesaplarıyla ilgili gerçekleştirilen bu köklü değişikliğin kamuoyuna yeterince duyurulup duyurulmadığı ve özellikle de katılım bankalarının, öteden beri katılma hesabında parası bulunan vatandaşları yeni durumdan haberdar edip etmedikleri ve önceki sözleşmeler yerine yeni sözleşmeler yapıp yapmadıkları hususu da önemlidir. Bu tür hususlarda dürüstlük ve şeffaflık sorunlarının bulunduğu kanaatindeyim.

Yine belirtelim ki, Yönetmelikte değişiklik yapılıp katılma hesabındaki zarar bütünüyle vatandaşa yüklense de, hâlâ söz konusu yönetmeliğin diğer cümlelerinde katılma hesapları hakkında “kâr zarar ortaklığı” ifadesinin bulunması ilginçtir. Bir yerde şöyle denilmektedir: “Katılma hesapları, kâr zarar ortaklığı sözleşmesine veya kamu kurum ve kuruluşları ile fonlar ve tüzel kişi müşterilerle akdedilecek yatırım vekâleti sözleşmesine dayalı olarak açılabilir.”


İlgili yazılar: