KATILIM BANKALARI KÂR-ZARAR ORTAKLIĞI PRENSİBİYLE Mİ ÇALIŞIYORLAR?

Öteden beri, katılım bankalarının kâr-zarar ortaklığı şeklinde çalıştığı bilgisi yaygındı. Fakat geçenlerde Merkez Bankası'nın yayınladığı 2020/3 sayılı tebliğ artık işin böyle olmayabileceğini gösterdi.

Bu tebliğe göre, katılma hesaplarında meydana gelecek zararı sadece vatandaş yüklenir. Yani hesap sahibi.

Araştırdığımızda tebliğin eski halinde, katılım bankalarının zarara da ortak olması gerektiğini belirten farklı bir maddenin bulunduğunu görüyoruz.

İstişare ettiğimiz bazı hocalarımız, söz konusu maddenin yeni halinin daha doğru olduğunu söylediler. Onlara göre, katılım bankaları vatandaştan fon toplarken mudârebe akdi yapıyorlardı. Fıkıh ilmine göre de, mudârebede zararı sadece sermaye sahibi çeker, parayı işleten mudâribin ise yalnızca emeği boşa gitmiş olurdu.

Merkez Bankası'nın söz konusu tebliğinin eski halinde katılım bankası da zarara ortak olur, şeklinde bir ifade bulunurken, şimdi bu madde değiştirilmiştir. Şayet katılım bankası mudâripse, önceki yıllarda da mudâripti. O zamanlarda niye böyle bir madde vardı?
Geçmiş senelerde kendilerini hep kâr-zarar ortaklığı şeklinde takdim ederlerken bu ani değişiklik dikkat çekti.


12.02.2020
Bilal ESEN

NOT: Yazıyı yazdıktan sonra, bu yazıda sözünü ettiğim değişikliğin, yani katılma hesaplarındaki zararın bütünüyle vatandaşa ait olması hususunun, esasında 2018 yılında gerçekleştirildiğini öğrendim.
Şöyle ki;

2006 yılında yürürlüğe giren ve katılım bankalarını da ilgilendiren, Mevduat ve Katılım Fonunun Kabulüne, Çekilmesine ve Zamanaşımına Uğrayan Mevduat, Katılım Fonu, Emanet ve Alacaklara İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik'te, şu hüküm bulunmaktadır: "katılım bankaları, katılma hesaplarının işletilmesinden doğacak kar ve zarara katılma oranlarını, zarara katılma oranı kara katılma oranının yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla, para cinsi, tutar ve vade grupları itibariyle ayrı ayrı belirleyebilir."

Bu hükmün değiştirilmesi 18/10/2018 tarihli ve 30569 sayılı Resmi gazete yayınlanan ve söz konusu Yönetmelikte değişiklik yapan bir yönetmelikle gerçekleştirilmiştir. Yönetmelikteki bu değişikliğin, ilgili kurumların tebliğlerine yansıması ise daha sonra olmuştur. Yukarıdaki yazıda sözü edilen tebliğ böyledir. Bu değişiklikle birlikte “katılma hesaplarında, yatırılan anaparanın hesap sahibine aynen geri ödenmesi de garanti edilemez” hükmü de Yönetmelikte yerini almıştır.

Katılma hesaplarıyla ilgili gerçekleştirilen bu köklü değişikliğin kamuoyuna yeterince duyurulup duyurulmadığı ve özellikle de katılım bankalarının, öteden beri katılma hesabında parası bulunan vatandaşları yeni durumdan haberdar edip etmedikleri ve önceki sözleşmeler yerine yeni sözleşmeler yapıp yapmadıkları hususu da önemlidir. Bu tür hususlarda dürüstlük ve şeffaflık sorunlarının bulunduğu kanaatindeyim.

Yine belirtelim ki, Yönetmelikte değişiklik yapılıp katılma hesabındaki zarar bütünüyle vatandaşa yüklense de, hâlâ söz konusu yönetmeliğin diğer cümlelerinde katılma hesapları hakkında “kâr zarar ortaklığı” ifadesinin bulunması ilginçtir. Bir yerde şöyle denilmektedir: “Katılma hesapları, kâr zarar ortaklığı sözleşmesine veya kamu kurum ve kuruluşları ile fonlar ve tüzel kişi müşterilerle akdedilecek yatırım vekâleti sözleşmesine dayalı olarak açılabilir.”


İlgili yazılar:




ZERRE ZERRE BİRİKENLER, UMUDUMUZ OLABİLİR

Zilzâl sûresinden öğrendiğimize göre, dünyada zerre kadar bir iyilik yapan, onun karşılığını kıyamette görecek, zerre kadar bir kötülük yapan da kıyamette onu görecektir.
Velhasıl, "zerre kadar" deyip geçmeden, küçük-büyük her iyilik fırsatını değerlendirmemiz gerekmez mi? Çünkü en ufak bir hayra ihtiyaç duyacağımız o hesap günü, mutlaka gelecek!
Bu bir şaka değil, gerçek.
Büyük işler başaramıyoruz belki ama zerre zerre birikenler bizi kurtarır, inşaallâh.

Bilal ESEN

BUGÜN İLAHİYAT OKUMAK

Bugün fıkıh okumak demek, bugünün insanının en çok karşılaştığı, en popüler şu kadar (50, 100, 200 veya ...) güncel mesele hakkında bir fikri olmak, bu konulardaki dinî hassasiyetleri halka aktarabilecek ve onlara rehberlik edebilecek derecede derli toplu bilgilere sahip olmak demektir.
Bugün kelam/akait okumak, bugünün insanının en çok karşılaştığı, en popüler şu kadar (50, 100, 200 veya ...) güncel inanç problemi hakkında bir fikri olmak, bu konulardaki dinî hassasiyetleri halka aktarabilecek ve onlara rehberlik edebilecek derecede derli toplu bilgilere sahip olmak demektir.
Bugün tasavvuf okumak...
Bugün din psikolojisi okumak...
Velhasıl bugün ilahiyat okumak;
a) Sadece tarihe mahkum olmayıp bugünün meselelerini de analiz edebilmek,
b) Sadece soru soran/soruşturma yapan konumunda olmayıp yeni dinî bilgiler de üretebilmek,
c) Sadece zihinsel konularla meşgul olmayıp insanların günlük yaşamında pratik karşılığı olan bilgilerle, "faydalı ilim"le donanımlı hale gelmek ve bu bilgileri halka rehberlikte kullanabilmek,
demektir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.
Bilal Esen
2 Ağustos 2019


DİNÎ KONULARDA HATALI KONUŞANLARIN HEPSİNİ BİR TUTMAK DOĞRU MU?

Kimisi var, hayatını Allah'a ve dine adamış, samimi çalışmalarıyla tanınıyor. Şimdiye kadar hayırlı işlerde hep müslümanlarla birlikte hareket etmiş, birlik için çalışıyor. Fakat kırk yılın birinde ağzından hatalı bir söz çıkmış. Bundan dolayı onu tamamen defterden silelim mi? Yoksa dostça nasihat edip hatasını anlamasına yardımcı mı olalım?
Kimisi de var, hayatını müslümanlara sövmeye ve müslüman geleneğe hakaret etmeye adamış, müslümanların bütün sabitelerini yıkmayı amaç edinmiş ve ömrünü baştan sona bu işlere vermiş. Nerede bir müslüman varsa ondan uzaklaşmış da din aleyhtarlarına yakınlaşmayı maharet zannetmiş. Sürekli müslümanları sıkıştırmak üzere polemikler üretmeye çalışmış, yapıcı olmayı değil yıkıcı olmayı misyon edinmiş.
Şimdi, bu ikinci türden zevatın bırakın yanlışlarına, doğrularına bile inanmak zor. Çünkü kırk yılda bir söyledikleri o doğruda dahi samimi değildirler. İnanmadan söylerler. O sözlerinin ardında başka maksatlar ve planlar vardır. Nitekim geçmişte Peygamberimize düşman olanlardan bazıları da ona "Biz senin kesinlikle Allah elçisi olduğuna şahitlik ederiz" demişlerdi. Fakat Allah Teâlâ onların yalancı olduğunu bildirmek üzere hemen bir sûre indirdi: Münafikûn sûresi.
Kısacası, yıkıcı olmayı misyon edinmiş söz konusu zevatın başkalarından hoşgörü beklemeye hakları olabilir mi?
İlim geleneğini baştan sona yıkmaya ve ilim adamlarına hakaret etmeye çalışanların, ilim sahipleri gibi saygı görmek istemeleri bir çelişki değil mi?
Kanaatimce, bu kişileri hiç bir durumda sahiplenmemek gerekir. Velev ki bir sözleri çarpıtılmış olsun ve haksızlığa uğramış olsunlar. Onları niye biz savunalım ki?
Tabi ki, biz çarpıtanlardan olamayız ve ahlak dışına çıkamayız. Fakat bugüne kadar yaptıklarıyla karşımızda adeta bir şer kalesi gibi duranları savunmak ve masum göstermeye çalışmak da bizim işimiz değildir.
Farz edelim ki, kimse onlarla uğraşmamış ve sözlerini çarpıtmamış olsaydı, ne yapacaklardı? Boşta kalan o zamanlarında yine müslüman ilim geleneğine hakaret etmeye devam etmeyecekler miydi? Yine din konusunda insanların kafasını karıştıracak projeler peşinde koşmayacaklar mıydı?
Belki de, birilerinin onları meşgul etmesi, İslam'ın ve müslümanların hayrınadır.
Bırakalım da ne halleri varsa görsünler.


Kurban organizasyonu yapan kuruluşlar etleri kime yediriyorlar/yedirebilirler?

Hepsi mi bilemiyoruz, ama duyduğumuza göre kurban organizasyonu düzenleyen bazı kuruluşlar kestikleri kurban etlerinden bir kısmını o esnada çevrelerinde bulunanlara, yabancı ülkelerdeki devlet görevlilerine, kendilerini ağırlayanlara, kendi cemaatlerinin adamlarına, başka dinlerin mensuplarına ve benzeri kimselere zengin-fakir ayırt etmeksizin veriyor, kimi zaman da pişirip ikram ediyorlarmış.
Bu uygulamaya itiraz edenlere ise, Kurban bayramında kesilen kurbandan (udhiyyeden) herkes yiyebilir, bunu adak kurbanı gibi sadece fakirlere vermek lazım değil, diyorlarmış.

Burada hatalı bir değerlendirme yaptıkları açıktır.
Elbette ki kurban bayramında kurban kesen bir kişi, bundan ailesine de yedirebilir, zengin misafirlerine de yedirebilir.
Fakat yardım için kurulmuş bir kuruluş, insanlardan kurban vekaleti alırken bu kurbanları fakir ülkelere ulaştıracağını söylüyor ve afişlerinde sürekli fakir ülkelerdeki aciz ve perişan insanların görüntülerini kullanıyorsa, bu kurbanları keyfince dağıtamaz, sadece fakirlere dağıtması gerekir.
Bu kuruluşlar, kurbanlar üzerinde mutlak yetkili değildirler. Sadece vekalet verenlerin bildiği ve izin verdiği işleri yapabilirler.

Şayet daha rahat davranmak istiyorlarsa, şeffaflık içinde hareket edip işin başında para toplarken, her şeyi açıklamalı ve para verenlerden geniş yetki almalılar ve bunu da sözleşmede belirtmeliler. Söz konusu kuruluşların, para verenlerin bilmediği ve ileride duyduklarında razı olmayacağı işlere girişmeleri ne dinen ne de hukuken geçerlidir.

Kuruluşların kurban organizasyonları, basit bir bağış işlemi değildir. Birçok farklı iş ve hizmeti içermektedir. Para verenler adına hayvan satın alınması, kesilmesi, etlerin (fakire, zengine, öğrenciye, devlet görevlilerine vb.) dağıtılması, organizasyon masrafları için kesinti yapılması, organizasyon görevlilerine ücret ödenmesi, kurbandan artan paraların ve etlerin çeşitli maksatlarla değerlendirilmesi, toplanan paralar eksik kaldığında çeşitli yöntemlerle tamamlanması ve bunlar gibi daha birçok mesele vardır.
Bütün bu meselelerde yardım kuruluşları, para verenlerin bilgisi ve izni dışında işlere girişemezler.

Bu sebeple her yardım kuruluşunun, kurban organizasyonuna girişmeden önce kapsamlı bir vekalet sözleşmesi hazırlaması gerekir. Böylece insanlar da neye vekalet verdiklerini bilmiş olurlar.

Kurban organizasyonu bir bağış meselesinden ibaret değildir. Bu iş "dernek gelirleri alındı belgesi" ile halledilebilecek kadar da basit değildir. Nasıl ki ticari hayatta bir firmaya iş yaptırırken sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir binanın ya da caminin yapımını üstlenen müteahhitle sözleşme yapılıyorsa, nasıl ki bir GSM şirketinden alınacak 20-30 liralık bir tarifenin bile bir sözleşmesi varsa, işte kurban organizasyonları da böyle bir sözleşme gerektirir.
Allâhu a'lâ ve a'lem.

18.07.2019
Bilal ESEN





ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihal'inde "âmil" tanımı şöyle:

Şu tarife göre, zekat memuru (âmil), devletin atadığı kimsedir. Âmil kavramının tariflerinde, imâm, ülü'l-emr veya veliyyü'-l emr gibi ifadeler mutlaka yer alır. Bu, fıkıhta genel bir kabüldür. Devlet tarafından atama olmadıkça herhangi bir sivil kişi veya kuruluşun kendi kendini zekat memuru (âmil) olarak ilan etmesi geçerli değildir. Kendi teşebbüsleriyle insanlardan zekat toplayıp fakirlere dağıtan kişi veya kuruluşlar, amilin sınıfından değildir. Dolayısıyla zekat paralarından herhangi bir pay almaya hakları yoktur. Kendi dernek ve vakıflarına zekattan para ayıramazlar. Zekat dağıtırken yaptıkları masrafları da zekat parasından kesinti yaparak karşılayamazlar.
Zekat memuru ancak müslüman devlet başkanı tarafından, zekat toplamakla görevlendirilen/atanan kimsedir. Başka bir deyişle, amil olarak atanma işi, şahısların yetkisinde değil şer'î devletin yetkisindedir.
Bugün zekat toplayan sivil vakıflar ve dernekler, sadece birer aracıdırlar, vekildirler. Ve vekalet sözleşmesine bağlı olarak, topladıkları paraları eksiksiz bir şekilde ve bekletmeksizin yerlerine ulaştırmakla mükelleftirler. Bundan başka tasarruf yetkileri yoktur. Eğer yaptıkları işin masrafı varsa bunu zekat paralarından değil ayrıca talep edecekleri vekalet ve hizmet bedeliyle karşılayabilirler.
Şayet yardım paraları üzerinde başka bir tasarrufta bulunmak istiyorlarsa, kendilerini vekil tayin edenlerin yani para veren kişilerin iznini almak zorundadırlar. Ve bütün bu hususları da açık ve şeffaf bir sözleşme ile kayıt altına almaları, bağışçıların bilgisi dışında hiçbir iş ve işlem yapmamaları gerekir.
Ülkemizde kendi başına kurulmuş yüzlerce hatta binlerce vakıf ve dernek bulunmaktadır ve çoğu da zekat toplamaktadır. Bunların her birinin kendini zekat memuru ilan ederek topladığı paralardan kesinti yaptığı düşünülecek olsa, zekat paraları sırf bunları doyurmaya gider. Ve fakirlere ulaştırılacak paranın birçoğu, dernekler ve vakıflarda kalmış olur.
Sonuç olarak, zekat görevlilerinin kendi geçimleri kadar bir miktarı zekat mallarından karşılamaları, ancak devlet tarafından zekat görevlisi olarak görevlendirilmelerine/atanmalarına bağlıdır.
Zekat toplamalarına devletçe izin verilmiş olması yetmez, görevlendirilmiş olmaları gerekir. Aksi halde zekat memuru (âmil) sayılmazlar.
Zekat toplayıp dağitan kuruluşların, masraflarıni nasıl karşıladıklarına dair bir örnek için aşağıda linki bulunan "Zekattan Kesinti (?) başlıklı yazıya bakılablir.
Bilal Esen
31.05.2019

Benzer Yazılar:


KİMSE SENİN İBADETİNİ SENDEN DAHA İYİ DÜŞÜNMEZ, DÜŞÜNMÜYOR

Şu mübarek günlerde dostlarıma tavsiyem, zekatlarımızı ve fitrelerimizi vereceğimiz fakirleri kendimiz bulalım, kendi ibadetimizi kendimiz yapalım. Hiçkimse bizim ibadetimizi bizden daha iyi düşünmüyor.
Birçok kişi ve kuruluş yardım kampanyası düzenliyor ama yardım toplamada temel amaç, biz şu kadar para topladık, diye övünmek, böbürlenmek sanki. Meselenin dinî boyutuna pek aldıran yok.
Bugüne kadar benim gördüklerim ve yaşadığım tecrübeler bu konuda dostlarımı uyarmamı gerektiriyor. Gayret-i diniyem bana bunu söylettiriyor.
Zekat ve fitreyi hatta kurban ibadetini başkalarının insafına bırakmak, ancak son seçenek olabilir. İleride üzülmemek için bu konuda çok tedbirli olmamız gerekiyor.
İşlerini usulüne uygun yapmayan ve yardım işlerinde titiz olmayan müslümanları da uyarmamız hatta üzmemiz gerekiyor. Çünkü birçoğu başka laftan anlamıyorlar.
Dost acı söyler, derler. İşlerin düzelmesi için neden illaki acı konuşmamızı bekliyorlar, anlamıyorum.
Maalesef zamanımız müslümanları, parayla ve malla imtihanlarında hiç başarılı değiller.

Bilal ESEN

Fitre miktarını tespitte "asgari ücret" mi "açlık sınırı" mı ölçü alınır?

Fitre miktarını tespit etmek için günümüzde farklı yöntemler uygulanıyor. Genel olarak fitreyi, bir kişinin bir günlük doyum maliyetiyle denkleştirme kanaati yaygın. Bununla birlikte fıkıh mezheplerine göre, yarım sa' veya bir sa' buğdayın bile yeterli görüldüğü bilinmektedir.
Günümüzde fitre olarak bir sa' yani yaklaşık 3 kg buğday veya yarım sa' yani yaklaşık 1,5 kg buğday verilse bu geçerli olur mu olmaz mı? Şu anda bunu pek tartışan yok. Zaten günümüzde genellikle, buğday gibi ürünlerin kendisinden fitre verilip verilemeyeceği sorulmuyor, para olarak verirsek ne verelim, diye soruyorlar. Buna cevap olarak, fetva otoriteleri de genellikle, bir kişinin bir günlük doyum maliyetinin parasal karşılığını hesaplamaya çalışıyorlar.

Şayet fitrenin alt sınırını belirlemede bir kişinin bir günlük doyum maliyeti esas alınacaksa -ki burada bir günlük geçim maliyeti değil de "doyum maliyeti" denildiğine dikkat etmek gerekir- kanaatim şöyledir:

Fitre miktarını belirlemede asgari ücret yerine "açlık sınırı"nı esas almak uygun olur. Çünkü asgari ücret hem gıda hem de diğer ihtiyaçları kapsayan bir maaş türüdür. Fitre ise sadece doyumla ve gıda ile ilgilidir. Bu sebeple fitrenin tespitinde açlık sınırı önem arz etmektedir. Tabi ki, açlık sınırını baz alalım derken, bunun sadece gıda ile ilgili masrafları kapsadığı varsayımıyla bunu söylüyorum. Yoksa bazı kuruluşların, açlık sınırını ilan ederken bunun içine başka masrafları da dahil ettiği ortaya çıkacak olsa, bunu da fitre için esas alamayız.

Gördüğüm kadarıyla, 2019 yılı Mart ayı itibarıyla Türkiye'de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı, bazı sendikalar tarafından şöyle ilan edilmiştir:
a) TÜRK-İŞ: 2014 TL
b) MEMUR-SEN: 2387 TL
c) BİSAM (DİSK): 2046 TL
Bu rakamları önce 4'e sonra 30'a böldüğümüzde bir kişinin bir günlük ortalama doyum/gıda maliyeti, yani fitre miktarı şöyle çıkıyor:
a) 16,78 TL
b) 19,8 TL
c) 17,05 TL

Öte yandan, başka bir sendika, yetişkin bir kişinin günlük gıda ihtiyacının asgari olarak 13,5 TL olduğunu ve 4 kişilik bir ailenin (2 yetişkin ve 2 çocuk; çocuklardan biri 6 yaşından küçük, diğeri 6-15 yaş aralığında) günlük gıda masrafının asgari olarak 52 TL olduğunu  belirtmektedir.

Fitrenin belirlenmesinde asgari ücretin neden esas olamayacağını başka bir örnekle şöyle izah edebiliriz: 2019 yılı için, eşi ve çocuğu olmayan bekar bir çalışanın aylık asgari ücreti 2020,90 TL'dir.
Evli olup eşi çalışmayan bir kişinin yani 2 kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti ise 2058,37 TL'dir. Yani 1 bekara ilaveten ailede ikinci bir kişinin (eşin) bulunması, asgari ücrete aylık olarak sadece 37,5 TL ilave sağlamaktadır. Bu 37,5 TL'nin, ikinci kişinin aylık gıda masrafı olarak ilave edildiği kabul edilecek olsa, bu ilaveyi 30'a böldüğümüzde bu ikinci kişinin günlük masrafı 1,25 TL (bir lira yirmibeş kuruş) tutar.
Evli olan ve çalışmayan bir eşiyle üç çocuğu bulunan bir çalışanın yani beş kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti 2154,3 TL'dir. Yani bir bekara göre aileye dört kişi ilave olmasına rağmen maaşta sadece 134,4 TL artış olmaktadır. Bu ilaveyi dörde bölüp sonra da çıkan rakamı otuza böldüğümüzde sonraki bu dört kişiden herbirinin günlük masrafı 1,1 TL (bir lira 10 kuruş) tutmaktadır.
Ortaya çıkan bu rakamlar göstermektedir ki, asgari ücretin, ailedeki kişilerin aylık gıda masraflarına göre belirlendiği söylenemez. Bu konuda başkaca kriterlerin esas alındığı açıktır. Dolayısıyla fitrenin belirlenmesinde de esas olamaz.

Unutmamak gerekir ki, fitre miktarının belirlenmesi, sadece, nisap miktarı mala sahip olan ve ramazan bayramında bir defaya mahsus fitre verecek olanları ilgilendirmemektedir. Fitre miktarının yüksek tutulması halinde ramazanda oruç tutamayan yaşlıların ve müzmin hastaların ya da yemin keffareti gibi keffaretleri bulunanların ödeyeceği miktarın yükseleceğini de hatırdan uzak tutamayız.
Fitrede gereksiz yere 1 TL artış yapıldığında, bu, sadece fitre verecekler için bir ramazanda 1 TL'lik ilave bir masraf getiriyor. Ancak oruç tutamayan kişiler de fitre miktarına göre oruç fidyesi vereceklerine göre, her 1 TL'lik artış onlar için bir ramazanda 29 veya 30 TL'lik ilave bir masraf getiriyor.
Bir fitre yaklaşık 17 TL kabul edildiğinde bir ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı, 510 TL civarında oluyor.
Şayet fitrede gereksiz yere 6 TL artış yapılırsa bu, oruç fidyesi verecekler için bir ramazanda yaklaşık 180 TL ilave getiriyor ve ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı 700 TL'ye yaklaşıyor. Tam bu noktada, fitre vermek için belli bir zenginlik şartı arandığı halde oruç fidyesi vermek için zenginliğin yani nisap miktarı mala sahip olma şartının aranmadığını da hatırlamak gerekir.

Sonuç olarak, fitreyi para olarak ödemek isteyenler için 2019 yılı ramazan ayında bir fitrenin asgari miktarı 17 TL'yi geçmez diye düşünüyorum. Dört sendikanın yukarıdaki verilerinin ortalaması da bunu göstermektedir.
(Dr. Bilal Esen / İslam Hukuku)

Kaynaklar:
1) http://www.turkis.org.tr/dosya/0B7Qd57aTry7.pdf
2) http://www.memursen.org.tr/mart-ayi-aclik-yoksulluk-rakamlari-aciklandi
3) https://www.cnnturk.com/yerel-haberler/istanbul/merkez/bisam-aclik-siniri-martta-2046-liraya-yukseldi-971546
4) https://www.kamusen.org.tr/genel-haberler/mart-2019-asgari-gecim-sonuclari-aciklandi/4202/
5) https://www.iha.com.tr/haber-asgari-ucret-2019-evli-bekar-cocuklu-cocuksuz-ne-kadar-oldu-2019-agi-hesaplama-tablosu-756852/




AKRABA İÇİN CEHENNEME TALİP OLMAK MI?

Allah, insana akrabalarıyla birlikte güzel birer müslüman olmayı emretti. Birbirini haramdan korumayı öğütledi.

"Yakın akrabanı uyar." dedi

"Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." dedi.

Fakat her devirde bazıları bu tür uyarıları, akrabana torpil yap, kadrolara yakın akrabanı doldur, hemşehrilerini doldur, aşiretini doldur, diye anladılar. Adaleti, hakkaniyeti ve liyakati bir tarafa bıraktılar.

Devletin herhangi bir yerinde en ufak bir imkana sahip olduğunda, ilk iş olarak, buraya akrabamı nasıl doldururum, bu imkanı akrabama nasıl peşkeş çekerim, diye uğraşan bir kişi nasıl müslüman olabilir?

Olsa olsa, sülalece haramzâde olurlar.

Böyleleri, cehennemde "yalnızlık" çekmeyeceklerini şimdiden garantilemiş oluyorlar. Bütün aşiret, birlikte güzel güzel yanarlar (!)

MÜSLÜMANLAR ARASINDA GÜVEN SORUNU

Kanaatimce, bugünün müslümanları için en büyük sorun, ekonomik meselelerden ziyade, geleceğe dönük "güven" sorunudur.
Canını ve malını güvende hissetmek, onurunu güvende hissetmek, ailesini güvende hissetmek...
Hak ve hukukun geçerli olduğu, yalanın dolanın itibar görmediği, kimsenin horlanmadığı, şunun yandaşı bunun torpillisi olmanın değil sırf bir insan olmanın hürmet gördüğü bir toplum olabilmek herkesin rüyası.
Kimsenin haksız yere geleceğinin karartılmadığı, sudan bahanelerle şucu veya bucu ilan edilmediği adaletli bir ülke, herkesin hülyası.
Maalesef son yıllarda yaşananlar, en çok müslümanlara zarar verdi. Puslu havayı seven bazı yırtıcılar ve bulanık suda avlanmaya çalışan bazı muhterisler nice canlar yaktı. Güvensizlik öyle tavan yapmıştı ki, kimi zaman insanlar en yakın dostlarından bile şüphelenir oldu. Dostuna destek olmak bir yana hal ve hatır sormak bile muhal oldu.
Sonunda bazı gönüller kırıldı, kırılan gönüller onarılmadı, birçok eski dostun arasına kara kediler girdi. Kimseye güvenememe sorunu birliğimizi de tehlikeye attı. Böylece millet varlığımızı geleceğe güvenle taşıyıp taşıyamayacağımız konusunda tereddütler ve kuşkular oluştu.
Artık güvenli bir toplumu inşa edebilmek için elimize geçecek en ufak bir imkanı dahi boşa harcamamak, bir an önce şu kuşkular girdabından kurtulmak ve düşman üretmeye değil dost kazanmaya bakmak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
Bir olalım, birlik olalım ama dostlarımızı yırtıcılara yem etmeyelim.
Gönül kıranlardan değil gönül alanlardan olalım.

HİÇBİR ŞİDDET ÇAĞRISININ ZAYIFLARA FAYDASI YOKTUR

Dünya üzerinde terörün kaynağı bellidir. Güya İslamî söylemle öne çıkan radikal örgütleri kim kurmuş ve onlara kim silah vermiş ise haçlı Hristiyanların söylemleriyle öne çıkan Yeni Zelanda'daki teröristleri destekleyenler de onlardır. Onlar hep şiddetten beslenirler. Ve zayıfları ezmek için şiddeti bir bahane olarak kullanırlar. Şiddet ortamından herhalükarda onlar kârlı (!) çıkar.
Çünkü dünya ölçeğinde güçlü olan, şiddeti öyle yönlendirir ki, önce masum ve zayıf insanları ezer, onlara karşı saldırılar düzenler, sonra da o zayıfların, çektikleri acı sebebiyle hata yapmalarını bekler. Masum ve mağdur olanlar adına hareket ettiğini söyleyen bazılarının, başka masumlara saldırmasını sağlar. Böylece ilk başta zayıf ve masum olanların tümü, bir anda suçlu ilan ediliverir.
Neticede, karşılıklı şiddeti kışkırtan güçlüler, her iki durumda da zayıfları ezerler. Suyu bulandırma bahanesiyle kurdun kuzuyu hep suçlu çıkardığı o malum hikayeye benzer durumlar, dünya üzerinde her gün yaşanır.
Bence, bugünün müslümanı, hiçbir şiddet çağrısından kazançlı çıkamayacağını iyi bilmelidir. Şu an Yeni Zelanda'daki menfur hadise, müslümanların da yanlış yapmalarını sağlamaya dönük ve belki bundan daha başka bir çok karanlık emeli gerçekleştirmek üzere kurgulanmış büyük bir hesabın küçük bir parçasıdır.
Ülkemizde de, şiddeti körükleyen, kitleleri birbirine karşı kışkırtmaya çalışan, toplumsal olaylarda suçlu-masum ayırmaksızın öteki olarak görülen herkese saldırmaya sevk eden ve özellikle sosyal medyanın çarpıtma haberleriyle insanları tahrik edenler, aslında bilerek veya bilmeyerek şiddetin dünya üzerindeki sahiplerine hizmet etmektedirler.
Biliyoruz ki, Türkiye'deki hiçbir şiddet çağrısı, müslümanlara fayda vermez. Burada kendini güçlü zanneden, dünya ölçeğinde zayıftır.
Kaldı ki bizim inancımıza göre, hiçbir sebep, masumlara zarar vermeyi, bizden olmayanları tümden suçlu saymayı, hatalı genellemeler yaparak kitleleri ötekileştirmeyi haklı kılamaz. Zanlarla ve töhmetlerle kimse suçlu ilan edilemez. Suçu tespit edilen kişiye de, ancak adalet ve hukuk çerçevesinde ceza verilir.
Şu anda, şiddetin küresel aktörleri dünyanın çeşitli yerlerinde fitne ateşi için kibrit çakıyorlar ve ateşe körükle gidecek birilerini arıyorlar.
Rabbim, biz müslümanları her türlü kötülükten, fitneden ve tuzaktan muhafaza eylesin. Zalimlerin planlarını aleyhlerine çevirsin. Bizi, zalimlerden hakkımızı alırken dahi adaletten ayırmasın. Ve bizim âhımızı onlarda bırakmasın.


SORGULAYAN GENÇLİK

Son zamanların moda tabirlerinden biri bu. Fakat hangi anlama geldiği konusunda sanki kafalar biraz karışık.
Kanaatimce, sorgulayan gençlik demek, duyduğuna hemen inanmayan, araştırıp soruşturan demektir. Yani mesele, kendisinin neye inanacağı ve nasıl davranacağı konusunda bir gencin inisiyatif alması, körü körüne birilerinin peşine takılmaması meselesidir.

Gel gör ki sorgulama mevzuunu yanlış anlayan bazıları, kendilerine bir şeyler anlatan herkesi hesaba çekmeye, onlarla tartışmaya, onlardan daha çok bildiğini iddia etme cüretini göstermeye, hayatını ilme adamış zevâta hatta okuldaki hocalarına bile saldırıda bulunmaya teşebbüs edebiliyorlar.
Bu asla doğru bir şey değildir.

Aklına yatmayan bir şeyi kabullenmemeye hakkın var. Fakat ilim ehliyle tartışmak ancak ilim ehlinin hakkıdır.
Beğenmeyip uzaklaşabilirsin. Ama sınırlarını aşmak niye? O zevâta bir cevap verilecekse bırak da o cevabı alanında uzman olanlar versin.

04.03.2019
Bilal Esen

MİLLET VARLIĞINI TEHLİKELERDEN KORUYUP YARINLARA TAŞIYABİLMEK İÇİN

Bugünlerde millet varlığımızın geleceği hakkında çeşitli sesler yükseliyor. Kimileri endişelerini ortaya koyuyor, kimileri kendilerini milletin varlığı için bir teminat olarak gösteriyor. Bu esnada bir çok kimse bir-iki konuya takılıp kalmış gibi bir görüntü veriyor.

Mesele elbette hepimizi ilgilendiriyor. Tarihteki müslümanlar da buna kafa yordular ve teoriler oluşturdular. 
Mesela, ahlak ve siyaset alanındaki kitaplarıyla tanınmış bir âlim olan İmam Maverdî'ye (ö. 450/1058) göre, dünya işlerinin düzgün gitmesi ve toplumsal düzenin bozulmadan devam ettirilebilmesi şu altı temelin bulunmasına bağlıdır: 
1) Kendisine uyulan bir din (دِينٌ مُتَّبَعٌ)
2) Güçlü bir siyasî otorite (سُلْطَانٌ قَاهِرٌ)
3) Kapsamlı adalet (عَدْلٌ شَامِلٌ)
4) Genel güvenlik (أَمْنٌ عَامٌّ)
5) Daimî verimlilik/üretim (خِصْبٌ دَائِمٌ)
6) Büyük bir ümit (أَمَلٌ فَسِيحٌ)
(Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, I, 133)

Listeyi güncellersek belki buna başka şeyler de ilave edebiliriz. Fakat sayılan maddelerin her birinin lüzumunda bir şüphe yok.

Yarınlar için plan yapanlar, bu listeye bakıp da, nerelerde bir eksiğimiz var, diye düşünürlerse umarım gelecek daha güzel olur.
Ama bunlardan biri için diğerlerini feda etmeye çalışanlar varsa, onlar bu toplumun temellerine zarar vermiş olurlar ve uzun vadede getirecekleri bir hayır yoktur.

26.02.2019
Bilal Esen

MÜSLÜMANCA BİR DURUŞ İÇİN

"İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları yolun doğrusuna iletecektir.
Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.
O size kitapta şunu indirmiştir: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir."
(Nisâ Sûresi 137-140. ayetler)

İLAHİYAT ALANINDA GÜZEL ŞEYLER OLUYOR

Bugünlerde umut verici gelişmelere şahit olduğumuzu düşünüyorum. İlahiyat alanındaki aykırı sesler bile şimdiye kadar dile getirdikleri bazı fikirlerle deizmin ve ateizmin değirmenine su taşımaya alet edildiklerinin artık farkına vardılar, söylemlerini yeniden gözden geçirmeye başladılar.

Bu tespiti yaparken maksadım, koskoca bir camiada hiç bir güzellik bulamamış da birkaç ihtida (!) öyküsüne sarılmış bir görüntü vermek değil. Fakültelerimizde tabii ki güzellikler ağırlıktadır ve aldığımız eğitimde bize en ufak bir hayrı dokunanlara minnettarız.
Şu da var ki, sessiz çoğunluğu bir yana bırakırsak, sesini yükseltmekle maruf bazı akademisyenlerin son zamanlardaki fren seslerini duymamak ve yola bıraktıkları lastik izlerini görmemek bir eksiklik olur. Bu sesler ve izler öyle sanıldığı gibi çevre kirliliğine yol açmıyor. Bunlara şahit olmanın ayrı bir güzelliği var.

Neler oldu peki?
Başta o aykırı sesler olmak üzere neredeyse bütün ilahiyatçılar, son zamanlarda, kendilerinin ileri sürdüğü bazı "yenilikçi" fikirlerin deizme yaradığını gördüler ve bundan beri olduklarını belirten açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Belki deizmle ilgili bir derneğin kuruluş bildirgesinde bazı ilahiyatçıların referans gösterilmiş olması, belki de tarihselcilik adına ileri sürülen bazı görüşlerin, ayetlerin ahlaka aykırılığını iddia edecek ve Kur'ân'ı beşer sözü sayacak kadar ileri gitmiş olması bu noktada tetikleyici oldu ve "dinin güncellenmesi" meselesiyle deizm arasına mesafe koymaya yönelik biraz da mahcubiyet içeren tespitler artmaya başladı.

Aykırı görüşleriyle tanınan kimi akademisyenler, yenilikçi olsalar da tarihselci olmadıklarını, kimileri tarihselci olsalar da deizme kayan tarihselcilerden olmadıklarını beyan eden yazılar yazdılar, yazıyorlar. Bu yazıların önemli bir kısmı sosyal medya paylaşımları biçiminde. Temennimiz bunların akademik makalelere ve kitaplara da dönüşmesi.

Fazlurrahman'ın fikirlerini Türkiye'ye getiren ve yayan kimseler dahi, bazı tarihselcilerce ileri sürülen uç iddialardan rahatsız olmuş durumdalar ve şimdilerde fazlurrahmancılığın deizmden farkını ortaya koymaya çalışıyorlar.
Gerçi problem sadece deizmden sakınmakla bitiyor mu? Çünkü bizim geleneğimize göre sakıncalı işler sadece deizmle nitelenmiyor, bununla sınırlı değildir. Ehl-i bid'atın bid'atından başlayıp fısk, haram, kebîre, sağîre ve mekruh diye devam eden nitelemeler de var. Bu kavramların da bize söylediği birşeyler var. Geleneğimiz ya hep ya hiç diye bir kısırlığı bize dayatmış değil. Sayılan kavramlar ve benzerlerinden her biri, sakıncalı işler yapanlara yönelik tepkinin veya kucaklamanın ne derece olacağına dair işaretler veriyor. Yelpazenin iki ucu arasındakine benzer dereceler ve kademeler kabul edilmiş. Aksi yöndeki iddialar haksızdır. Münkerler detaylı ayırımlara tabi tutulduğu gibi maruflarda da kısır bir ikilik yok. Farzı var, vacibi var, müstehabbı... var.

Son günlerde yaşananlarla ilgili umudumuz, bu rüzgardan, aykırı seslerin tümünün etkilenmesi, yarardan çok zarar getiren tartışmaların bırakılması,  İslam'ın ve müslümanların sesini yükseltecek yerde deizmin sesi haline gelmekten vazgeçilmesi.
Onlardan, üfürükçülerin nefesine, kahinlerin safsatalarına inanmalarını veya tekkede el alma merasimine dahil olmalarını beklemiyoruz. Ama haklarında ne doktorlar ne profesörler teşhis koymuş, buna bir baksınlar da pansumandan kaçmasınlar istiyoruz. İleri sürdükleri görüşlerin vehametini ortaya koyanlara kızıp onların kişiliklerine saldırmalarının ve hakaret etmelerinin kimseye bir faydası yok. Sövüşmeyi bir ilahiyat dili haline getirmek, bu alandaki bütün kazanımların heba olmasına yol açacak bir potansiyeli barındırıyor.

Sözün burasında bir dua etmek geldi içimden. Yüce Allah'tan hastalıklarımıza şifa, dertlerimize devâ, ümmet-i Muhammed'in gençlerine ve tüm fertlerine kavî iman nasip etmesini diliyorum.

07.02.2019
Bilal ESEN



TARİHSELCİLİK ve NESH MUKAYESESİNE DAİR KÜÇÜK BİR NOT

Günümüzde tarihselciliği savunanlardan bazıları, Kur'an'da nesh meselesiyle ilgili olarak, hangi ayetlerin hangi ayetleri neshettiğine ilişkin Allah'ın açık bir beyanı bulunmadığını, mensuh ayetlerin sayısı konusunda geçmişteki alimler arasında birden fazla görüşün ortaya çıktığını ve nesh konusunun tam manasıyla yorum/ictihad konusu olduğunu söylemektedirler. Bu tespiti şu sonuca ulaşmak amacıyla yapmaktadırlar: Madem ki neshte re'y ve ictihadın rolü vardır, öyleyse tarihselcinin de kendi yorumu ve ictihadına dayanarak ayetleri neshetmesi/hükümlerini kaldırması mümkündür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, geçmişteki alimlerin nesh ile ilgili görüşlerinden ve neshte re'yin de devreye girip girmediği tartışmasından yola çıkarak yukarıdaki çıkarımı yapmanın yerinde olmadığı açıktır. Çünkü böyle bir çıkarımda, ayetin ayeti neshi değil, kişisel aklın/re'yin ayeti neshi gündeme getirilmiş olmaktadır. Ayetler arası neshte, nâsih ve mensuhtan oluşan iki tarafta da birer ayet bulunur ve bunlardan birinin diğerini neshettiğine dair bir alametin bulunması gibi bazı şartlar aranır. Akıl, bu iki ayetin dışında üçüncü bir unsurdur ve yorumlayıcı roldedir. Tarihselci ise bir tarafa ayeti diğer tarafa kişisel aklını koymaktadır. Yani kendi aklını, birbirine zıt gözüken iki ayeti yorumlayan üçüncü bir unsur olarak değil bir ayetin hükmünü tamamen kaldıran bir delil, neshin bir tarafını oluşturan ikinci bir unsur olarak görmektedir.

Bundan da öte, son zamanlarda tarihselcinin asıl sorunu, hükmünü kaldırdığı ayeti Allah'ın sözü değil Peygamberin sözü saymasıdır. Böylece, deyim yerindeyse, ayetin ayetliğini yok saymış oluyor ve geriye neshedilecek bir ayet de kalmıyor. Örneğin tarihselci, savaş ve cihadla ilgili ayetlerin Allah'ın ahlakiliğine yakışmadığını, Mekke döneminde ehl-i kitabı öven Allah'ın Medine döneminde iken onlara savaş ilan etmesinin çelişkili olduğunu söylemekte ve böyle bir çelişki Allah'a yakışmayacağına göre bu tür meselelere yer veren savaş ayetlerindeki dilin/lafzın Peygambere ait olduğunu iddia etmektedir ki, bu iddia nesh meselesinden apayrı bir konudur. Esasında sözkonusu iddialarda, sadece ayetin diline/lafzına itiraz yoktur, anlamına da itiraz vardır. Çünkü savaş emri başka bir lafızla ifade edilse de sonuç aynı olacaktır. Kıtâl da denilse harp de denilse sonuçta ayet, karşı tarafla ölümüne çarpışmayı emrediyor olacaktır. Tarihselci, savaşa itiraz ettiğine göre doğrudan manaya ve ayetin hükmüne itiraz etmektedir. Dolayısıyla tarihselci yorumun sadece Kur'an'ın lafzı konusunda farklı bir yaklaşım içinde olduğunu söylemek isabetli olmayacaktır.

Bir başka açıdan tarihselci, yukarıdaki iddialarıyla Peygamberi de itham etmekte ve bazı ayetlerin Allah'ın rızası dışında ve O'na rağmen Peygamber tarafından formüle edildiğini ve Kur'an'a sokulduğunu ima etmiş olmaktadır. Zaten tarihselci, Medine dönemindeki ayetlerin geneline karşı farklı bir yaklaşım içindedir ve bu dönemdeki hükümlerin ahlakî tekâmül bakımdan "sapma ve duraksama"ya sebep olduğunu ileri sürmekte, Mekke dönemindeki hükümleri "daha derinlikli ve ahlakî içerikli" bulmaktadır. Tarihselci, bir başka söyleminde de vahyin mahiyet bakımından genel/küllî/tümel olduğunu, vahiyden tikel ayetler oluşturma faaliyetinin ise bizzat Peygamber tarafından yapıldığını ileri sürmektedir ki, bu söylem Mekkî ayetler de dahil bütün Kur'ân'ı Peygamber sözü saymaya varacak bir genellemeye ve bilinçli muğlaklığa sahiptir. Muğlaklık diyoruz, çünkü tarihselcilerin söylemlerinin tutarlı bir sistemden yoksun olması ve kimi zaman kapalı veya çelişkili kimi zaman da din karşıtlığını temsil eden en aykırı fikirlere yol verecek biçimde açık uçlu olması sadece "dindaş"ları tarafından değil bizzat kendi fikirdaşları tarafından dahi eleştirilmektedir. Bu uç söylemlerin deistlerin fikirlerine  yaklaştığını söyleyen de yine başka bir tarihselcidir.

Kur'ân'ı veya bazı ayetlerini Allah'a izafe etmekten vazgeçip Peygambere izafe etmek, ayetin ayetliğini kaldırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu aşamadan sonra tarihselci, Peygamber sözü haline getirdiği sözkonusu ayetlerin hükmünü kaldırmak için başka bir nâsih ayet bulma ihtiyacı hissetmemiş oluyor. Çünkü Peygamberin/beşerin sözünü re'yle ortadan kaldırmak, ona göre daha kolaydır. Belki de bu noktada sünnet ve hadis inkarcılarının argümanlarının da onun imdadına yetişeceğini düşünmektedir.

Kısacası tarihselcinin yaptığı faaliyet, iki ayetin birbirini nesh etmesinden ve bu neshte ictihadın rol oynayıp oynamadığından çok farklı bir şeydir. Ayeti ayetlikten çıkardıktan sonra nesihten de re'y ve ictihaddan da söz etmek anlamsız hale geliyor. Kaldı ki, ayeti ayetlikten çıkarmak için ictihad etmenin kabul edilmez oluşu bir yana ayetin varlığı halinde dahi ona karşı ve ona rağmen ictihad yapılamayacağı hususu, ictihad teorisinin en temel ilkelerindendir.

Tarihselci yorumun neshle mukayesesinde şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Neshte, tarih bakımından sonra gelen bir ayetin önceki ayetin hükmünü kaldırması söz konusu iken tarihselciler bunun tam tersini iddia etmekte ve tarih bakımından daha sonra gelen Medenî ayetlerin hükümlerini bırakıp yalnızca daha önceden gelen Mekkî ayetlerin hükümlerinin esas alınabileceğini söylemektedirler. Hatta bazı tarihselciler Mekkî ayetlerin dahi evrensel olmadığını Peygamberin risaletinin bütünüyle yerel ve tarihsel olduğunu iddia etmektedirler ki, bu, günümüzde dikkate alacağımız bir vahiy bulunmadığını ve her alanda yola tamamen beşer aklıyla devam edileceğini öngörmekte olup farklı bir bağlamda ayrıca tahlil edilebilir.

Son olarak, bir noktaya da temas etmiş olalım. Tarihselciler arasındaki bu görüş ayrılıklarına rağmen onlar hakkındaki herhangi bir değerlendirmenin de genelleme içerdiği söylenebilirse de, bu tür değerlendirmelerde gündemde öne çıkan ve tartışılan tarihselci savların merkeze alındığı bellidir. Bu yazının amacı, tarihselci yorumu neshe benzetenlerin sağlıklı bir mukayese yapmadıklarını tasvir etmekle sınırlıdır.

30.01.2019
Bilal ESEN


TEK MAHARETİN YIKMAKSA...

Elinde tuğlan ve harcın, en önemlisi de inşâ kabiliyetin yoksa içinde yaşadığın binayı yıkmaya da onarmaya da kalkma. Bırak, olduğu gibi kalsın.
Senin virane zannettiğin yapı, nicelerinin rüyası, nicelerinin huzurlu yuvası.
Bir de gönlüne bak. Belki de asıl sorun, oranın virane olması.

"HOCA"LAR TÜRLÜ TÜRLÜ

Şu zamanda "hoca" diye anılanlardan;

a) Kimisi balarısı gibi. Çayırların, bayırların, dağların ve ovaların en temiz yerlerinde geziyor. Bin bir çiçekten en güzel özleri topluyor, bal yaparak size sunuyor.

b) Kimisi de sivrisinek gibi. Hep bataklıklarda dolaşıyor, nerden bir kötü koku alsa oraya konuyor. Sonra da gelip bütün mikrobunu size bulaştırıyor. 

Tercih sizin.
"Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!"

17 Ocak 2019
Bilal Esen

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK MÜ?

Farz edelim ki, kuzu eti almak için para verdiğiniz bir kasap size domuz eti vermiş. Eve gittiğinizde veya eti yedikten sonra gerçeği öğrendiniz. Bu durumda o kasap, "kimse bana karışamaz, benim özgürlüğüm var" diyebilir mi? Burada mesele "domuz eti satma özgürlüğü" meselesi midir? Yoksa bir aldatmaca meselesi mi? Aldığı paranın hakkını vermemek ve dürüst olmamak ahlaksızlık değil de nedir?

Peki, çocuğunuzu gönderdiğiniz okulda, İslam'ı anlatması ve öğretmesi gereken bir din hocası, faraza, İslam'a tamamen aykırı fikirleri İslam diye anlatıyor ve deizm propagandası yapıyor olsa, burada mesele ifade özgürlüğü ve "akademik özgürlük" meselesi midir yoksa...?

Velhasıl, akademik özgürlük meselesini iyi düşünmeli.

KEM SÖZ SAHİBİNİNDİR, SÖYLEYENİN SEVİYESİNİ BELLİ EDER

Bir âlime: “Bazıları senin hakkında hep kötü konuşuyor ama sen onlar hakkında iyi şeyler anlatıyorsun?” denildi. Âlim cevaben dedi ki: “Herkes kendi yanında ne varsa, onu dağıtır.”

(el-Ecvibetül-müskite, s. 66 (332).