İNSANIN HUYUNU DEĞİŞTİRMEK, BİR ORGANINI DEĞİŞTİRMEKTEN DAHA ZOR

Sokağa çıkma yasağı başlayacak diye dün akşam fırınların, marketlerin önünde izdiham meydana getirenler ve sağlık önlemlerini, sosyal mesafeyi hiçe sayanlar bize gösterdi ki, eğitim kolay iş değil.
Ama bu eğitimi sağlıkçılar yapabilir mi?
Görüldü ki, bu konuda sağlıkçılardan başka bir kesime de ihtiyaç varmış.
Sağlıkçının işi, tedaviyle uğraşmak. Zaten insanlar, sağlıkçılara hayatlarının kısa bir süresinde uğrarlar.
Eğitim ise hayat boyu süren çok uzun soluklu bir iştir ve bunu sayısalcılardan ziyade sosyal bilimciler, eğitimciler yapar. Bir de, öğretmek başka bir şeydir, eğitmek başka bir şey.
Bir insanı adam edebilmek için öğretmenlerinin ve hocalarının göstermesi gereken sabır, sağlıkçının sabrından az değildir. Bir insanın huyunu ve ahlakını değiştirmek, kanındaki şeker seviyesini değiştirmekten hatta bir organını değiştirmekten daha zor.
Kısacası, insanların iradelerini birtakım davranışlara yönlendirmek veya yanlış hareketlerden alıkoymak, tıbbî tedaviden çok farklı bir şey.
İşte bu nedenle toplumdaki salgınla mücadele için sağlık alanındaki uzmanlardan başka ve belki de onlardan önce eğitimcilerin, toplum bilimcilerin ve manevi rehberlerin inisiyatif alması çok önemli.
Allah yâr ve yardımcımız olsun.
11.04.2020
Bilal Esen

İBADETİN SAHTESİ OLUR MU?

İbadetin sahtesi, çakması olur mu, olsa da kabul olur mu?
Ülkemizde müslümanların ibadetlerinin bilinen adları şöyle: Namaz, oruç, zekat, hac, kurban...
Birisi çıkıp da, müslümanlık adına;
kesimsiz kurban, peygamber kurbanı, temsil kurbanı, temsilî namaz, temsilen zekat, fatma ana orucu, hızır orucu, su orucu, etsiz oruç... demeye başladı mı, yaptığı işin aslından kuşkulu olduğunu elevermiş oluyor.
Çünkü bazen bir şeye ilave vasıflar getirmek, o şeyin özgünlüğü hakkında şüphe uyandırır. Neden adını yalın haliyle söylemiyorsun da, kulak tırmalayıcı ilaveler yapıyorsun, derler. Şayet yapılan davranış ibadetse bunun nasıl yapılacağı İslam dininin temel kaynaklarında bellidir. Kurban kurbandır, namaz namazdır, oruç oruçtur...
Velhasıl, orijinalden şaşmamak ve taklitlerinden sakınmak gerek.





YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?

Öncelikle şunu biliyoruz ki, Müslümanların yapabileceği hayırlar, zekat, fitre veya oruç fidyesinden ibaret değildir. Bunların dışında da hayırlı işlere maddi ve manevi destek sağlamak sevaptır.
Zekat ise dinen fakir sayılan kişilerin kendilerine verilir, kurumsal ihtiyaçlara harcanamaz.
Bu sebeple herhangi bir yardım kampanyası, sadece fakirlere yönelik düzenlenmemişse veya fakirlerin tespitinde dinî kriterler esas alınmamışsa ya da yardımlar bizzat fakirlerin eline geçmeyecekse, bu yolla zekat ve fitre ödenemez.
Ancak zekat için ayrı bir hesap bulunuyorsa ve burada toplanan paralar dinen fakir sayılan kimselere ulaştırılacaksa, böyle bir kampanyada çalışanlar da hem dinî sorumluluk bakımından hem de para işlerini yürütme bakımından kendilerine güvenilir kimseler ise, söz konusu zekat hesabına para yatırıp vekalet yoluyla zekat ve fitre ödenebilir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.
01.04.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?



ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

Bazı vakıflar/kişiler/kuruluşlar, çalışanlarının maaşını ödeyemez hale gelince, ey müslümanlar zekatlarınızı bize verin de, maaşları ödeyelim, diyerek bir proje başlatmışlar. Çünkü kendilerini Allah yolunda (fi sebilillâh) mücadele veren kişiler ya da ilim talebeleri olarak görüyorlarmış.
Biz şimdilik, fi sebilillâh meselesini, ilim talebeleri meselesini ve ayrıca sözkonusu kuruluşlarda/vakıflarda çalışanların hepsinin fakir olup olmadığı gibi meseleleri bir tarafa bırakalım da şu noktaya dikkat çekelim.

Fakirlere zekat veren kişiler, bunu bir karşılık beklemeden verirler. Bir işte çalışarak oradan ücret/maaş almayı hak eden bir kimseye verilen maaşlar, zekat yerine geçmez. Bir patron/işveren, hem fakiri bir ay çalıştırır hem de ona vereceği maaşı zekat yerine saymaya kalkışırsa bu olmaz. Zekatı ayrıca vermelidir.
Zekat karşılığında fakire bir iş yaptırılamaz.
Bir kişi fakir ise, kendi patronu/işvereni dışında başka insanlar ona zekat verebilir ama bu şekilde verilen zekatlar da onun çalışmasına karşılık sayılamaz. Zekat, meccanen ve karşılıksız verilir. (Bu noktada sadece zekat toplama memuru olarak devlet tarafından ataması yapılan kişilerin/âmillerin farklı bir durumu vardır ve o meseleyi de başka bir yazıda ele almak gerekir.)

Evet, söz konusu projeler hakkında şimdilik bu kadarla yetinmiş olayım. Aslında bu konuda dinî bakımdan değerlendirilmesi gereken bir çok husus var.
Zekat, öyle herkesin kendi kafasına göre toplayıp keyfince dağıtabileceği bir şey değil. En başta bir ibadet, gelişigüzel yapılır mı?
Ama maalesef bazı müslümanlar çok acele ediyorlar ve uluorta işlere girişiyorlar.
Keşke işlerini dine uydurmak için ve ibadetleri düzgün yerine getirmek için daha hassas olsalardı.
Maalesef, mesele para toplamak olunca bazılarının başı dönüyor. Gözlerinin önünü bile göremez oluyorlar.
31.03.2020
Dr. Bilal ESEN

Benzer yazılar:
YARDIM KAMPANYALARINA PARA YATIRMAKLA ZEKAT ÖDENMİŞ OLUR MU?
ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLİN SINIFI KİMLERDİR?
KURBAN ORGANİZASYONLARINDA ŞEFFAF SÖZLEŞME




DEVLETE BAĞLI ZEKAT KURUMU KURULSUN MU?

Bugünlerde bazıları, devlet bir zekat kurumu kursun, diye propagandaya başlamışlar
Bana sorarsanız, o işler öyle basit değil.
Ama madem böyle bir teklifte bulunuyorlar. Öyleyse beni şu konuda aydınlatsınlar:
Cihana hükmeden Osmanlı devleti, zekat topluyor muydu? Zekat toplamak için kurduğu kurumun adı neydi? Zekatları kimlere toplatırdı? Nasıl toplardı? Kimlere dağıtırdı? Nasıl dağıtırdı?
Öşür diye topladığı, fıkıhtaki öşür müydü? ...
Atmasyon yok!
Buyursunlar, cevap versinler.

31.03.2020
Bilal ESEN

RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ ÖNEREN HOCALARIN GÜNAHI NE?

Toplumda bazılarının, dinin ve Peygamberin adını kullanarak ve güya bilmem kimin gördüğü rüyaya dayanarak çeşitli hastalıklara karşı ilaçlar önerdiklerini, bazı maddeler içmeyi tavsiye ettiklerini ve bu tavsiyelerini videolarla ve sosyal medya aracılığıyla yayarak halkı yönlendirmeye çalıştıklarını duyuyoruz, görüyorüz.
Bu tür videoları hazırlamanın ve yaymanın sorumlusunu aramak, bizim işimiz değil. Bu hususu bir kenara bırakıp bu paylaşımların mahzurlarından bahsetmek istiyorum.
Kanaatimce, din adamı sıfatını kullanarak rüyaya dayalı ilaç tavsiyesinde bulunmak ve bunun videosunu herkese yaymak basit bir mesele değildir.
Birincisi: Din hocası olduğunu söyleyen bir kişinin, başkasının rüyasını reklam etmesi ve bunu dinî bir delil gibi sunması kabul edilemez. Kendi rüyası olsaydı dahi bununla halkı yönlendirmeye çalışamazdı. Halka anlatılacak dinin kaynakları bellidir. Rüya görenin sırf kendisi bununla amel eder veya etmez, o da ayrı bir mesele.
Rüya peygamberlerin kaynağı olabilir, diğer insanların değil.
Fakat ne yazık ki, bazı insanlarda hep kendini peygamber makamında görme gibi bir hastalık bulunduğu görülüyor. Kendi rüyalarını ve bunlarla ilgili yorumlarını, bir peygamberin rüyası ve peygamberin rüya tabiri mertebesinde görüyorlar. Hatta bazıları, Kur'an'ın bazı ayetlerinin kendilerinin doğum tarihine, diğer bazı ayetlerin ise hapisten çıktıkları günün tarihine işaret ettiğini bile söyleyebiliyorlar. Maâzallâh!
İkincisi: Bir virüse ve hastalığa karşı, rüyaya dayalı ilaç tavsiye edip bunun videosunu hazırlayanlar, mevcut durumdan istifadeyle ve dini istismar ederek piyasadaki belli bir sektörün çıkarına hizmet etmiş oluyorlar. Bu da din ve dünyevi menfaat ilişkisi bakımından, bütün din adamlarının ve ilahiyatçıların imajını zedeliyor, bütün din hocalarının karalanmasına yol açıyor.
Üçüncüsü: Bu tür rüya videolarını hazırlayanlar, gerçekten virüs bulaşmış insanları, hiçbir geçerliliği olmayan bilgilerle yanlış yönlendirmekte ve belki de onların sağlıklarını daha da tehlikeye atarak toplumu ifsat etmekte, sağlık sistemini ve hasta-doktor ilişkilerini provoke etmektedirler. Bu tür işleri mütemadiyen yapanların ve meslek edinenlerin "sâî bil fesad" kapsamına girdiklerini düşünüyorum.
Malumdur ki, bir gıdanın tüketilebilir olması onun her konuda ilaç olarak kullanılabilmesi anlamına gelmez. Bazı durumlarda hastanın su içmesi bile zararlı olur.
Bir maddeyi ilaç diye önermek, ancak tıp ve kimya gibi ilimlere emek verenlerin yapabileceği bir iştir. Tıp ilminde eğitim almayanların, başkalarının rüyalarına dayanarak hastalara ilaç önermeye çalışmaları, bile bile cinayet teşebbüsüdür ve "bilmiyorsanız bilenlere sorun" ve "emaneti ehline verin" gibi buyruklara da aykırıdır.
Dördüncüsü: Din hocası sıfatını kullanan kişilerin, kendi alanları dışında kalan ve uzun soluklu bilimsel çalışma gerektiren konularda hiçbir çalışma yapmadan rüyalarla, yakazalarla ve basit düşüncelerle insanlara yol göstermeye çalışmaları, bilim adamlarının mevcut çabalarını sabote etmeye çalışmaktır. Ayrıca bu davranışları, İslam'ın bilime karşı olduğu şeklindeki ithamlara ve algı operasyonlarına koz vermekte, çağımızdaki müslüman imajını kirleterek bütün dünya müslümanlarının geleceğine zarar vermektedir.
Saymaya çalıştığım sakıncalı sonuçları ve benzerlerini hesaba katmak, rüyaya dayalı ilaç önerenlere kesinlikle kanmamak gerekiyor.
Halkı yanlışa sürükleyenlerin de bir an önce işin vehametini kavramalarını ve gafletten kurtulmalarını umuyoruz.

Allahü a'lâ ve a'lem.
28 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
ÇÖREK OTU HAKKINDAKİ HADİSLERİ NASIL ANLAYALIM?
BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR





BAZILARI İNSAN OLMAYI KÜÇÜMSÜYORLAR

Zaman zaman bazı insanlar, falan kişinin Peygamberi rüyada gördüğünü, ona şunu yapmasını veya falan hastalığa karşı şunu içmesini tavsiye ettiğini ve benzeri iddialarını dile getiriyorlar. Sadece iddia etmekle kalmıyor, videolarla, sosyal medya aracılığıyla bunun propagandasını yapıp halkı bu rüyaya göre yönlendirmeye çalışıyorlar.
Bir müddet sonra, bu tür iddiaların çoğunun yalan olduğu ve uydurulduğu da ortaya çıkıyor. Bu işleri yapmak adeta bir kesimin mesleği haline gelmiş.
Belli ki, dinî konularda halkın zihni yapısı bozulsun, bulanıklık devam etsin ve kafalar iyice karışsın isteniyor.
Rüyaya dayanarak ilaç tavsiyesinde bulunmanın ne gibi mahzurları bulunduğu meselesini başka bir yazıya bırakarak, burada bir hususu dostlarımla paylaşmayı dinî ve insanî bir vazife biliyorum.
Anlaşılan o ki,
Bu tür iddialarla, birileri kendilerinin normal bir insan olmadıklarını, doğrudan Allah (cc) ve Peygamber (sas) ile görüşen üstün varlıklar olduklarını ilan etmeye ve toplumdaki diğer insanlara karşı özel bir imtiyaz kazanmaya çalışıyorlar. İnsan olmak bunlara az geliyor (!) Hatta insan/beşer olan bir Peygambere ümmet olmak bile bunlara ağır geliyor, bundan gocunuyorlar.
Allah (cc) Muhammed Mustafa'yı (sas) son peygamber olarak ilan etmemiş olsaydı, herhalde bu kişiler şimdiye kadar çoktan peygamberliklerini bile ilan ederlerdi. Bunu yapamayınca kendilerine başka kapılar bulmaya çalışıyorlar.
Mesela, tarihten beri bir kesim, 'evliyalar enbiyadan üstün mü', diye bir tartışma başlatmışlar. Yani peygamber olamasalar bile, aralarındaki bazı kişilerin peygamberlerden üstün olduğu fikrini zihinlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Amaç belli. Onların üstün varlıklar olduğuna inanan bazı kişileri etraflarına toplayıp onlar sayesinde güç ve iktidar elde etmek. Bu güç sayesinde bazı hedeflere ulaşmak.
Yine durmamışlar, 'şeyhin sana namazı terk et, derse terk eder misin?' gibi bazı sorular icat etmişler. Kimisi demiş, kerhen namazı terk ederim, kimisi de demiş ben şeyhimi dinlerim, gönüllü olarak namazı terk ederim.
Allah ve Rasulü namaz kılın, diye emrederken şunların meşgul oldukları meselelere bakar mısınız? Dindarların en azılı düşmanı şeytanın bile aklına gelmeyecek bu tür soruları bulmak ve kitaplarda yayınlamak neye hizmet ediyor? Amaç ne?
Korkarım ki, bu kişilerin beslendiği kaynaklar ve kitaplar, dini istismar eden terör örgütlerini besleyen kaynakların aynısı.
Dinimizin ve ülkemizin selameti için bu kaynakların kurutulması veya en etkili biçimde dezenfekte edilmesi gerekiyor.

27 Mart 2020
Bilal ESEN

Benzer Yazılar:
RÜYAYA DAYANARAK İLAÇ TAVSİYE EDEN HOCALARIN GÜNAHI NE?


ASLINDA ÖLÜM, CORONAVİRÜS'TEN ÖNCE DE VARMIŞ (!)



İstatistiklere göre 2018 yılında Türkiye'de yaklaşık 426.000 kişi ölmüş. 2017'de ölenlerin sayısı da yaklaşık bu kadar. Bu rakamı 365'e bölelim.

Yani ülkemizde hergün ortalama 1170 kişi ölüyor.

Coronadan ölenlerin sayısı ise bugünlerde günde 1. Toplam ölümlerin binde biri bile değil.

Bin ölüm sebebi varsa, bunun sadece bir tanesi corona.
Geride 999 ölüm daha var.
Açıkçası ölüm kaçınılmaz.

Evet tedbirimizi alalım. Zaten canı korumak Allah'ın da emri.
Ama bu dünyadaki asıl meselemizin Allah'a (cc) kulluk meselesi olduğunu nasıl unutabiliriz?

Bazılarının aklı başında değil ki, hâlâ günah olan alışkanlıklarına devam ediyorlar. Geçen gün kaçak içki içmekten dolayı İstanbul'da 20-30 kişi ölmüş. 
Akıl alır gibi değil.

Madem ölüm muhakkak. Öyleyse, ölmemek için çalıştığımız kadar, hatta belki ondan daha fazla, ölüm sonrasına da çalışmamız gerekmiyor mu?

Ne diyordu şair:
"Dikkat edin! Gelecek olan her şey yakındır,
Sonunda toprak, her canlıdan nasibini alacaktır."

ألا كل ما هو آت قريب
وللأرض من كل حي نصيب

20.03.2020
Bilal ESEN




KATILIM BANKALARI KÂR-ZARAR ORTAKLIĞI PRENSİBİYLE Mİ ÇALIŞIYORLAR?

Öteden beri, katılım bankalarının kâr-zarar ortaklığı şeklinde çalıştığı bilgisi yaygındı. Fakat geçenlerde Merkez Bankası'nın yayınladığı 2020/3 sayılı tebliğ artık işin böyle olmayabileceğini gösterdi.

Bu tebliğe göre, katılma hesaplarında meydana gelecek zararı sadece vatandaş yüklenir. Yani hesap sahibi.

Araştırdığımızda tebliğin eski halinde, katılım bankalarının zarara da ortak olması gerektiğini belirten farklı bir maddenin bulunduğunu görüyoruz.

İstişare ettiğimiz bazı hocalarımız, söz konusu maddenin yeni halinin daha doğru olduğunu söylediler. Onlara göre, katılım bankaları vatandaştan fon toplarken mudârebe akdi yapıyorlardı. Fıkıh ilmine göre de, mudârebede zararı sadece sermaye sahibi çeker, parayı işleten mudâribin ise yalnızca emeği boşa gitmiş olurdu.

Merkez Bankası'nın söz konusu tebliğinin eski halinde katılım bankası da zarara ortak olur, şeklinde bir ifade bulunurken, şimdi bu madde değiştirilmiştir. Şayet katılım bankası mudâripse, önceki yıllarda da mudâripti. O zamanlarda niye böyle bir madde vardı?
Geçmiş senelerde kendilerini hep kâr-zarar ortaklığı şeklinde takdim ederlerken bu ani değişiklik dikkat çekti.


12.02.2020
Bilal ESEN

NOT: Yazıyı yazdıktan sonra, bu yazıda sözünü ettiğim değişikliğin, yani katılma hesaplarındaki zararın bütünüyle vatandaşa ait olması hususunun, esasında 2018 yılında gerçekleştirildiğini öğrendim.
Şöyle ki;

2006 yılında yürürlüğe giren ve katılım bankalarını da ilgilendiren, Mevduat ve Katılım Fonunun Kabulüne, Çekilmesine ve Zamanaşımına Uğrayan Mevduat, Katılım Fonu, Emanet ve Alacaklara İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik'te, şu hüküm bulunmaktadır: "katılım bankaları, katılma hesaplarının işletilmesinden doğacak kar ve zarara katılma oranlarını, zarara katılma oranı kara katılma oranının yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla, para cinsi, tutar ve vade grupları itibariyle ayrı ayrı belirleyebilir."

Bu hükmün değiştirilmesi 18/10/2018 tarihli ve 30569 sayılı Resmi gazete yayınlanan ve söz konusu Yönetmelikte değişiklik yapan bir yönetmelikle gerçekleştirilmiştir. Yönetmelikteki bu değişikliğin, ilgili kurumların tebliğlerine yansıması ise daha sonra olmuştur. Yukarıdaki yazıda sözü edilen tebliğ böyledir. Bu değişiklikle birlikte “katılma hesaplarında, yatırılan anaparanın hesap sahibine aynen geri ödenmesi de garanti edilemez” hükmü de Yönetmelikte yerini almıştır.

Katılma hesaplarıyla ilgili gerçekleştirilen bu köklü değişikliğin kamuoyuna yeterince duyurulup duyurulmadığı ve özellikle de katılım bankalarının, öteden beri katılma hesabında parası bulunan vatandaşları yeni durumdan haberdar edip etmedikleri ve önceki sözleşmeler yerine yeni sözleşmeler yapıp yapmadıkları hususu da önemlidir. Bu tür hususlarda dürüstlük ve şeffaflık sorunlarının bulunduğu kanaatindeyim.

Yine belirtelim ki, Yönetmelikte değişiklik yapılıp katılma hesabındaki zarar bütünüyle vatandaşa yüklense de, hâlâ söz konusu yönetmeliğin diğer cümlelerinde katılma hesapları hakkında “kâr zarar ortaklığı” ifadesinin bulunması ilginçtir. Bir yerde şöyle denilmektedir: “Katılma hesapları, kâr zarar ortaklığı sözleşmesine veya kamu kurum ve kuruluşları ile fonlar ve tüzel kişi müşterilerle akdedilecek yatırım vekâleti sözleşmesine dayalı olarak açılabilir.”


İlgili yazılar:




ZERRE ZERRE BİRİKENLER, UMUDUMUZ OLABİLİR

Zilzâl sûresinden öğrendiğimize göre, dünyada zerre kadar bir iyilik yapan, onun karşılığını kıyamette görecek, zerre kadar bir kötülük yapan da kıyamette onu görecektir.
Velhasıl, "zerre kadar" deyip geçmeden, küçük-büyük her iyilik fırsatını değerlendirmemiz gerekmez mi? Çünkü en ufak bir hayra ihtiyaç duyacağımız o hesap günü, mutlaka gelecek!
Bu bir şaka değil, gerçek.
Büyük işler başaramıyoruz belki ama zerre zerre birikenler bizi kurtarır, inşaallâh.

Bilal ESEN

BUGÜN İLAHİYAT OKUMAK

Bugün fıkıh okumak demek, bugünün insanının en çok karşılaştığı, en popüler şu kadar (50, 100, 200 veya ...) güncel mesele hakkında bir fikri olmak, bu konulardaki dinî hassasiyetleri halka aktarabilecek ve onlara rehberlik edebilecek derecede derli toplu bilgilere sahip olmak demektir.
Bugün kelam/akait okumak, bugünün insanının en çok karşılaştığı, en popüler şu kadar (50, 100, 200 veya ...) güncel inanç problemi hakkında bir fikri olmak, bu konulardaki dinî hassasiyetleri halka aktarabilecek ve onlara rehberlik edebilecek derecede derli toplu bilgilere sahip olmak demektir.
Bugün tasavvuf okumak...
Bugün din psikolojisi okumak...
Velhasıl bugün ilahiyat okumak;
a) Sadece tarihe mahkum olmayıp bugünün meselelerini de analiz edebilmek,
b) Sadece soru soran/soruşturma yapan konumunda olmayıp yeni dinî bilgiler de üretebilmek,
c) Sadece zihinsel konularla meşgul olmayıp insanların günlük yaşamında pratik karşılığı olan bilgilerle, "faydalı ilim"le donanımlı hale gelmek ve bu bilgileri halka rehberlikte kullanabilmek,
demektir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.
Bilal Esen
2 Ağustos 2019


DİNÎ KONULARDA HATALI KONUŞANLARIN HEPSİNİ BİR TUTMAK DOĞRU MU?

Kimisi var, hayatını Allah'a ve dine adamış, samimi çalışmalarıyla tanınıyor. Şimdiye kadar hayırlı işlerde hep müslümanlarla birlikte hareket etmiş, birlik için çalışıyor. Fakat kırk yılın birinde ağzından hatalı bir söz çıkmış. Bundan dolayı onu tamamen defterden silelim mi? Yoksa dostça nasihat edip hatasını anlamasına yardımcı mı olalım?
Kimisi de var, hayatını müslümanlara sövmeye ve müslüman geleneğe hakaret etmeye adamış, müslümanların bütün sabitelerini yıkmayı amaç edinmiş ve ömrünü baştan sona bu işlere vermiş. Nerede bir müslüman varsa ondan uzaklaşmış da din aleyhtarlarına yakınlaşmayı maharet zannetmiş. Sürekli müslümanları sıkıştırmak üzere polemikler üretmeye çalışmış, yapıcı olmayı değil yıkıcı olmayı misyon edinmiş.
Şimdi, bu ikinci türden zevatın bırakın yanlışlarına, doğrularına bile inanmak zor. Çünkü kırk yılda bir söyledikleri o doğruda dahi samimi değildirler. İnanmadan söylerler. O sözlerinin ardında başka maksatlar ve planlar vardır. Nitekim geçmişte Peygamberimize düşman olanlardan bazıları da ona "Biz senin kesinlikle Allah elçisi olduğuna şahitlik ederiz" demişlerdi. Fakat Allah Teâlâ onların yalancı olduğunu bildirmek üzere hemen bir sûre indirdi: Münafikûn sûresi.
Kısacası, yıkıcı olmayı misyon edinmiş söz konusu zevatın başkalarından hoşgörü beklemeye hakları olabilir mi?
İlim geleneğini baştan sona yıkmaya ve ilim adamlarına hakaret etmeye çalışanların, ilim sahipleri gibi saygı görmek istemeleri bir çelişki değil mi?
Kanaatimce, bu kişileri hiç bir durumda sahiplenmemek gerekir. Velev ki bir sözleri çarpıtılmış olsun ve haksızlığa uğramış olsunlar. Onları niye biz savunalım ki?
Tabi ki, biz çarpıtanlardan olamayız ve ahlak dışına çıkamayız. Fakat bugüne kadar yaptıklarıyla karşımızda adeta bir şer kalesi gibi duranları savunmak ve masum göstermeye çalışmak da bizim işimiz değildir.
Farz edelim ki, kimse onlarla uğraşmamış ve sözlerini çarpıtmamış olsaydı, ne yapacaklardı? Boşta kalan o zamanlarında yine müslüman ilim geleneğine hakaret etmeye devam etmeyecekler miydi? Yine din konusunda insanların kafasını karıştıracak projeler peşinde koşmayacaklar mıydı?
Belki de, birilerinin onları meşgul etmesi, İslam'ın ve müslümanların hayrınadır.
Bırakalım da ne halleri varsa görsünler.


Kurban organizasyonu yapan kuruluşlar etleri kime yediriyorlar/yedirebilirler?

Hepsi mi bilemiyoruz, ama duyduğumuza göre kurban organizasyonu düzenleyen bazı kuruluşlar kestikleri kurban etlerinden bir kısmını o esnada çevrelerinde bulunanlara, yabancı ülkelerdeki devlet görevlilerine, kendilerini ağırlayanlara, kendi cemaatlerinin adamlarına, başka dinlerin mensuplarına ve benzeri kimselere zengin-fakir ayırt etmeksizin veriyor, kimi zaman da pişirip ikram ediyorlarmış.
Bu uygulamaya itiraz edenlere ise, Kurban bayramında kesilen kurbandan (udhiyyeden) herkes yiyebilir, bunu adak kurbanı gibi sadece fakirlere vermek lazım değil, diyorlarmış.

Burada hatalı bir değerlendirme yaptıkları açıktır.
Elbette ki kurban bayramında kurban kesen bir kişi, bundan ailesine de yedirebilir, zengin misafirlerine de yedirebilir.
Fakat yardım için kurulmuş bir kuruluş, insanlardan kurban vekaleti alırken bu kurbanları fakir ülkelere ulaştıracağını söylüyor ve afişlerinde sürekli fakir ülkelerdeki aciz ve perişan insanların görüntülerini kullanıyorsa, bu kurbanları keyfince dağıtamaz, sadece fakirlere dağıtması gerekir.
Bu kuruluşlar, kurbanlar üzerinde mutlak yetkili değildirler. Sadece vekalet verenlerin bildiği ve izin verdiği işleri yapabilirler.

Şayet daha rahat davranmak istiyorlarsa, şeffaflık içinde hareket edip işin başında para toplarken, her şeyi açıklamalı ve para verenlerden geniş yetki almalılar ve bunu da sözleşmede belirtmeliler. Söz konusu kuruluşların, para verenlerin bilmediği ve ileride duyduklarında razı olmayacağı işlere girişmeleri ne dinen ne de hukuken geçerlidir.

Kuruluşların kurban organizasyonları, basit bir bağış işlemi değildir. Birçok farklı iş ve hizmeti içermektedir. Para verenler adına hayvan satın alınması, kesilmesi, etlerin (fakire, zengine, öğrenciye, devlet görevlilerine vb.) dağıtılması, organizasyon masrafları için kesinti yapılması, organizasyon görevlilerine ücret ödenmesi, kurbandan artan paraların ve etlerin çeşitli maksatlarla değerlendirilmesi, toplanan paralar eksik kaldığında çeşitli yöntemlerle tamamlanması ve bunlar gibi daha birçok mesele vardır.
Bütün bu meselelerde yardım kuruluşları, para verenlerin bilgisi ve izni dışında işlere girişemezler.

Bu sebeple her yardım kuruluşunun, kurban organizasyonuna girişmeden önce kapsamlı bir vekalet sözleşmesi hazırlaması gerekir. Böylece insanlar da neye vekalet verdiklerini bilmiş olurlar.

Kurban organizasyonu bir bağış meselesinden ibaret değildir. Bu iş "dernek gelirleri alındı belgesi" ile halledilebilecek kadar da basit değildir. Nasıl ki ticari hayatta bir firmaya iş yaptırırken sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir binanın ya da caminin yapımını üstlenen müteahhitle sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir GSM şirketinden alınacak 20-30 liralık bir tarifenin bile bir sözleşmesi varsa, işte kurban organizasyonları da böyle bir sözleşme gerektirir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.

18.07.2019
Bilal ESEN





ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihal'inde "âmil" tanımı şöyle:

Şu tarife göre, zekat memuru (âmil), devletin atadığı kimsedir. Âmil kavramının tariflerinde, imâm, ülü'l-emr veya veliyyü'-l emr gibi ifadeler mutlaka yer alır. Bu, fıkıhta genel bir kabüldür. Devlet tarafından atama olmadıkça herhangi bir sivil kişi veya kuruluşun kendi kendini zekat memuru (âmil) olarak ilan etmesi geçerli değildir. Kendi teşebbüsleriyle insanlardan zekat toplayıp fakirlere dağıtan kişi veya kuruluşlar, amilin sınıfından değildir. Dolayısıyla zekat paralarından herhangi bir pay almaya hakları yoktur. Kendi dernek ve vakıflarına zekattan para ayıramazlar. Zekat dağıtırken yaptıkları masrafları da zekat parasından kesinti yaparak karşılayamazlar.
Zekat memuru ancak müslüman devlet başkanı tarafından, zekat toplamakla görevlendirilen/atanan kimsedir. Başka bir deyişle, amil olarak atanma işi, şahısların yetkisinde değil şer'î devletin yetkisindedir.
Bugün zekat toplayan sivil vakıflar ve dernekler, sadece birer aracıdırlar, vekildirler. Ve vekalet sözleşmesine bağlı olarak, topladıkları paraları eksiksiz bir şekilde ve bekletmeksizin yerlerine ulaştırmakla mükelleftirler. Bundan başka tasarruf yetkileri yoktur. Eğer yaptıkları işin masrafı varsa bunu zekat paralarından değil ayrıca talep edecekleri vekalet ve hizmet bedeliyle karşılayabilirler.
Şayet yardım paraları üzerinde başka bir tasarrufta bulunmak istiyorlarsa, kendilerini vekil tayin edenlerin yani para veren kişilerin iznini almak zorundadırlar. Ve bütün bu hususları da açık ve şeffaf bir sözleşme ile kayıt altına almaları, bağışçıların bilgisi dışında hiçbir iş ve işlem yapmamaları gerekir.
Ülkemizde kendi başına kurulmuş yüzlerce hatta binlerce vakıf ve dernek bulunmaktadır ve çoğu da zekat toplamaktadır. Bunların her birinin kendini zekat memuru ilan ederek topladığı paralardan kesinti yaptığı düşünülecek olsa, zekat paraları sırf bunları doyurmaya gider. Ve fakirlere ulaştırılacak paranın birçoğu, dernekler ve vakıflarda kalmış olur.
Sonuç olarak, zekat görevlilerinin kendi geçimleri kadar bir miktarı zekat mallarından karşılamaları, ancak devlet tarafından zekat görevlisi olarak görevlendirilmelerine/atanmalarına bağlıdır.
Zekat toplamalarına devletçe izin verilmiş olması yetmez, görevlendirilmiş olmaları gerekir. Aksi halde zekat memuru (âmil) sayılmazlar.
Zekat toplayıp dağitan kuruluşların, masraflarıni nasıl karşıladıklarına dair bir örnek için aşağıda linki bulunan "Zekattan Kesinti (?) başlıklı yazıya bakılablir.
Bilal Esen
31.05.2019

Benzer Yazılar:


KİMSE SENİN İBADETİNİ SENDEN DAHA İYİ DÜŞÜNMEZ, DÜŞÜNMÜYOR

Şu mübarek günlerde dostlarıma tavsiyem, zekatlarımızı ve fitrelerimizi vereceğimiz fakirleri kendimiz bulalım, kendi ibadetimizi kendimiz yapalım. Hiçkimse bizim ibadetimizi bizden daha iyi düşünmüyor.
Birçok kişi ve kuruluş yardım kampanyası düzenliyor ama yardım toplamada temel amaç, biz şu kadar para topladık, diye övünmek, böbürlenmek sanki. Meselenin dinî boyutuna pek aldıran yok.
Bugüne kadar benim gördüklerim ve yaşadığım tecrübeler bu konuda dostlarımı uyarmamı gerektiriyor. Gayret-i diniyem bana bunu söylettiriyor.
Zekat ve fitreyi hatta kurban ibadetini başkalarının insafına bırakmak, ancak son seçenek olabilir. İleride üzülmemek için bu konuda çok tedbirli olmamız gerekiyor.
İşlerini usulüne uygun yapmayan ve yardım işlerinde titiz olmayan müslümanları da uyarmamız hatta üzmemiz gerekiyor. Çünkü birçoğu başka laftan anlamıyorlar.
Dost acı söyler, derler. İşlerin düzelmesi için neden illaki acı konuşmamızı bekliyorlar, anlamıyorum.
Maalesef zamanımız müslümanları, parayla ve malla imtihanlarında hiç başarılı değiller.

Bilal ESEN

Fitre miktarını tespitte "asgari ücret" mi "açlık sınırı" mı ölçü alınır?

Fitre miktarını tespit etmek için günümüzde farklı yöntemler uygulanıyor. Genel olarak fitreyi, bir kişinin bir günlük doyum maliyetiyle denkleştirme kanaati yaygın. Bununla birlikte fıkıh mezheplerine göre, yarım sa' veya bir sa' buğdayın bile yeterli görüldüğü bilinmektedir.
Günümüzde fitre olarak bir sa' yani yaklaşık 3 kg buğday veya yarım sa' yani yaklaşık 1,5 kg buğday verilse bu geçerli olur mu olmaz mı? Şu anda bunu pek tartışan yok. Zaten günümüzde genellikle, buğday gibi ürünlerin kendisinden fitre verilip verilemeyeceği sorulmuyor, para olarak verirsek ne verelim, diye soruyorlar. Buna cevap olarak, fetva otoriteleri de genellikle, bir kişinin bir günlük doyum maliyetinin parasal karşılığını hesaplamaya çalışıyorlar.

Şayet fitrenin alt sınırını belirlemede bir kişinin bir günlük doyum maliyeti esas alınacaksa -ki burada bir günlük geçim maliyeti değil de "doyum maliyeti" denildiğine dikkat etmek gerekir- kanaatim şöyledir:

Fitre miktarını belirlemede asgari ücret yerine "açlık sınırı"nı esas almak uygun olur. Çünkü asgari ücret hem gıda hem de diğer ihtiyaçları kapsayan bir maaş türüdür. Fitre ise sadece doyumla ve gıda ile ilgilidir. Bu sebeple fitrenin tespitinde açlık sınırı önem arz etmektedir. Tabi ki, açlık sınırını baz alalım derken, bunun sadece gıda ile ilgili masrafları kapsadığı varsayımıyla bunu söylüyorum. Yoksa bazı kuruluşların, açlık sınırını ilan ederken bunun içine başka masrafları da dahil ettiği ortaya çıkacak olsa, bunu da fitre için esas alamayız.

Gördüğüm kadarıyla, 2019 yılı Mart ayı itibarıyla Türkiye'de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı, bazı sendikalar tarafından şöyle ilan edilmiştir:
a) TÜRK-İŞ: 2014 TL
b) MEMUR-SEN: 2387 TL
c) BİSAM (DİSK): 2046 TL
Bu rakamları önce 4'e sonra 30'a böldüğümüzde bir kişinin bir günlük ortalama doyum/gıda maliyeti, yani fitre miktarı şöyle çıkıyor:
a) 16,78 TL
b) 19,8 TL
c) 17,05 TL

Öte yandan, başka bir sendika, yetişkin bir kişinin günlük gıda ihtiyacının asgari olarak 13,5 TL olduğunu ve 4 kişilik bir ailenin (2 yetişkin ve 2 çocuk; çocuklardan biri 6 yaşından küçük, diğeri 6-15 yaş aralığında) günlük gıda masrafının asgari olarak 52 TL olduğunu  belirtmektedir.

Fitrenin belirlenmesinde asgari ücretin neden esas olamayacağını başka bir örnekle şöyle izah edebiliriz: 2019 yılı için, eşi ve çocuğu olmayan bekar bir çalışanın aylık asgari ücreti 2020,90 TL'dir.
Evli olup eşi çalışmayan bir kişinin yani 2 kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti ise 2058,37 TL'dir. Yani 1 bekara ilaveten ailede ikinci bir kişinin (eşin) bulunması, asgari ücrete aylık olarak sadece 37,5 TL ilave sağlamaktadır. Bu 37,5 TL'nin, ikinci kişinin aylık gıda masrafı olarak ilave edildiği kabul edilecek olsa, bu ilaveyi 30'a böldüğümüzde bu ikinci kişinin günlük masrafı 1,25 TL (bir lira yirmibeş kuruş) tutar.
Evli olan ve çalışmayan bir eşiyle üç çocuğu bulunan bir çalışanın yani beş kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti 2154,3 TL'dir. Yani bir bekara göre aileye dört kişi ilave olmasına rağmen maaşta sadece 134,4 TL artış olmaktadır. Bu ilaveyi dörde bölüp sonra da çıkan rakamı otuza böldüğümüzde sonraki bu dört kişiden herbirinin günlük masrafı 1,1 TL (bir lira 10 kuruş) tutmaktadır.
Ortaya çıkan bu rakamlar göstermektedir ki, asgari ücretin, ailedeki kişilerin aylık gıda masraflarına göre belirlendiği söylenemez. Bu konuda başkaca kriterlerin esas alındığı açıktır. Dolayısıyla fitrenin belirlenmesinde de esas olamaz.

Unutmamak gerekir ki, fitre miktarının belirlenmesi, sadece, nisap miktarı mala sahip olan ve ramazan bayramında bir defaya mahsus fitre verecek olanları ilgilendirmemektedir. Fitre miktarının yüksek tutulması halinde ramazanda oruç tutamayan yaşlıların ve müzmin hastaların ya da yemin keffareti gibi keffaretleri bulunanların ödeyeceği miktarın yükseleceğini de hatırdan uzak tutamayız.
Fitrede gereksiz yere 1 TL artış yapıldığında, bu, sadece fitre verecekler için bir ramazanda 1 TL'lik ilave bir masraf getiriyor. Ancak oruç tutamayan kişiler de fitre miktarına göre oruç fidyesi vereceklerine göre, her 1 TL'lik artış onlar için bir ramazanda 29 veya 30 TL'lik ilave bir masraf getiriyor.
Bir fitre yaklaşık 17 TL kabul edildiğinde bir ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı, 510 TL civarında oluyor.
Şayet fitrede gereksiz yere 6 TL artış yapılırsa bu, oruç fidyesi verecekler için bir ramazanda yaklaşık 180 TL ilave getiriyor ve ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı 700 TL'ye yaklaşıyor. Tam bu noktada, fitre vermek için belli bir zenginlik şartı arandığı halde oruç fidyesi vermek için zenginliğin yani nisap miktarı mala sahip olma şartının aranmadığını da hatırlamak gerekir.

Sonuç olarak, fitreyi para olarak ödemek isteyenler için 2019 yılı ramazan ayında bir fitrenin asgari miktarı 17 TL'yi geçmez diye düşünüyorum. Dört sendikanın yukarıdaki verilerinin ortalaması da bunu göstermektedir.
(Dr. Bilal Esen / İslam Hukuku)

Kaynaklar:
1) http://www.turkis.org.tr/dosya/0B7Qd57aTry7.pdf
2) http://www.memursen.org.tr/mart-ayi-aclik-yoksulluk-rakamlari-aciklandi
3) https://www.cnnturk.com/yerel-haberler/istanbul/merkez/bisam-aclik-siniri-martta-2046-liraya-yukseldi-971546
4) https://www.kamusen.org.tr/genel-haberler/mart-2019-asgari-gecim-sonuclari-aciklandi/4202/
5) https://www.iha.com.tr/haber-asgari-ucret-2019-evli-bekar-cocuklu-cocuksuz-ne-kadar-oldu-2019-agi-hesaplama-tablosu-756852/




AKRABA İÇİN CEHENNEME TALİP OLMAK MI?

Allah, insana akrabalarıyla birlikte güzel birer müslüman olmayı emretti. Birbirini haramdan korumayı öğütledi.

"Yakın akrabanı uyar." dedi

"Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." dedi.

Fakat her devirde bazıları bu tür uyarıları, akrabana torpil yap, kadrolara yakın akrabanı doldur, hemşehrilerini doldur, aşiretini doldur, diye anladılar. Adaleti, hakkaniyeti ve liyakati bir tarafa bıraktılar.

Devletin herhangi bir yerinde en ufak bir imkana sahip olduğunda, ilk iş olarak, buraya akrabamı nasıl doldururum, bu imkanı akrabama nasıl peşkeş çekerim, diye uğraşan bir kişi nasıl müslüman olabilir?

Olsa olsa, sülalece haramzâde olurlar.

Böyleleri, cehennemde "yalnızlık" çekmeyeceklerini şimdiden garantilemiş oluyorlar. Bütün aşiret, birlikte güzel güzel yanarlar (!)

MÜSLÜMANLAR ARASINDA GÜVEN SORUNU

Kanaatimce, bugünün müslümanları için en büyük sorun, ekonomik meselelerden ziyade, geleceğe dönük "güven" sorunudur.
Canını ve malını güvende hissetmek, onurunu güvende hissetmek, ailesini güvende hissetmek...
Hak ve hukukun geçerli olduğu, yalanın dolanın itibar görmediği, kimsenin horlanmadığı, şunun yandaşı bunun torpillisi olmanın değil sırf bir insan olmanın hürmet gördüğü bir toplum olabilmek herkesin rüyası.
Kimsenin haksız yere geleceğinin karartılmadığı, sudan bahanelerle şucu veya bucu ilan edilmediği adaletli bir ülke, herkesin hülyası.
Maalesef son yıllarda yaşananlar, en çok müslümanlara zarar verdi. Puslu havayı seven bazı yırtıcılar ve bulanık suda avlanmaya çalışan bazı muhterisler nice canlar yaktı. Güvensizlik öyle tavan yapmıştı ki, kimi zaman insanlar en yakın dostlarından bile şüphelenir oldu. Dostuna destek olmak bir yana hal ve hatır sormak bile muhal oldu.
Sonunda bazı gönüller kırıldı, kırılan gönüller onarılmadı, birçok eski dostun arasına kara kediler girdi. Kimseye güvenememe sorunu birliğimizi de tehlikeye attı. Böylece millet varlığımızı geleceğe güvenle taşıyıp taşıyamayacağımız konusunda tereddütler ve kuşkular oluştu.
Artık güvenli bir toplumu inşa edebilmek için elimize geçecek en ufak bir imkanı dahi boşa harcamamak, bir an önce şu kuşkular girdabından kurtulmak ve düşman üretmeye değil dost kazanmaya bakmak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
Bir olalım, birlik olalım ama dostlarımızı yırtıcılara yem etmeyelim.
Gönül kıranlardan değil gönül alanlardan olalım.

HİÇBİR ŞİDDET ÇAĞRISININ ZAYIFLARA FAYDASI YOKTUR

Dünya üzerinde terörün kaynağı bellidir. Güya İslamî söylemle öne çıkan radikal örgütleri kim kurmuş ve onlara kim silah vermiş ise haçlı Hristiyanların söylemleriyle öne çıkan Yeni Zelanda'daki teröristleri destekleyenler de onlardır. Onlar hep şiddetten beslenirler. Ve zayıfları ezmek için şiddeti bir bahane olarak kullanırlar. Şiddet ortamından herhalükarda onlar kârlı (!) çıkar.
Çünkü dünya ölçeğinde güçlü olan, şiddeti öyle yönlendirir ki, önce masum ve zayıf insanları ezer, onlara karşı saldırılar düzenler, sonra da o zayıfların, çektikleri acı sebebiyle hata yapmalarını bekler. Masum ve mağdur olanlar adına hareket ettiğini söyleyen bazılarının, başka masumlara saldırmasını sağlar. Böylece ilk başta zayıf ve masum olanların tümü, bir anda suçlu ilan ediliverir.
Neticede, karşılıklı şiddeti kışkırtan güçlüler, her iki durumda da zayıfları ezerler. Suyu bulandırma bahanesiyle kurdun kuzuyu hep suçlu çıkardığı o malum hikayeye benzer durumlar, dünya üzerinde her gün yaşanır.
Bence, bugünün müslümanı, hiçbir şiddet çağrısından kazançlı çıkamayacağını iyi bilmelidir. Şu an Yeni Zelanda'daki menfur hadise, müslümanların da yanlış yapmalarını sağlamaya dönük ve belki bundan daha başka bir çok karanlık emeli gerçekleştirmek üzere kurgulanmış büyük bir hesabın küçük bir parçasıdır.
Ülkemizde de, şiddeti körükleyen, kitleleri birbirine karşı kışkırtmaya çalışan, toplumsal olaylarda suçlu-masum ayırmaksızın öteki olarak görülen herkese saldırmaya sevk eden ve özellikle sosyal medyanın çarpıtma haberleriyle insanları tahrik edenler, aslında bilerek veya bilmeyerek şiddetin dünya üzerindeki sahiplerine hizmet etmektedirler.
Biliyoruz ki, Türkiye'deki hiçbir şiddet çağrısı, müslümanlara fayda vermez. Burada kendini güçlü zanneden, dünya ölçeğinde zayıftır.
Kaldı ki bizim inancımıza göre, hiçbir sebep, masumlara zarar vermeyi, bizden olmayanları tümden suçlu saymayı, hatalı genellemeler yaparak kitleleri ötekileştirmeyi haklı kılamaz. Zanlarla ve töhmetlerle kimse suçlu ilan edilemez. Suçu tespit edilen kişiye de, ancak adalet ve hukuk çerçevesinde ceza verilir.
Şu anda, şiddetin küresel aktörleri dünyanın çeşitli yerlerinde fitne ateşi için kibrit çakıyorlar ve ateşe körükle gidecek birilerini arıyorlar.
Rabbim, biz müslümanları her türlü kötülükten, fitneden ve tuzaktan muhafaza eylesin. Zalimlerin planlarını aleyhlerine çevirsin. Bizi, zalimlerden hakkımızı alırken dahi adaletten ayırmasın. Ve bizim âhımızı onlarda bırakmasın.


SORGULAYAN GENÇLİK

Son zamanların moda tabirlerinden biri bu. Fakat hangi anlama geldiği konusunda sanki kafalar biraz karışık.
Kanaatimce, sorgulayan gençlik demek, duyduğuna hemen inanmayan, araştırıp soruşturan demektir. Yani mesele, kendisinin neye inanacağı ve nasıl davranacağı konusunda bir gencin inisiyatif alması, körü körüne birilerinin peşine takılmaması meselesidir.

Gel gör ki sorgulama mevzuunu yanlış anlayan bazıları, kendilerine bir şeyler anlatan herkesi hesaba çekmeye, onlarla tartışmaya, onlardan daha çok bildiğini iddia etme cüretini göstermeye, hayatını ilme adamış zevâta hatta okuldaki hocalarına bile saldırıda bulunmaya teşebbüs edebiliyorlar.
Bu asla doğru bir şey değildir.

Aklına yatmayan bir şeyi kabullenmemeye hakkın var. Fakat ilim ehliyle tartışmak ancak ilim ehlinin hakkıdır.
Beğenmeyip uzaklaşabilirsin. Ama sınırlarını aşmak niye? O zevâta bir cevap verilecekse bırak da o cevabı alanında uzman olanlar versin.

04.03.2019
Bilal Esen