TARİHSELCİLİĞİN ÇÖKÜŞÜ

Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddiası
Tarihselcilik diye anılan anlayışın sonunda gelip vardığı nokta, Kur'ân'ı -en azından onun belirsiz bir kısmını- bir insan sözü saymak oldu. Gerekçesi ise bu sonuçtan daha vahimdi. Tarihselciliğin çıkarımına göre, bazı ayetler ahlaken sorunluydu ve bunlar Allah'ın ahlakına yakışmıyordu (hâşâ!).

Mesela tarihselci zihniyet, Kur’ân’ın, Mekke dönemindeyken ehl-i kitâb hakkında olumlu ifadeler kullanmasının ve ardından Medine döneminde müslümanlar güçlenince ehl-i kitâba karşı savaş ilan etmesinin ahlaken bir çelişki olduğunu varsayıyor, bu konudaki ayetlerin politik bir dile ve üsluba sahip olduğunu iddia ederek bunların Allah'a değil Peygambere ait sözler olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Aksi halde Allah’ın ahlakiliği"nin gündeme geleceğini iddia ederek söz konusu ayetlerin ahlaken sorunlu olduğunu söylemiş oluyordu. Fakat Allah'ın (c.c.) ahlakını eleştirmeyi göze alamayıp Kur’ân’daki sorunlu ayetlerin (!) O'nun değil, olsa olsa bir insanın yani Peygamberin sözü olabileceğini söylüyordu. Tarihselciliğin bu çıkarımında, ahlaken sorunlu olduğu iddia edilen ayetlerin sebebi olarak Peygamber gösteriliyordu. Yine Mekke dönemindeki hükümlerin daha derinlikli ve ahlâkî içerikli olduğu, Medine dönemindeki hükümlerin ise yüzeysel ve siyasi olması hasebiyle dinî-ahlâkî tekamül bakımından sapmalara ve duraksamalara yol açtığı ithamında bulunan söz konusu anlayış, dinin temellerini eleştirmiş oluyordu. Bu dönemdeki hükümlerin Allah'ın izni dışında gelmesi söz konusu olamayacağına göre, bunların ahlaki tekamülde sapmaya ve duraksamaya yol açtığının söylenmesi doğrudan Allah'ın hükümlerine yani ayetlerine bir eleştiriydi. Zaten bu satırların  yer aldığı tebliğin başlığı da "Cihad Ayetleri" idi. (M. Öztürk, “Cihad Ayetleri: Tefsir Birikimine, İslam Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, 2016, s. 154-155, 157, 201-202)

Tarihselciliğin, esmâ-i hüsnâ ile ilgili de kabul edilemez iddiaları vardır. Bu yaklaşıma göre, Allah'ın, Kur'an'da kendisini yüceltmesi, büyüklüğünden bahsetmesi ve kendisi hakkında övücü sıfatlar kullanması düşünülemez, çünkü övünme ve iftihar, cahiliyye adetidir. Bu sebeple  Kur'an'da geçen esmâ-i hüsnâyı, Allah'ın sözleri değil Peygamberin sözleri olarak kabul etmek gerekir (!) Mesela Kur'an'da ayetlerin bir parçası olarak geçen Kebîr, Mütekebbir, Müntekım, Rahim, Rahman ve Vedûd gibi isimler bu anlayışa göre Allah'ın kendine verdiği isimler değildir, bunları Peygamber "kendi varlık tecrübesinden hareketle" formüle etmiş,  Allah'ı insan biçimci sıfatlarla tanıtarak kendi diliyle  Allah adına konuşmuştur. Bu esmânın her biri, şirk ve müşrik zihniyete karşı bir tepki ifadesidir. (Öztürk, Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, 2016, s. 222-227)

Tarihselciliğin Kur'an'da beşer sözü saydığı hususlardan biri de, ayetlerde bazı kafirlere yönelik olarak yer alan telin ve beddua ifadeleridir. Tarihselciye göre, başkasına beddua etmek bir acizlik ve çaresizlik göstergesi olup Allah'a yakışmaz. Böylece tarihselci, başta "Ebu Leheb'in elleri kurusun! Kurudu zaten." ayeti (Tebbet sûresi) olmak üzere kafirler ile İsrailoğullarına lanet ve beddua okuyan ayetleri Allah'ın değil Peygamberin sözleri saymaktadır. Ona göre, bu sözler Hz. Peygamberin yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. (Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 225-227) Halbuki bu tür ayetler geçmiş ulemamız tarafından gayet güzel açıklanmış ve hiç bir müslüman alim, tarihselcilerin bu anılan gerekçelerine dayanarak bazı ayetlerin Allah'ın sözü olmayıp Peygamber'in sözü olduğunu iddia etmemiştir. Bu yüzden Kur'an'ın bazı sözlerinin Allah'a ait olmadığı mahiyetindeki tarihselcilere ait iddia, Kur'an tarihi açısından çok büyük bir ithamdır. Günümüz Müslümanları arasında büyük şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır, karşılanmaya devam etmektedir.

Kur'ân'ın ehl-i kitabla ilgili ayetlerinin Mekke-Medine dönemindeki içeriği hakkında  ve  Medine dönemindeki savaşlara ait hükümlerle ilgili olarak tarihselciliğin kendini konumlandırdığı taraf da ilginçtir. Başta Peygamberimizin (s.a.s) yaşadığı çileli dönem olmak üzere, tarihte meydana gelen savaşların tek müsebbibi olarak müslümanları ve Kur’ân’ı gösteren bu anlayışın, o dönemdeki Müslümanların çektiği sıkıntıları ve düşmanlarının hasmane tutumlarını hiç dikkate almaması ve adeta ehl-i kitâb yanlısı bir tutum sergilemesi dikkat çekiyordu. Savaşla ilgili ayetlerde ahlaken isabetli olmayan bir şeylerin varlığını iddia etmesi garipti. Nitekim aynı anlayışın sahibi, bir gazetedeki köşe yazısında, şark kültürünün bir bireyi olmaktansa “şövalye ruhlu” bir birey olmayı tavsiye ediyor, şövalye ruhluluğun onurlu ve ilkeli yaşam demek olduğunu söyleyerek batı hayranlığını açığa vuruyor, şark kültürüne onursuzluk imasında bulunuyor, onu yalancılık, kalleşlik ve kindarlık gibi olumsuz sıfatlarla anıyordu.  (Mustafa Öztürk, Karar Gazetesi, 17 Kasım 2018) Aynı anlayışın sahibi, Allah’ın adını yüceltmek adına bir savaş yapılamayacağını, şayet iʻlâ-i kelimetullâh adına savaşmak söz konusu olacaksa, haçlı seferlerinin fetih sayılması gerekeceğini de söylemişti. (Öztürk, “Cihad Ayetleri”, s. 215)

Ahlaken sıkıntılı oldukları gerekçesiyle, ayetleri bir beşer ürünü saymak, bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç bir müslüman âlimin ileri sürmediği bir iddiadır. Bu ilk defa oluyor. Dolayısıyla tevilin ve yorumun bütün sınırlarını zorlayıp dışına taşıyor. Böylece bugüne kadar kuşkuyla bakılan ve nereye varacağı kestirilemeyen tarihselciliğin amacı ve misyonu da ortaya çıkmış oluyor.

Esasen bizim geleneğimizde nesih vardı, esbâb-ı nüzûl, ta'lîl, ictihad, kıyâs, istihsân, maslahat ve makâsıd gibi kavramlar vardı. Yeni türemiş olan tarihselcilik kavramını bir türlü kavrayamamıştık ve bu coğrafyada ona soğuk davranmıştık. Neyse ki tefsir dalındaki tarihselci akademisyenlerden Mustafa Öztürk, başta yukarıda zikrettiğimiz cihadla ilgili tebliği olmak üzere çeşitli yazılarında Kur’ân ayetlerinin Peygamber sözü olduğunu ileri sürerek bu ekolün amacını şüpheye yer bırakmayacak ölçüde açık etti. (Ayrıca bkz. Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 141-142, 144-148, 199-206, 214, 222-228; “Cihad Ayetleri", s. 201-202

Malumdur ki, düşünce dünyasında ortaya atılan teorilerin yerleşmesi veya tedavülden kalkması genellikle birkaç nesli bulan bir süreçtir. Tarihselciliğin bu kadar hızlı bir şekilde bu noktaya gelmesi ve en uç iddialar ile âdeta intihara teşebbüs etmesi, müslüman dünya ve özellikle de Türkiye müslümanları için hayırlı bile sayılabilir.

Mezkur yazarın, Kur’ân’ı ahlaken sorunlu bulan söylemi, bir tebliğin tek bir paragrafında ortaya çıkmış münferit bir iddia değildir. Zaten kendisi de, eleştiriler üzerine hemen ve doğrudan bir düzeltme ya da açıklama yapma gereği duymadı. Ağzımdan kaçan bir cümleydi diye savunma yapmadı veya özür de dilemedi. Günler sonra bir gazete yazısı yazdı fakat kendi söyleminin odak noktasında yer alan Kur'ân'ın, Allah'ın ve Peygamberin “ahlakiliğini” sorgulama meselesiyle ilgili olarak o yazıda hiçbir kelam etmedi. Sadece Kur’ân’daki mana-lafız ilişkisine yönelik görüşlere değindi. Kendi görüşünün yalnızca lafızla ilgili olduğunu iddia etti. Haddizatında, kıtal ayetleri ve benzeri ayetlerde ahlaki açıdan sorunlar bulunduğunun iddia edilmesi, ayetin lafzına değil anlamına ve içeriğine yönelik bir itirazdır. Bu ayetlerde anlama itiraz etmeden lafzın ve zarfın ahlakiliğinden söz etmek mümkün olabilir mi? Ayet savaşı emrediyorsa başka bir lafızla söylense de yine savaş emri anlamına gelecektir. Bu bakımdan yazarın, gelen eleştiriler üzerine geri adım atmak veya daha güçlü savunma yapmak yerine, asıl tartışma noktasını gözden kaçırmaya ve tartışmayı basit göstermeye yönelik bir tutum sergilediği söylenebilir.

Allah’ın ve Peygamberin ahlakiliğinin sorgulanmasında, ağızdan bir anda kaçan bir çift söz değil yıllardan beri süregelen, belli bir amaca doğru ilerleyen bir yaklaşım vardır. Yukarıdan beri verdiğimiz örnekler dışında, mezkur yazarın, birçok yazısında ve kitabında bu istikamette ifadeler bulunmaktadır. Mesela Kıssaların Dili kitabında,  Hz. İbrahim'in iman adına ahlakı bir tarafa bırakarak oğlunu kurban etmeye çalıştığını yazmıştı. Yine aynı kitaptaki satırlarda, bazı ayetlere bakınca "adalet ve ahlak tanrısı gibi görünen Allah'ın" her zaman böyle davranmadığı ve konjonktüre göre tavır alarak şiddete başvurduğu (!) ifade ediliyor, Allah hakkında yakışıksız cümleler kullanılıyordu. (Öztürk, Kıssaların Dili, 2010, s. 53-56, 62, 67, 73-74) Dolayısıyla Allah'ın bile konjonktür gereği ahlak dışına çıktığı ima ediliyordu. Daha doğrusu, Allah ahlak dışına çıkmayacağına göre, ahlak dışına çıktığı değerlendirilen ayetlerin O'na değil Peygambere nispet edilmesinin zemini hazırlanıyordu. Bu esnada zihnin geri planında, Allah'tan ve dinden bağımsız bir ahlakın varlığı tasavvur edilmiş oluyor ve Yüce Allah ile onun ayetleri buna göre eleştiriye ve yargılamaya tabi tutuluyordu. Başka bir deyişle tarihselcilik, ahlakın kaynağına ahlak öğretmeye kalkışıyordu.


Kur’ân’da çelişki bulunduğu iddiası
Mezkur yazarın, yazılarında defalarca tekrarladığı ve genellikle oryantalistler ile Ömer Özsoy'a dayandırdığı iddiaya göre, Kur’ân çelişkilerle ve tekrarlarla dolu bir kitaptır. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, s. 18-19, 26-27)

Söz konusu iddiaya kendisinin de katıldığını belirten yazar, bu esnada "Bu Kur’ân Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı." (Nisa 4/82) ayetini ve benzeri ayetlerin mesajını yeterli görmemektedir. Hatta önceki ulemânın, çelişkinin ancak zahiren olabileceği ve hakikatte Allah kelamında tutarsızlık olamayacağı, zahiren var olduğu söylenen çelişkilerin ise nesih gibi hususları bilmemekten kaynaklandığı vb. tenzih ve teslimiyet dolu üslubunu bir tarafa bırakarak, bu çelişkilerden kurtulmanın ancak kendi yöntemini (tarihselciliği) kabul etmekle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. 
(Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, 18-19, 43-49) Kendi yönteminden maksadın ise bazı ayetleri insan sözü saymak olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılmıştır. Dolayısıyla ona göre, çelişki iddia edilen noktalarda bir kısım ayetleri insan sözü saymamız halinde bunlar feda edilebilecek ve geriye de herhangi bir çelişki kalmayacaktır. Bu yaklaşımın Kur’ân'ın tahrifiyle eşdeğer olması bir yana, çelişkiyi giderecek tek yöntemin bu olduğu iddiası, “tarihte ilk defa ben buldum” tavrı bakımından Sözde Kur’ân İslamı'nı savunanların yaklaşımına benzerlik arz etmektedir. Ve bu noktada şu soru çok anlamlı olmaktadır: Madem çelişkilerden kurtulmanın yolu tarihselcilikse, Yüce Allah bunun için niye bu kadar süre beklemiştir? Allah (c.c.) kendi kitabını asırlar boyunca çelişkilerden kurtarmaktan aciz mi olmuştur ki hâşâ onu korumak için yirminci yüzyılda birilerinin tarihselciliği keşfetmesine mahkum olmuştur? 

Kişisel aklı ve indî görüşleri vahyin üstünde görme anlayışı
Ahlak zemininden yola çıkma iddiasıyla, insan aklını ayetlerin üstünde görmeye başlayan bu anlayışın bir süre sonra bazı ayetleri değersizleştirmesi ve bu ayetlerin içeriğinden dolayı da Peygamberi itham etmesi, tarihselciliğin bugüne kadarki gidişatına göre beklenen bir tavırdı.

Nitekim tarihselci yazarın geçmişte sıklıkla tarihselci yorumu neshe benzetmesi de aklın rolünü vahyin üstüne çıkarmaya matuftu. Nasıl ki bazı ayetler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır, işte tarihselci yorum da bunun gibidir ve bazı ayetlerin bugün için hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz, diyordu
Bu esnada açıkça bir hususu ıskalamaya ve dikkatten kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü tarihselci bakış açısı, insan aklını esas alarak bazı ayetleri hükümsüz ilan ederken, nesih ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Nesih meselesinde  akıl sadece yorumlayıcı tarzda bir role sahipken tarihselci anlayışta akıl, vahiy gibi hatta onu dahi ortadan kaldıran mutlak şâri' rolündedir.* Aradaki bu farktan dolayı benzetmenin yerinde olmadığının fark edilmesi üzerine bu sefer de tarihselci anlayış, ictihad ile de nesh olur diyerek ayetlerin açık ve kesin hükümlerinin bile kişisel görüşlerle kaldırılabileceğini söyledi ve kıyıdan köşeden bulup Mâtürîdi'ye isnat ettiği bir cümle ile bu söylemini meşrulaştırmaya çalıştı. (Öztürk, Karar Gazetesi, 11 Şubat 2017; “Kur’ân'ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan, Sınır ve Sorunları”, 2015; "Cihad", s. 366-367) Halbuki mevrid-i nasta ictihad olamayacağı ve "nass"ı reddeden bir yorumun ictihadın ıstılâhî tarifine bile sığmayacağı hususu bütün ümmetçe müsellemdi. İmâm Mâtürîdî de ümmetten farklı düşünmüyor, nassın belirlediği hükümler alanında ve nassa karşı re'y/ictihad ileri sürülemeyeceğini hatta hakkında icma olan meselede tartışma yapılamayacağını, icmâın bağlayıcı olduğunu birçok yerde ifade ediyordu. (Örnek olarak bkz. Te'vîlât, III, 229-234, 320; V, 407; IX, 562, 617; X, 419-420)

Mâtürîdi’ye isnat edilen cümledeki nesih kelimesinin, ne neshin meşhur olan ıstılahi anlamıyla ne de tarihselciliğin Kur’ân'ı beşer sözü sayan yaklaşımıyla alakası vardı. Kitabının başına, "Kur’ân'ı re'y ile tefsir eden kişi cehennemdeki yerini hazırlasın." sözünü koyan Mâtürîdî'nin re’y ile Kur'ân'ın neshedilmesine izin verdiği düşünülebilir mi? Mâtürîdî'nin çarpıtmaya konu olan söz konusu ifadeleri ise hükmün gerekçeye/illete bağlı olduğunu, gerekçenin/illetin olmadığı yerde hükmün de bulunmayacağını ifade etmektedir ve öteden beri fıkıh usulünde bilinen bir kuraldır. (Te'vîlât, V, 407)

Kaldı ki, Mâtürîdî gibi bir nevi ekol oluşturmuş meşhur bir alimin bir görüşünü, ekolü izleyen öğrencilerinin kitaplarına bakmadan ve o görüşün tarihte ilmi çevrelerde nasıl yankı bulduğunu araştırmadan tek bir metinden ya da kitaptan öğrenmeye çalışmak ve o kitabı ilk defa gören kişi edasıyla, söz konusu kitaba âdeta antik kazılarda bulunmuş bir levha muamelesi yapmak ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olabilir? Bu yaklaşım aynı zamanda, bir metni ortaya çıktığı tarihi şartların bütününe göre yorumlamak gerektiği şeklindeki tarihselciliğin kendi kabulleri bakımından da çelişkili ve tutarsızdır.

Tevil alanının dışına taşma
Tarihselcilik hakkında ve özellikle de onun, ayetleri beşer sözü sayma iddiası karşısında açık eleştirilerde bulunmamız ve adeta intihar ettiği gibi yakıştırmalar yapmamız, bu söylemi yorum ve tevil sınırları içinde görmediğimizdendir. Akademik çalışmalarda, birtakım çıkarımları ahlak bağlamına çekerek İslam’ın kutsallarına ve bilhassa iki temel kaynağına (Kur'ân'a ve Peygambere) ahlaka aykırılık eleştirisinde bulunmak, bir Müslüman için kabul edilebilir değildir. Bu tür iddiaların İslami ilimler bakımından ictihad kapsamında değerlendirilemeyeceğini, batıl tevil kapsamında dahi sayılamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü söz konusu iddialar, İslamî ilimlerin ilke ve yöntemlerine bağlı kalınarak ulaşılmış sonuçlar değildir. Bu sebeple esasında bunlara karşı ilmî cevaplar üretmeye çalışmak da gereksizdir.

İnanmayan biri, Kur'ân hakkında ithamlarda bulunsa da müslüman bir kişinin ayetleri beşer sözü sayması asla düşünülemez. Kur’ân'da, ayetlerin beşer sözü olmadığını açıkça ifade eden ve onları beşer sözü saymaya çalışan müşriklerin zalimliğinden bahseden birçok ayet vardır. Çünkü Kur'ân'ın beşer sözü olduğuna dair iddialar Kur'ân'ın ilk indiği dönemde müşrikler tarafından dile getirilmiş ve bunun üzerine iddiaları reddeden ayetler gelmiştir. (Bakara 2/23-24; Âl-i İmrân 3/7, 78-79; Nisâ 4/82; En'âm 6/91; Yûnus 10/37-40; Hûd 11/12-13; İbrahim 14/10-11; Nahl 16/103-105; İsrâ 17/86-88; Enbiya 21/3-19; Kasas 28/48-53; Mümin 40/1-4; Casiye 45/1-8; Ahkâf 46/1-10; Hâkka 69/38-52)

Örneğin bir müşriğin iddiaları karşısında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 
"(Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!ᅠSonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!ᅠ Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.ᅠEn sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. "Bu" dedi, "Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.ᅠBu, insan sözünden başka bir şey değildir." Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?ᅠ Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz;ᅠ İnsanları kavurur." (Müddessir 74/16-29, DİB, Kuran Yolu Tefsiri)

Eleştiriye tahammülsüzlük
Tarihselcilik adına dinin kutsallarını değersizleştirmeye çalışanlarda görülen dikkat çekici bir husus, yukarıda ifade edildiği biçimde Allah Teala ve Peygamberi (s.a.s) hakkında yakışıksız ifadeler kullanmaya cür'et ettikleri ve eleştiride sınır tanımadıkları halde, kendilerine yapılan en ufak bir eleştiriye bile tahammül edememeleri, "akademik özgürlük tehlikede!" diye seslerini yükseltmeleridir. Sanki kendi kitaplarına ve yazılarına karşı, Allah'ın kitabına gösterilen saygıdan daha fazla saygı beklemektedirler. Kanaatimizce, İslam ilahiyatçısı sıfatıyla, dinin temelleri hakkında bu kadar aşırı değerlendirmelerde bulunmanın ve Yüce Allah hakkında alay edercesine bir üslup kullanmanın akademik özgürlükle bir alakası yoktur. Kaldı ki, söz konusu tarihselcilere yöneltilen itirazlar da, birer sözlü eleştiridir. İslam’ın temellerini ve kutsal kitabını eleştirenlerin, kendilerinin de eleştirileceğini ve karşıdan gelen tenkitlerin de eleştiri özgürlüğü içinde olduğunu bilmeleri gerekir.

Ve sonuç
Epey bir süredir Türkiye'de ilahiyat camiasının gündemine sokulmak istenen ve bugünlerde, Kur’ân'ın bir insan sözü olduğunu ispat etmek (!) gibi beyhude uğraşlar peşinde koşan tarihselciliğin mahiyetinin ve maksadının ne olduğu artık netleşmiş gözükmektedir.

Bütün bunlardan sonra illa da tarihselciliği tanımlamak gerekecekse şöyle denilebilir: “Tarihselcilik, dinî hükümlerin bir kısmının zamana ve örfe dayalı oluşu gerçeğini istismar ederek ilme henüz yeni başlayanların zihinlerini bulandıran, akla vahyi reddetme yetkisi veren ve nihayetinde Kur’ân'ın dahi insan sözü olduğunu, çağımızda insanlığın referans alabileceği ilahî bir kaynak bulunmadığını iddia ederek yola sadece beşer aklıyla devam edilmesini öngören, İslâmî bünyeye yabancı, sistemleşememiş, ithal görüşler yığınıdır.”

------------------------------


18.12.2018
Dr. Bilal ESEN
(İslam Hukuku Bilim Dalı)





 









SÖYLEYİŞ FARKI

Sultanın biri rüyasında dişlerinin tek tek döküldüğünü görmüştü. Rüya tabircilerinden birine sordu. O da "ailenizdeki kişiler ve akrabalarınız bir bir ölecek ve siz de bu ölümlere şahit olacaksınız" dedi. Bu yoruma kızan sultan adamı kovdu.
Sonra sultan, başka bir rüya tabircisini çağırttı ve ondan da yorum istedi. İkinci adam "Efendim, aileniz ve akrabalarınız arasından en uzun yaşayan kişi siz olacaksınız" dedi. Bunun üzerine sultanın yüzü gülmeye başladı. Bu yorumu yapan adama büyük ikramlarda bulundu, kese kese altın verdi.
Her iki yorumcunun söylediği de aynı sonuca varıyordu aslında. Fakat söyleyiş biçimleri farklıydı.
Bu hikayeyi büyük âlim İbnül-Kayyim anlatıyor.
Şimdilerde sözlerinin çarpıtıldığından şikayet eden ve sürekli yanlış anlaşıldığını söyleyenler acaba bu hikayeden bir nasip alabilseler durum birazcık olsun değişir mi, bilemiyorum.

HER SORULANA FETVA VEREN DELİDİR

"34 ay boyunca, İbn-i Ömer'in yanında bulundum. Kendisinden fetva istendiğinde çoğunlukla 'bilmiyorum' diye cevap verirdi."
(Utbe b. Müslim)
(Not: İbn Ömer, Hazreti Ömer'in oğlu ve büyük bir âlim)



"Kendisine ne sorulursa hepsine fetva veren kişi, delidir."
(Abdullah b. Mesud - Sahâbi)
(Kaynak: Mehmed Fıkhî el-Aynî, Risale fi edebi'l-müftî, s.52)



“Ahiretlerini dünya uğruna satanlar, en bedbaht insanlardır. Ancak onlardan da bedbahtı, kendi ahiretlerini başkasının dünyası uğruna satanlardır. İşte bunlar, başkasının keyfine göre fetva verenlerdir."


"Ey ilim sahipleri!
İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyleyin. Anlamayıp da Allah'ı ve Peygamberini yalanlamalarını mı istiyorsunuz?"
(Hz. Ali r.a.)

Arkanda bıraktıklarını unutma! Sana ancak onlar yardım eder

Hayat yolculuğu trafikte araba sürmeye benzer. Ne kadar hızlı gidersen git. Yolda kaç kişiyi geçersen geç. Unutma ki, bir kaza anında sana yardım edecek olanlar yetişmeye çalıştığın öndekiler değil senin geride bıraktığını zannettiklerindir. Sana ancak arkandan gelenlerin yardımı dokunur. Öyleyse birini geçeyim derken dikkat et. Kaba olma, nazik ol.


Dostun zararı

"Dostların aşırı ilgisi,
insanın
kendini ıslah etmesine manidir."
(Mevlânâ)

DÜŞMANININ GÜNAHI SENİN TÖVBEN YERİNE Mİ GEÇİYOR?


Zamanımızda öyle insanlar ortaya çıktı ki, düşman gördükleri tarafın günahlarıyla oyalanmaktan kendi günahlarına bakamaz oldular. Düşmanları günah işledikçe kendi günahları siliniyormuş gibi davranıyorlar. Belki de, düşman günah işledikçe bize sevap yazılıyor, diye düşünenler bile var.
O yüzden kendi günahlarına tövbe ettikleri, yaptıkları hatalardan döndükleri görülmüyor. Yanlışlarında ısrar edip gidiyorlar. Hatayı yapan kendilerinden olursa affetmek bir yana ona ödül bile veriyorlar. Bir de sonra çıkıp müslümanlık davasından bahsediyorlar ki, evlere şenlik!
Müslümanlık, o taraf-bu taraf davası mı?
Sen-ben kavgası mı sadece?
O tarafın yaptığı yanlışlar ve zulümler günah da, bu tarafın yanlışları ve zulümleri sevap mı?
Fe sübhanellah!
Müslümanlık, ahlak davası
Müslümanlık, iyilik davası
Müslümanlık, hak ve adalet davası
Müslümanlık, helal lokmanın davası
Müslümanlık, Allah'tan korkanların davası

ÖTEKİNİN KIBLESİ

Ötekinin kıblesini eleştirenin değil
kendi kıblesinden şaşmayanın namazı kabul olur.

Vaaz ve Vaiz

Nasıl diyebiliriz ki, "hocalar, vaizler... iyi anlatmadı" diye?
Halbuki nice cenazeler gördük ömrümüzde.
Tabuttaki ölülerden daha iyi vaaz veren olur mu?
Vaaza kulak vermeyenin mazereti kabul olur mu?

İSLÂM'IN HÜKÜMLERİNİ SIRTLARINDA TAŞIYAMAYANLAR DEİZM DİYE BİR ŞEY KEŞFETTİ (!)

Başlamadan önce, bu yazıda ilahiyatçı kavramını, dinle ilgilenen ve din hakkında konuşmayı meslek edinen kişi anlamında genel bir ifade olarak kullandığımı belirtmek isterim.

Bugünlerin moda tabiri deizm. Peki deizm bir din midir? Hayır! Dinsizlik midir? Hayır! Nedir o zaman deizm?
Deizm, "bir tanrıya inanırım ama hayatımı tanrının istediği şekilde değil keyfime göre yaşarım", diyenlerin uydurduğu bir şey. Bugünlerde bu tabir, İslam ahkamını ve özellikle de ameli hükümleri kendi üzerlerinde ağırlık gören sözde ilahiyatçılar, felsefeciler ve sözde Kur'ancı olduğunu söyleyen kişiler tarafından parlatılıyor.
Çünkü dinin amel boyutu onlara ağır geldi. Böyle bir din olmaz, dediler. Dinde bu kadar çok ahkam olduğu için insanların bu dinden kaçtığını söylediler. Ve kaçılan yeri deizm diye tanımladılar.
Demek istiyorlar ki, siz dinde bu kadar ahkam olduğunu söylerseniz, dini hayata uygulamaya kalkarsanız insanlar da dinden kaçar. Dinin zihinde ve kalpte olduğunu, kişinin kalbi temiz olduktan sonra hayatını istediği herhangi bir ideolojiye göre tanzim edebileceğini, bunu yaptığında da İslam'ı doğru olarak yaşamış olacağını söyleseydiniz, işte bu, doğru olurdu (!)

Evet saydığım kesimler adeta bunları söylüyorlar. Bu kesimler dışında, güya tasavvufu savunmak adına fıkıh ilmine ve kelam ilmine saldırıda bulunan sözde tasavvufçu bazı akademisyenlerin de bu fikre kısmi destek verdiğini belirtmem gerekir. Çünkü onların beğendiği dinde de, fıkıh yok, amelî ahkam yok, bol bol batinî teviller var. Budistler gibi "nirvanaya ermeyi" kutsuyorlar ama gerek inanç bakımından gerekse amel bakımından dinin sınırları olmasını kabul etmiyorlar. Hatta bu sözde tasavvufçu akademisyenler arasında, İslam'ı tek hak din olarak kabul etmeyen, bütün dinlerin birliğini ve eşitliğini savunan ve dolayısıyla neden İslamiyeti seçtiğini anlamsız hale getiren bazı kişiler bile var.
Halbuki, şayet hakikaten Allah'ın dinine tabi olmaktan bahsediyorsak, İslam dininde ta baştan beri kırmızı çizgiler vardı, sınırlar vardı. Nasıl inanacağımız hakkında olduğu gibi nasıl yaşayacağımıza dair de kurallar vardı. İslam, iman ve amel-i salih şeklinde iki boyuta sahipti. Ama bahsettiğim o sözde ilahiyatçılar ve felsefeciler için amel boyutu, hep dışlanması gereken bir boyut sayıldı. Sözde Kur'ancılar için ise, amel boyutu sadece keyfe bağlıydı; Kur'an'ı kendi keyfine göre yorumlarsın, istediğin hükmü alırsın; beğenmediğini ve aklına uymayanı atarsın. Böylece ağırlıklardan kurtulmuş olursun (!)

Onlar din deyince sadece fikrî tartışma malzemesi olacak bir şey aradılar. Entellektüel fantezilerini tatmin edebilecekleri bir laf kalabalığı sayıyorlar dini. Ama "hayatımda dini nasıl yaşamalıyım?" gibi sorulara asla cevap vermek istemiyorlar. Dinin hükümlerinin günümüzde de hayata geçirilmesi hakkında; ailede, sokakta, ekonomide, iş dünyasında, kılık kıyafette, yiyecekte, içecekte... dinî hassasiyetlere nasıl dikkat edileceği hususunda konuşmayı istemiyorlar, bu konularda konuşanları ve çözüm üretenleri de dar görüşlü olmakla suçluyorlar. Onlar sadece eleştirmeyi bilen, hayatı dine uyarlamak için hiç bir gayretleri olmayan kimseler.

İşte sadece Allah'a inanmayı öngören ama hayatında bir Batılı gibi yaşamayı, seküler olmayı teşvik eden sözde dinin adıdır deizm.
Birileri yeni dinleriyle avunsunlar. Biz ise elimizden geldiğince Allah'ın dinine tabi olmaya, Allah'ın dinini hayatımıza yansıtmak için çabalamaya devam edeceğiz. Bu uğurda bizimle birlikte olan din kardeşlerimize, bize kılavuzluk yapan ilahiyatçı hocalarımıza da duacı olacağız.


Aceleyle üretilen ucuz (!) fetvalar

KRAVAT SEÇMEK İÇİN AYRILAN ZAMAN NE KADAR?
FETVA ÜRETMEK İÇİN AYRILAN ZAMAN NE KADAR?
Fen bilimlerinde bir bilimsel sonucu elde edebilmek için birçok araştırma ve defalarca deney yapılır. Belki onlarca, yüzlerce deneyden sonra karara varılır. Sosyal bilimlerde ileri sürülen tezlerin de çok çeşitli araştırmalara, bulgulara dayanması gerekir.
Peki, din konusunda fetva verenler ve ahkam kesenler, bu hükümlerini kaç araştırmaya dayandırıyorlar? Kendileri o fetva için ne kadar zaman ayırıyorlar acaba?
Bir kravat almak için üç ayrı mağaza gezen, bir ayakkabı almak için birkaç hafta boyunca mağaza mağaza dolaşanlar, bir fetvayı sadece 3-5 dakikada üretebiliyorsa, onlara sadece Allah'tan korkmalarını söylerim.



İLİMDEN BAŞKA RÜTBE ARAYAN SÖZDE İLİM ADAMLARIYLA NEREYE VARABİLİRİZ?

Güncel dinî bilgi üretmesi gerekenlerin, yani elini taşın altına koyması gerekenlerin, boş hevesler peşinde koştuklarını ve sonra da başkalarını eleştirdiklerini görmek ne kadar hayret verici!
En başta makam-mevki beklentisi, bulunduğu konumu ve geleceğini garantiye alma gibi amaçlar, ilmi çalışmaları bulandırıyor, ilmi toplantılarda reklam ve gösteriş hakikatin önüne geçiyor. Asıl çözümlenmesi gereken konudan çok toplantının medyada nasıl haber olacağına önem atfediliyor maalesef. Katılımcılar sözlerinin hak olmasını değil hangi kişiyi memnun edeceklerini önemsiyorlar. Birbirlerini ölçmekle veya kollamakla vakit geçiriyorlar, desek daha doğru olur herhalde.

Geçmişte güncel meselelere ilişkin yapılan sempozyum ve toplantılara davet edilenlerden bir çoğunun, hiçbir ilmî hazırlık yapmadan oralara gittiklerini, göstermelik bir kaç lafla işi geçiştirdiklerini çok defa gördük, duyduk.
Hatta öyle sahneler yaşanıyor ki, aylar öncesinden kendisine araştırma konusu verilmiş sözde ilim adamı toplantıya gelip "hiçbir hazırlık yapmadım ama şöyle bir cümle söyleyeyim de tartışılsın" deyip başlıyordu konuşmaya. Halbuki ümmet ondan bir kaç cümlelik net reçete bekliyordu. Bilmem hangi modern merkezde onbinlerce liraya mal olan o toplantı, işin neticelenmesini, karara bağlanmasını kolaylaştırmak için tertip edilmişti. Bu kadarı da yetmiyor, aynı mahiyetteki başka bir ilmi toplantıda o zat yine baş köşede. Fesübhânellâh!

Söz konusu toplantılar çözüm üretmek için değil kafa karışıklığını artırmak için yapılıyor sanki. Bir kısım zevât bugüne kadar yaptığı ilmi (!) çalışmalardan yararlı hiç bir sonuç elde edememiş olacak ki, o toplantılarda kafa karışıklıklarını ve bunalımlarını ortaya döküyor fakat neticeye ilişkin zerre kadar bir inisiyatif alamıyorlar. Ne o tarafı tercih ediyorlar ne bu tarafı. Mesele çözüm üretmek değil, laf kalabalığı yapmaktan ibaret kalıyor. Dostlar alışverişte görsün hesabı. Bir fikre azıcık eğilim gösterdiğinde de, ne kadar yüzeysel kaldığını, ciddi bir araştırmaya dayanmadığını, basit ve derinliksiz olduğunu görebiliyorsunuz. Sokaktaki sıradan bir vatandaşın konuşmasından farksız, aceleci, ön yargılı ve peşin hükümlerle sonuç alınacağı zannediliyor. Bir de o toplantıyı düzenleyenler, toplantı ortamını, zamanını ve şartlarını, gerçekten bir netice almaya dönük olarak mı hazırlamışlar? O da ayrı bir konu. Oradan çıkacak fikirlerin kalitesine önem veriliyor mu sorusunun cevabı karışık. Sonra o ucuz fikir ya da fikirler not ediliyor ama bir türlü halka ulaştırmaya cesaret edilemiyor. Çünkü o fikirler, sahiplerinin kendi vicdanlarını bile tatmin etmiyor ki, nerede kaldı ümmete merhem olsun.

Bu sonuç sadece problemlerin karmaşıklığından mı kaynaklanıyor? Hayır! Katılımcı statüsünde olup da bu tür birleşimlere gelenlerin acaba kaçı daha önceden o konuda yeni bir şeyler okuyarak, araştırarak geliyor? Adam güya çok büyük ilim adamı da cepten yiyecek! Halbuki ağzını açtığı zaman, doğrudan kendi ilim dalını ilgilendiren hususlarda bile bir sürü gaf yapıyor. Söyleyeceği cümleleri önceden tartmamış, bu sözlerin konuşulan meseleyle alakasını kuramamış ve hatta aktardığı sözde bilgilerin doğruluğunu test etmemiş.

Mesela son zamanlarda artık bana baygınlık veren bir örnek zikredeyim de meramım daha iyi anlaşılsın. Sözde ilahiyatçı bir kısım insanlar, evlilik ve aile ile ilgili her toplantıda Osmanlı Hukuk-i Aile Kararnamesi'nden bahsederler. Bu kararnamede evlilik yaşının asgari 17-18 olduğundan övünerek söz ederler. Dinimizde küçüklerle evlenme yoktur, diye nutuk atarlar. Sorsan kendileri fıkıh alanında da acayip uzmandırlar. Güya yüz yıl önceden örnekler verirler. Bir de ilave edip "Biz daha fıkhın o dönemdeki seviyesine bile gelememişiz! Nedir bu halimiz?" demiyorlar mı? Çileden çıkıyorum adeta. Yahu gidip o kaynakları sen kendi gözünle gördün mü hiç? Hem de o alanın uzmanısın ya. Açıp baksaydın o kararnamede 9 yaş diye bir şeyden söz edildiğini de görecektin. Gerçeğin ne olduğunu anlayacaktın. O yalan yanlış bilgilerinle bir yerlere mesaj göndereceğine, çıkıp ciddi bir araştırma yapıp kendi fetvanı sıfırdan oluştursaydın daha iyi olurdu.
Yazık ki, bu tür kişilerin bilmediği o bilgileri, din karşıtı cenahtan bazı kişiler bile daha doğru yazıyor. Sonra da gelip bunlarla alay ediyorlar.

Kim, hangi davanın peşinde?
Araştırmalar neden niteliksiz?
Nasıl oluyor da bir ilim adamı kendi alanındaki kaynaklardan habersiz? Konuştukları medyanın popüler dilinden ibaret?
İslam adına fetva üreten başkalarını eleştirenlerin kendileri neden bu kadar yüzeysel? Hayatlarında bir fıkıh kitabını bile okumamış, müslüman halkın bir dinî sorusuna bile çözüm aramamış kimseler nasıl oluyor da fıkıh-fetva alanında lüzumsuz konuşabiliyorlar?

Bu nasıl bir hadsizliktir ki, kendi yapması gerekeni yapmayanlar, başkalarını eleştirebiliyorlar?

Eğer bu din onlara kalsaydı, belki de hiç bir zaman güncellenemezdi. Kendileri ölürler giderler ama İslam'ın hayata geçirilmesine dair hiç bir çözüm bulunamazdı. Zaten belki de onların amacı bu mudur, bilemiyorum. Nitekim çağımızda, dinimizi hayatın çeşitli alanlarından söküp atma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Her gün bir halka koparılıyor.

Elhamdülillah ki, elinden geldiği ölçüde bir şeyler yapmaya çalışan, ümmetin güncel problemlerine çözüm üretmeye çalışan bazı ilahiyatçılarımız var. Eksiklikleri ve kusurları olabilir. Ama bana göre onlar, yukarıda bahsettiğim kişilerden çok daha fazla duaya layıktırlar. Rabbim gayretlerini arttırsın. İlim mevkilerinde bulunup da ilimden başka bir rütbe arayışına girenleri ve ümmetin umutlarını boşa çıkaranları da Allah Teâlâ'ya havale ediyorum.

Kalbimin sesini kalbinizle dinlemeniz dileğiyle...



İslam'ın bugüne hitap edebileceğine inanmayanlar dinî hükümleri güncelleyebilirler mi?

Birkaç gün önce, bu kadar fakültenin "TARİHTEKİ İSLAM'ı anlatmak için kurulmuş olamayacağını ifade eden bir yazı yazmıştım. Tevafuk ki, bunun hemen ardından gündeme bir anda "dinin güncellenmesi" meselesi geldi
Burada asıl sorun şu: Dinin güncellenmesi işi, dinin tarihte kaldığına inananların yürüteceği bir iş midir?
Bütün hayatı boyunca din üzerinden konuşarak para kazandığı halde hayatında bir tane dahi güncel bir dinî görüş ileri sürmemiş, sürekli yüzeysel tartışmalarla uğraşmış, laf kalabalığı yapıp lafı dolandırmış ama bir tane bile güncel sorunla ilgili açık ve net bir hüküm üretememiş kişiler mi dini güncelleyecek?
Ümmetin arasına karışıp onların dertleriyle dertlenmeyenler, oturdukları fildişi kulelerden mi İslam'a hizmet edecekler?
Dinin teorisi üzerine sürekli ahkam kestikleri halde, halkın "şunu nasıl yapalım?" "bu caiz mi, değil mi?" gibi sorularından kaçıp sürekli topu taca atanlar, sıkıştıklarında da "ben fetvacı değilim" diyenler mi yapacak bu güncellemeyi?
Bir defa onlar, İslam'ın bugüne hitap edebileceğine dair bir inanca sahipler mi ki? İslam'ın günlük işlere, aileye, ticarete... hükmedebileceğine inanıyorlar mı ki?
Dinin güncellenmesi işini bunlar yapacaksa, vay halimize, demekten kendimi alamıyorum.



BU KADAR FAKÜLTENİN "Tarihteki İslam"ı ANLATMAK İÇİN KURULDUĞU KANAATİNDE DEĞİLİM

Türkiye'de din eğitimi veren kurumların yalnızca tarihi ve arkeolojik çalışmalar yapmak, yani "tarihteki İslam"dan bahsetmek üzere kuruldukları kanaatinde değilim.
Onlar bugünün insanına, problemlerini çözmede rehberlik edecek yeni bilgiler de üretmek zorunda.
İnançla ilgili, sosyal hayatla ilgili ve hatta psikolojik problemlere dair dinî çözümler üretemedikten sonra, bu konularda insanlara rehberlik edemedikten sonra bu kadar din eğitimi kurumuna ne ihtiyaç var?
Bugünün ilahiyatçısı, problemleri ilahiyat dışındaki bilim dallarına havale etmekle görevini savsaklayamaz. Aksi halde kendisinin varlığı tartışmalı hale gelir.
(Not: Ümmetin problemlerine güncel ve dinî çözümler üretmek uğruna gayret eden ilahiyatçılara müteşekkirim.)

Var olma savaşı, yolun başı

Var olma savaşındayız. Can derdine düşmüşüz.Verdiğimiz kavganın neredeyse bütünü maddi varlığımızı korumak için. Oysa bu daha bir başlangıç.
Gelecekte mücadele edilecek o kadar çok şey var ki, milli ve manevi varlığımızı, değerlerimizi korumak ve yaşatmak için.
Yalana dolana, hileye hud'aya, harama, toplumumuzu sömüren faize, yoksulluğa, usulsüzlüklere, görgüsüzlüklere, ırkçılığa ve toplum ahlakını tehdit eden her türlü fuhşiyata karşı birer müslüman olarak vereceğimiz daha çok mücadele var.
Kısacası toplum olarak İslamlaşmamıza daha çok yol var.
Ama ümitliyiz. Çünkü doğru yoldayız.


ÇOCUKLARIMIZ KİMLERİN KÜLTÜRÜ İLE BÜYÜYOR?

"Bir bilimsel çalışmaya göre İngiliz anne babalar çocuklarıyla günde ortalama 8 dakikalık anlamlı konuşma gerçekleştirirken, bu süre Amerikalı anne babalar için sadece 5,5 dakika." (Bkz. Kemal Sayar, Yavaşla, s. 223)
Türkiye ile ilgili henüz sağlam bir istatistik yok. Ama yukarıdakilere yakındır.
PEKİ ÇOCUKLARIMIZ KİMLERİN KÜLTÜRÜ İLE BÜYÜYOR?
ATALARIMIZIN, NİNELERİMİZİN VE DEDELERİMİZİN ÖYKÜLERİNİ, ONLARA KİM AKTARACAK?

Şehitlerimize ve gazilerimize imrenmemek mümkün mü?

Allah yolundaki mücadelede;
  • maruz kalınan her bir susuzluk için,
  • her bir yorgunluk için,
  • her bir açlık için,
  • kâfirleri öfkelendirecek biçimde atılan her bir adım için,
  • düşmana karşı elde edilen her bir başarı için,
  • yapılacak en ufak bir infak için
  • katedilecek her bir yol için
ayrı ayrı sevap vardır.
Allah, iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz.
(Bkz. Tevbe Süresi 120 ve 121. ayetler)

Masum olmak, huzurlu olmaya yetmiyor

Mevlâna der ki;
Nice tilki vardır ki, derisinin güzelliği yüzünden canından olur.
Nice filler, dişlerinin güzelliği yüzünden öldürülür.
Nedir peki bu sözlerden alınacak ders?
Belki de şudur:
Masum olmak ve haklı olmak, huzurlu olmaya yetmez.
Senin huzuruna göz dikmiş ve derini yüzmek isteyen birileri, hep vardır.
Dişlerini söküp ağzını kapatmak isteyen birileri, hep vardır.
Onlara karşı daha tedbirli olman gerekir.
Haklı olsan bile.
Doğru yolda olsan bile.






Ezan vakti

Ölenler bize ne söylerler
Kalkıp gelseler bir ezan vakti

Diriler bize ne söylerler
Bakıp anlasalar yalnız bir kabri

Roman, öykü, film... derken ahlak dışı davranışları normalleştirme tehlikesi

Dijital dünyaya iyice esir olduk ama hiçbir şey matbu bir kitap okumanın yerini tutmuyor. En çok okunan kitaplar ise romanlar ve öyküler. Peki romanlar ve öyküler nasıl okunmalı ya da hangileri okunmalı veya okunmamalı diye bir sorunumuz var mı?
Geçmişten beri, bir çok roman ve öyküde  birtakım ahlaksızca davranışların çok detaylı şekilde tasvir edildiğini görüyoruz. Ve genellikle bunların yanlışlığına dair ironi biçiminde de olsa bir imada bulunulmuyor. Edebi seviyesi yüksek sayılan meşhur roman ve öykülerde bile bu duruma rastlanabiliyor. Bu husus herkesçe malumdur. Acaba bu yayınlar vasıtasıyla birtakım kötülükler normal hale getirilmek mi isteniyor diye düşünmeden edemiyorum. Sonuçta bu kitaplar tamamen kurgu ürünü ve bilinçli şekilde böyle kurgulanıyorlar. Zihne getirilen şeylerin ise gerçek hayat bakımından normalleşme tehlikesi var.
Bu tür kitapları okudukça zihin artık bunlara alışmaya başlıyorsa ve kişi gerçek hayatta da bu davranışları normal karşılama eğilimine giriyorsa, dinî ve milli kimliğimiz için tehlike çanları çalıyor demektir.
Günümüzde tv dizileri yoluyla -ve güya, olduğu gibi aktarmak bahanesiyle- birtakım ahlaka sığmaz davranışların telkin edildiğini çoğu kişi görüyor ve endişe duyuyor. Ancak kitaplar konusunda bu hassasiyet kaybolmaya başladı gibi. Halbuki o dizilere ilham verenler; romanlar, öyküler vs. değil mi?
Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin istediği kitap tavsiyelerinde yukarıdaki endişeyi taşıyarak dikkatli davranmak gerekiyor. Yani kimi kitapları okumadan önce bazı uyarıların yapılması lazım, aile içinde veya eğitim çevresinde. Edebiyat dünyasında yer edinmiş her roman ve öykü, velev ki bilmem kaç yüz temel eser arasına girse bile, tamamıyla bizden veya bize yakın olmayabilir. Değerlerimize yabancı hususlara karşı doğru bir tutum geliştirmek gerekiyor.
Esasında bir "okuma bilinci"ne sahip olan kişi, iyiyi kötüyü ayırt edebilir ve bir kitaptan alması gerekenleri alıp değerlerine aykırı olanları içselleştirmeden geçip gidebilir. Bu şuura sahiptir. Ancak henüz bu seviyeye gelmemiş olanlarımız için, çocuklarımız ve gençlerimiz için yapılması gerekenlerin olduğu inkar edilemez.
Kitap okumak güzel ama her kitabı okumak değil herhalde.



ŞEYHİ "NAMAZI TERK ET!" DEDİĞİNDE, NAMAZI TERK EDENLER (!)

Şeyhine bu derece bağlananları öven bir kitap varmış. Bu kadar uç bir örneği bir kitaba koymanın ve yayınlamanın nasıl bir hayra hizmet edeceğini umuyorlar acaba?
Benim peygamberimin hadisine göre ise "Allah'a isyan olan yerde kula itaat yoktur."
Lütfen artık kimse bu gibi yanlışlıkları savunmasın.
İster senden olsun ister benden, bu gibi fikirleri yayanlar İslam'a ve müslümanlara zarar vermeye çalışmış olurlar. Kendi liderlerine ölesiye bağlı ama İslam'a uzak olan oluşumlar, işte bu tür yanlışlıklardan besleniyor.
Böyle yanlışları tevil etmeye kalkışarak yeni fitnelerin oluşmasına zemin hazırlanmamalı.
Böyle bir itaat çeşidinin İslam ile bir alakası yoktur.