ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?
KİMSE SENİN İBADETİNİ SENDEN DAHA İYİ DÜŞÜNMEZ, DÜŞÜNMÜYOR
Bugüne kadar benim gördüklerim ve yaşadığım tecrübeler bu konuda dostlarımı uyarmamı gerektiriyor. Gayret-i diniyem bana bunu söylettiriyor.
Zekat ve fitreyi hatta kurban ibadetini başkalarının insafına bırakmak, ancak son seçenek olabilir. İleride üzülmemek için bu konuda çok tedbirli olmamız gerekiyor.
İşlerini usulüne uygun yapmayan ve yardım işlerinde titiz olmayan müslümanları da uyarmamız hatta üzmemiz gerekiyor. Çünkü birçoğu başka laftan anlamıyorlar.
Dost acı söyler, derler. İşlerin düzelmesi için neden illaki acı konuşmamızı bekliyorlar, anlamıyorum.
Maalesef zamanımız müslümanları, parayla ve malla imtihanlarında hiç başarılı değiller.
Bilal ESEN
Fitre miktarını tespitte "asgari ücret" mi "açlık sınırı" mı ölçü alınır?
Günümüzde fitre olarak bir sa' yani yaklaşık 3 kg buğday veya yarım sa' yani yaklaşık 1,5 kg buğday verilse bu geçerli olur mu olmaz mı? Şu anda bunu pek tartışan yok. Zaten günümüzde genellikle, buğday gibi ürünlerin kendisinden fitre verilip verilemeyeceği sorulmuyor, para olarak verirsek ne verelim, diye soruyorlar. Buna cevap olarak, fetva otoriteleri de genellikle, bir kişinin bir günlük doyum maliyetinin parasal karşılığını hesaplamaya çalışıyorlar.
Şayet fitrenin alt sınırını belirlemede bir kişinin bir günlük doyum maliyeti esas alınacaksa -ki burada bir günlük geçim maliyeti değil de "doyum maliyeti" denildiğine dikkat etmek gerekir- kanaatim şöyledir:
Fitre miktarını belirlemede asgari ücret yerine "açlık sınırı"nı esas almak uygun olur. Çünkü asgari ücret hem gıda hem de diğer ihtiyaçları kapsayan bir maaş türüdür. Fitre ise sadece doyumla ve gıda ile ilgilidir. Bu sebeple fitrenin tespitinde açlık sınırı önem arz etmektedir. Tabi ki, açlık sınırını baz alalım derken, bunun sadece gıda ile ilgili masrafları kapsadığı varsayımıyla bunu söylüyorum. Yoksa bazı kuruluşların, açlık sınırını ilan ederken bunun içine başka masrafları da dahil ettiği ortaya çıkacak olsa, bunu da fitre için esas alamayız.
Gördüğüm kadarıyla, 2019 yılı Mart ayı itibarıyla Türkiye'de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı, bazı sendikalar tarafından şöyle ilan edilmiştir:
a) TÜRK-İŞ: 2014 TL
b) MEMUR-SEN: 2387 TL
c) BİSAM (DİSK): 2046 TL
Bu rakamları önce 4'e sonra 30'a böldüğümüzde bir kişinin bir günlük ortalama doyum/gıda maliyeti, yani fitre miktarı şöyle çıkıyor:
a) 16,78 TL
b) 19,8 TL
c) 17,05 TL
Öte yandan, başka bir sendika, yetişkin bir kişinin günlük gıda ihtiyacının asgari olarak 13,5 TL olduğunu ve 4 kişilik bir ailenin (2 yetişkin ve 2 çocuk; çocuklardan biri 6 yaşından küçük, diğeri 6-15 yaş aralığında) günlük gıda masrafının asgari olarak 52 TL olduğunu belirtmektedir.
Fitrenin belirlenmesinde asgari ücretin neden esas olamayacağını başka bir örnekle şöyle izah edebiliriz: 2019 yılı için, eşi ve çocuğu olmayan bekar bir çalışanın aylık asgari ücreti 2020,90 TL'dir.
Evli olup eşi çalışmayan bir kişinin yani 2 kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti ise 2058,37 TL'dir. Yani 1 bekara ilaveten ailede ikinci bir kişinin (eşin) bulunması, asgari ücrete aylık olarak sadece 37,5 TL ilave sağlamaktadır. Bu 37,5 TL'nin, ikinci kişinin aylık gıda masrafı olarak ilave edildiği kabul edilecek olsa, bu ilaveyi 30'a böldüğümüzde bu ikinci kişinin günlük masrafı 1,25 TL (bir lira yirmibeş kuruş) tutar.
Evli olan ve çalışmayan bir eşiyle üç çocuğu bulunan bir çalışanın yani beş kişilik bir ailenin aylık asgari ücreti 2154,3 TL'dir. Yani bir bekara göre aileye dört kişi ilave olmasına rağmen maaşta sadece 134,4 TL artış olmaktadır. Bu ilaveyi dörde bölüp sonra da çıkan rakamı otuza böldüğümüzde sonraki bu dört kişiden herbirinin günlük masrafı 1,1 TL (bir lira 10 kuruş) tutmaktadır.
Ortaya çıkan bu rakamlar göstermektedir ki, asgari ücretin, ailedeki kişilerin aylık gıda masraflarına göre belirlendiği söylenemez. Bu konuda başkaca kriterlerin esas alındığı açıktır. Dolayısıyla fitrenin belirlenmesinde de esas olamaz.
Unutmamak gerekir ki, fitre miktarının belirlenmesi, sadece, nisap miktarı mala sahip olan ve ramazan bayramında bir defaya mahsus fitre verecek olanları ilgilendirmemektedir. Fitre miktarının yüksek tutulması halinde ramazanda oruç tutamayan yaşlıların ve müzmin hastaların ya da yemin keffareti gibi keffaretleri bulunanların ödeyeceği miktarın yükseleceğini de hatırdan uzak tutamayız.
Fitrede gereksiz yere 1 TL artış yapıldığında, bu, sadece fitre verecekler için bir ramazanda 1 TL'lik ilave bir masraf getiriyor. Ancak oruç tutamayan kişiler de fitre miktarına göre oruç fidyesi vereceklerine göre, her 1 TL'lik artış onlar için bir ramazanda 29 veya 30 TL'lik ilave bir masraf getiriyor.
Bir fitre yaklaşık 17 TL kabul edildiğinde bir ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı, 510 TL civarında oluyor.
Şayet fitrede gereksiz yere 6 TL artış yapılırsa bu, oruç fidyesi verecekler için bir ramazanda yaklaşık 180 TL ilave getiriyor ve ramazandaki oruç fidyelerinin toplamı 700 TL'ye yaklaşıyor. Tam bu noktada, fitre vermek için belli bir zenginlik şartı arandığı halde oruç fidyesi vermek için zenginliğin yani nisap miktarı mala sahip olma şartının aranmadığını da hatırlamak gerekir.
Sonuç olarak, fitreyi para olarak ödemek isteyenler için 2019 yılı ramazan ayında bir fitrenin asgari miktarı 17 TL'yi geçmez diye düşünüyorum. Dört sendikanın yukarıdaki verilerinin ortalaması da bunu göstermektedir.
(Dr. Bilal Esen / İslam Hukuku)
Kaynaklar:
1) http://www.turkis.org.tr/dosya/0B7Qd57aTry7.pdf
2) http://www.memursen.org.tr/mart-ayi-aclik-yoksulluk-rakamlari-aciklandi
3) https://www.cnnturk.com/yerel-haberler/istanbul/merkez/bisam-aclik-siniri-martta-2046-liraya-yukseldi-971546
4) https://www.kamusen.org.tr/genel-haberler/mart-2019-asgari-gecim-sonuclari-aciklandi/4202/
5) https://www.iha.com.tr/haber-asgari-ucret-2019-evli-bekar-cocuklu-cocuksuz-ne-kadar-oldu-2019-agi-hesaplama-tablosu-756852/
AKRABA İÇİN CEHENNEME TALİP OLMAK MI?
Allah, insana akrabalarıyla birlikte güzel birer müslüman olmayı emretti. Birbirini haramdan korumayı öğütledi.
"Yakın akrabanı uyar." dedi
"Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." dedi.
Fakat her devirde bazıları bu tür uyarıları, akrabana torpil yap, kadrolara yakın akrabanı doldur, hemşehrilerini doldur, aşiretini doldur, diye anladılar. Adaleti, hakkaniyeti ve liyakati bir tarafa bıraktılar.
Devletin herhangi bir yerinde en ufak bir imkana sahip olduğunda, ilk iş olarak, buraya akrabamı nasıl doldururum, bu imkanı akrabama nasıl peşkeş çekerim, diye uğraşan bir kişi nasıl müslüman olabilir?
Olsa olsa, sülalece haramzâde olurlar.
Böyleleri, cehennemde "yalnızlık" çekmeyeceklerini şimdiden garantilemiş oluyorlar. Bütün aşiret, birlikte güzel güzel yanarlar (!)
MÜSLÜMANLAR ARASINDA GÜVEN SORUNU
Kimsenin haksız yere geleceğinin karartılmadığı, sudan bahanelerle şucu veya bucu ilan edilmediği adaletli bir ülke, herkesin hülyası.
Sonunda bazı gönüller kırıldı, kırılan gönüller onarılmadı, birçok eski dostun arasına kara kediler girdi. Kimseye güvenememe sorunu birliğimizi de tehlikeye attı. Böylece millet varlığımızı geleceğe güvenle taşıyıp taşıyamayacağımız konusunda tereddütler ve kuşkular oluştu.
Bir olalım, birlik olalım ama dostlarımızı yırtıcılara yem etmeyelim.
Gönül kıranlardan değil gönül alanlardan olalım.
HİÇBİR ŞİDDET ÇAĞRISININ ZAYIFLARA FAYDASI YOKTUR
Neticede, karşılıklı şiddeti kışkırtan güçlüler, her iki durumda da zayıfları ezerler. Suyu bulandırma bahanesiyle kurdun kuzuyu hep suçlu çıkardığı o malum hikayeye benzer durumlar, dünya üzerinde her gün yaşanır.
Ülkemizde de, şiddeti körükleyen, kitleleri birbirine karşı kışkırtmaya çalışan, toplumsal olaylarda suçlu-masum ayırmaksızın öteki olarak görülen herkese saldırmaya sevk eden ve özellikle sosyal medyanın çarpıtma haberleriyle insanları tahrik edenler, aslında bilerek veya bilmeyerek şiddetin dünya üzerindeki sahiplerine hizmet etmektedirler.
Biliyoruz ki, Türkiye'deki hiçbir şiddet çağrısı, müslümanlara fayda vermez. Burada kendini güçlü zanneden, dünya ölçeğinde zayıftır.
SORGULAYAN GENÇLİK
MİLLET VARLIĞINI TEHLİKELERDEN KORUYUP YARINLARA TAŞIYABİLMEK İÇİN
MÜSLÜMANCA BİR DURUŞ İÇİN
Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.
O size kitapta şunu indirmiştir: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir."
(Nisâ Sûresi 137-140. ayetler)
İLAHİYAT ALANINDA GÜZEL ŞEYLER OLUYOR
Bu tespiti yaparken maksadım, koskoca bir camiada hiç bir güzellik bulamamış da birkaç ihtida (!) öyküsüne sarılmış bir görüntü vermek değil. Fakültelerimizde tabii ki güzellikler ağırlıktadır ve aldığımız eğitimde bize en ufak bir hayrı dokunanlara minnettarız.
Şu da var ki, sessiz çoğunluğu bir yana bırakırsak, sesini yükseltmekle maruf bazı akademisyenlerin son zamanlardaki fren seslerini duymamak ve yola bıraktıkları lastik izlerini görmemek bir eksiklik olur. Bu sesler ve izler öyle sanıldığı gibi çevre kirliliğine yol açmıyor. Bunlara şahit olmanın ayrı bir güzelliği var.
Neler oldu peki?
Başta o aykırı sesler olmak üzere neredeyse bütün ilahiyatçılar, son zamanlarda, kendilerinin ileri sürdüğü bazı "yenilikçi" fikirlerin deizme yaradığını gördüler ve bundan beri olduklarını belirten açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Belki deizmle ilgili bir derneğin kuruluş bildirgesinde bazı ilahiyatçıların referans gösterilmiş olması, belki de tarihselcilik adına ileri sürülen bazı görüşlerin, ayetlerin ahlaka aykırılığını iddia edecek ve Kur'ân'ı beşer sözü sayacak kadar ileri gitmiş olması bu noktada tetikleyici oldu ve "dinin güncellenmesi" meselesiyle deizm arasına mesafe koymaya yönelik biraz da mahcubiyet içeren tespitler artmaya başladı.
Aykırı görüşleriyle tanınan kimi akademisyenler, yenilikçi olsalar da tarihselci olmadıklarını, kimileri tarihselci olsalar da deizme kayan tarihselcilerden olmadıklarını beyan eden yazılar yazdılar, yazıyorlar. Bu yazıların önemli bir kısmı sosyal medya paylaşımları biçiminde. Temennimiz bunların akademik makalelere ve kitaplara da dönüşmesi.
Fazlurrahman'ın fikirlerini Türkiye'ye getiren ve yayan kimseler dahi, bazı tarihselcilerce ileri sürülen uç iddialardan rahatsız olmuş durumdalar ve şimdilerde fazlurrahmancılığın deizmden farkını ortaya koymaya çalışıyorlar.
Gerçi problem sadece deizmden sakınmakla bitiyor mu? Çünkü bizim geleneğimize göre sakıncalı işler sadece deizmle nitelenmiyor, bununla sınırlı değildir. Ehl-i bid'atın bid'atından başlayıp fısk, haram, kebîre, sağîre ve mekruh diye devam eden nitelemeler de var. Bu kavramların da bize söylediği birşeyler var. Geleneğimiz ya hep ya hiç diye bir kısırlığı bize dayatmış değil. Sayılan kavramlar ve benzerlerinden her biri, sakıncalı işler yapanlara yönelik tepkinin veya kucaklamanın ne derece olacağına dair işaretler veriyor. Yelpazenin iki ucu arasındakine benzer dereceler ve kademeler kabul edilmiş. Aksi yöndeki iddialar haksızdır. Münkerler detaylı ayırımlara tabi tutulduğu gibi maruflarda da kısır bir ikilik yok. Farzı var, vacibi var, müstehabbı... var.
Son günlerde yaşananlarla ilgili umudumuz, bu rüzgardan, aykırı seslerin tümünün etkilenmesi, yarardan çok zarar getiren tartışmaların bırakılması, İslam'ın ve müslümanların sesini yükseltecek yerde deizmin sesi haline gelmekten vazgeçilmesi.
Onlardan, üfürükçülerin nefesine, kahinlerin safsatalarına inanmalarını veya tekkede el alma merasimine dahil olmalarını beklemiyoruz. Ama haklarında ne doktorlar ne profesörler teşhis koymuş, buna bir baksınlar da pansumandan kaçmasınlar istiyoruz. İleri sürdükleri görüşlerin vehametini ortaya koyanlara kızıp onların kişiliklerine saldırmalarının ve hakaret etmelerinin kimseye bir faydası yok. Sövüşmeyi bir ilahiyat dili haline getirmek, bu alandaki bütün kazanımların heba olmasına yol açacak bir potansiyeli barındırıyor.
Sözün burasında bir dua etmek geldi içimden. Yüce Allah'tan hastalıklarımıza şifa, dertlerimize devâ, ümmet-i Muhammed'in gençlerine ve tüm fertlerine kavî iman nasip etmesini diliyorum.
07.02.2019
Bilal ESEN
TARİHSELCİLİK ve NESH MUKAYESESİNE DAİR KÜÇÜK BİR NOT
30.01.2019
Bilal ESEN
TEK MAHARETİN YIKMAKSA...
Senin virane zannettiğin yapı, nicelerinin rüyası, nicelerinin huzurlu yuvası.
Bir de gönlüne bak. Belki de asıl sorun, oranın virane olması.
"HOCA"LAR TÜRLÜ TÜRLÜ
a) Kimisi balarısı gibi. Çayırların, bayırların, dağların ve ovaların en temiz yerlerinde geziyor. Bin bir çiçekten en güzel özleri topluyor, bal yaparak size sunuyor.
Tercih sizin.
"Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!"
17 Ocak 2019
Bilal Esen
AKADEMİK ÖZGÜRLÜK MÜ?
Peki, çocuğunuzu gönderdiğiniz okulda, İslam'ı anlatması ve öğretmesi gereken bir din hocası, faraza, İslam'a tamamen aykırı fikirleri İslam diye anlatıyor ve deizm propagandası yapıyor olsa, burada mesele ifade özgürlüğü ve "akademik özgürlük" meselesi midir yoksa...?
Velhasıl, akademik özgürlük meselesini iyi düşünmeli.
KEM SÖZ SAHİBİNİNDİR, SÖYLEYENİN SEVİYESİNİ BELLİ EDER
(el-Ecvibetül-müskite, s. 66 (332).
TARİHSELCİLİK TARİHSELCİLİĞE KARŞI ya da TARİHSELCİLİK - DEİZM İLİŞKİSİ
"Deizm"e kayan tüm zevatın, Fazlurrahman'ın teorisyenliğini (teolojisini) yaptığı "Tarihsel Yaklaşım" metodolojisi ile hiç bir ilgisi yoktur. Merhumun bütün çabası, Kur'an'ı ve İslam'ı çağın seküler istiğnasına karşı bir mukabele (karşı meydan okuma) olarak vazetmektir. Dürüst ve namuslu olan herkes, bunu böyle bilmesi gerekir." (Kaynak )"Allahı gereği gibi takdir edemeyip: "Allah, bir insana (peygamber) bir şey (vahiy) indirmemiştir." (6/91) diyen cahiliyye dönemi "Deist"leri ile bugünküler ve bizimkiler arasında ne fark var?" (Kaynak)
"Tarihselcilik, Fazlurrahman'ın ve muakkiplerinin çalışmalarında gayet net olarak ortaya konduğu gibi, Kur'an'ı indiği Antropolojik-Sosyolojik ve Politik İktisat(Tarihsel) koşullarında anlamaya çalışır. Kur'an'ı veya ayetleri "eleştirmez". (Kaynak: Bir önceki alıntının alt kısmında yazarın kendine ait yorum)
"Bu tip kanaatler, boş lakırdılardır. Allah, defaale vahy cümlelelerinin kendisine ait olduğunu söylüyor. Buna ya inanırsın veya inanmazsın. Kimse o özel ilşikiye muttali olamıyacağı için fikir/yorum beyan edemez. Ederse de boş konuşmuş olur vesselam."
("Tarihselciliğin Çöküşü" başlıklı yazımı okumak isteyenler blog sayfamdan okuyabilirler: https://bilalesen.blogspot.com/2018/12/tarihselciligin-cokusu.html )
AÇIKLAMA: YÖRÜNGE DERGİSİNİ ve YÖNETİCİLERİNİ KINIYORUM
Tarihselciliğin Çöküşü başlıklı yazıma, bir gazete köşesinden eleştiri yöneltilmiş. İçerikle ilgili cevap hakkımı ileriye bırakarak şimdilik şunu belirtmek isterim ki, blog sayfamda bu başlıkla yer alan yazım, benden habersizce ve izinsizce YÖRÜNGE isimli bir derginin hem internet sitesinde yayınlanmış hem de matbu olarak piyasaya sürülmüştür. Durumu haber aldıktan sonra e-posta yoluyla o dergiye ulaştım. Yazımın yayınlanmasına hiçbir şekilde rıza göstermediğimi belirttim ve gereğini yapmalarını istedim. Bunun üzerine kendisini derginin genel yayın yönetmeni olarak tanıtan biri, nasıl olsa ileride izin alırım düşüncesiyle yayınladığını ifade eden hiç inandırıcı bulmadığım bir e-posta gönderdi. Halbuki kendisiyle de dergiyle de bugüne kadar hiçbir tanışıklığım ve ilişkim olmamıştır.
Yayın ahlakı ve hukukuyla bağdaşmayan bu tavrından ötürü YÖRÜNGE dergisi ile yöneticilerini kınıyor, yaptıkları yanlışı bir an önce telafi etmelerini bekliyor ve anılan ihlal sebebiyle hukuki haklarımı saklı tuttuğumu belirtiyorum.
(Tarihselciliğin Çöküşü başlıklı yazımı okumak isteyenler blog sayfamdan okuyabilirler: https://bilalesen.blogspot.com/2018/12/tarihselciligin-cokusu.html)
05.01.2019
TARİHSELCİLİĞİN ÇÖKÜŞÜ
Tarihselciliğin Kur'an'da beşer sözü saydığı hususlardan biri de, ayetlerde bazı kafirlere yönelik olarak yer alan telin ve beddua ifadeleridir. Tarihselciye göre, başkasına beddua etmek bir acizlik ve çaresizlik göstergesi olup Allah'a yakışmaz. Böylece tarihselci, başta "Ebu Leheb'in elleri kurusun! Kurudu zaten." ayeti (Tebbet sûresi) olmak üzere kafirler ile İsrailoğullarına lanet ve beddua okuyan ayetleri Allah'ın değil Peygamberin sözleri saymaktadır. Ona göre, bu sözler Hz. Peygamberin yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. (Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 225-227) Halbuki bu tür ayetler geçmiş ulemamız tarafından gayet güzel açıklanmış ve hiç bir müslüman alim, tarihselcilerin bu anılan gerekçelerine dayanarak bazı ayetlerin Allah'ın sözü olmayıp Peygamber'in sözü olduğunu iddia etmemiştir. Bu yüzden Kur'an'ın bazı sözlerinin Allah'a ait olmadığı mahiyetindeki tarihselcilere ait iddia, Kur'an tarihi açısından çok büyük bir ithamdır. Günümüz Müslümanları arasında büyük şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır, karşılanmaya devam etmektedir.
Kur'ân'ın ehl-i kitabla ilgili ayetlerinin Mekke-Medine dönemindeki içeriği hakkında ve Medine dönemindeki savaşlara ait hükümlerle ilgili olarak tarihselciliğin kendini konumlandırdığı taraf da ilginçtir. Başta Peygamberimizin (s.a.s) yaşadığı çileli dönem olmak üzere, tarihte meydana gelen savaşların tek müsebbibi olarak müslümanları ve Kur’ân’ı gösteren bu anlayışın, o dönemdeki Müslümanların çektiği sıkıntıları ve düşmanlarının hasmane tutumlarını hiç dikkate almaması ve adeta ehl-i kitâb yanlısı bir tutum sergilemesi dikkat çekiyordu. Savaşla ilgili ayetlerde ahlaken isabetli olmayan bir şeylerin varlığını iddia etmesi garipti. Nitekim aynı anlayışın sahibi, bir gazetedeki köşe yazısında, şark kültürünün bir bireyi olmaktansa “şövalye ruhlu” bir birey olmayı tavsiye ediyor, şövalye ruhluluğun onurlu ve ilkeli yaşam demek olduğunu söyleyerek batı hayranlığını açığa vuruyor, şark kültürüne onursuzluk imasında bulunuyor, onu yalancılık, kalleşlik ve kindarlık gibi olumsuz sıfatlarla anıyordu. (Mustafa Öztürk, Karar Gazetesi, 17 Kasım 2018) Aynı anlayışın sahibi, Allah’ın adını yüceltmek adına bir savaş yapılamayacağını, şayet iʻlâ-i kelimetullâh adına savaşmak söz konusu olacaksa, haçlı seferlerinin fetih sayılması gerekeceğini de söylemişti. (Öztürk, “Cihad Ayetleri”, s. 215)
Ahlaken sıkıntılı oldukları gerekçesiyle, ayetleri bir beşer ürünü saymak, bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç bir müslüman âlimin ileri sürmediği bir iddiadır. Bu ilk defa oluyor. Dolayısıyla tevilin ve yorumun bütün sınırlarını zorlayıp dışına taşıyor. Böylece bugüne kadar kuşkuyla bakılan ve nereye varacağı kestirilemeyen tarihselciliğin amacı ve misyonu da ortaya çıkmış oluyor.
Mezkur yazarın, Kur’ân’ı ahlaken sorunlu bulan söylemi, bir tebliğin tek bir paragrafında ortaya çıkmış münferit bir iddia değildir. Zaten kendisi de, eleştiriler üzerine hemen ve doğrudan bir düzeltme ya da açıklama yapma gereği duymadı. Ağzımdan kaçan bir cümleydi diye savunma yapmadı veya özür de dilemedi. Günler sonra bir gazete yazısı yazdı fakat kendi söyleminin odak noktasında yer alan Kur'ân'ın, Allah'ın ve Peygamberin “ahlakiliğini” sorgulama meselesiyle ilgili olarak o yazıda hiçbir kelam etmedi. Sadece Kur’ân’daki mana-lafız ilişkisine yönelik görüşlere değindi. Kendi görüşünün yalnızca lafızla ilgili olduğunu iddia etti. Haddizatında, kıtal ayetleri ve benzeri ayetlerde ahlaki açıdan sorunlar bulunduğunun iddia edilmesi, ayetin lafzına değil anlamına ve içeriğine yönelik bir itirazdır. Bu ayetlerde anlama itiraz etmeden lafzın ve zarfın ahlakiliğinden söz etmek mümkün olabilir mi? Ayet savaşı emrediyorsa başka bir lafızla söylense de yine savaş emri anlamına gelecektir. Bu bakımdan yazarın, gelen eleştiriler üzerine geri adım atmak veya daha güçlü savunma yapmak yerine, asıl tartışma noktasını gözden kaçırmaya ve tartışmayı basit göstermeye yönelik bir tutum sergilediği söylenebilir.
Söz konusu iddiaya kendisinin de katıldığını belirten yazar, bu esnada "Bu Kur’ân Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı." (Nisa 4/82) ayetini ve benzeri ayetlerin mesajını yeterli görmemektedir. Hatta önceki ulemânın, çelişkinin ancak zahiren olabileceği ve hakikatte Allah kelamında tutarsızlık olamayacağı, zahiren var olduğu söylenen çelişkilerin ise nesih gibi hususları bilmemekten kaynaklandığı vb. tenzih ve teslimiyet dolu üslubunu bir tarafa bırakarak, bu çelişkilerden kurtulmanın ancak kendi yöntemini (tarihselciliği) kabul etmekle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, 18-19, 43-49) Kendi yönteminden maksadın ise bazı ayetleri insan sözü saymak olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılmıştır. Dolayısıyla ona göre, çelişki iddia edilen noktalarda bir kısım ayetleri insan sözü saymamız halinde bunlar feda edilebilecek ve geriye de herhangi bir çelişki kalmayacaktır. Bu yaklaşımın Kur’ân'ın tahrifiyle eşdeğer olması bir yana, çelişkiyi giderecek tek yöntemin bu olduğu iddiası, “tarihte ilk defa ben buldum” tavrı bakımından Sözde Kur’ân İslamı'nı savunanların yaklaşımına benzerlik arz etmektedir. Ve bu noktada şu soru çok anlamlı olmaktadır: Madem çelişkilerden kurtulmanın yolu tarihselcilikse, Yüce Allah bunun için niye bu kadar süre beklemiştir? Allah (c.c.) kendi kitabını asırlar boyunca çelişkilerden kurtarmaktan aciz mi olmuştur ki hâşâ onu korumak için yirminci yüzyılda birilerinin tarihselciliği keşfetmesine mahkum olmuştur?
Kişisel aklı ve indî görüşleri vahyin üstünde görme anlayışı
Nitekim tarihselci yazarın geçmişte sıklıkla tarihselci yorumu neshe benzetmesi de aklın rolünü vahyin üstüne çıkarmaya matuftu. Nasıl ki bazı ayetler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır, işte tarihselci yorum da bunun gibidir ve bazı ayetlerin bugün için hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz, diyordu. Bu esnada açıkça bir hususu ıskalamaya ve dikkatten kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü tarihselci bakış açısı, insan aklını esas alarak bazı ayetleri hükümsüz ilan ederken, nesih ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Nesih meselesinde akıl sadece yorumlayıcı tarzda bir role sahipken tarihselci anlayışta akıl, vahiy gibi hatta onu dahi ortadan kaldıran mutlak şâri' rolündedir.* Aradaki bu farktan dolayı benzetmenin yerinde olmadığının fark edilmesi üzerine bu sefer de tarihselci anlayış, ictihad ile de nesh olur diyerek ayetlerin açık ve kesin hükümlerinin bile kişisel görüşlerle kaldırılabileceğini söyledi ve kıyıdan köşeden bulup Mâtürîdi'ye isnat ettiği bir cümle ile bu söylemini meşrulaştırmaya çalıştı. (Öztürk, Karar Gazetesi, 11 Şubat 2017; “Kur’ân'ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan, Sınır ve Sorunları”, 2015; "Cihad", s. 366-367) Halbuki mevrid-i nasta ictihad olamayacağı ve "nass"ı reddeden bir yorumun ictihadın ıstılâhî tarifine bile sığmayacağı hususu bütün ümmetçe müsellemdi. İmâm Mâtürîdî de ümmetten farklı düşünmüyor, nassın belirlediği hükümler alanında ve nassa karşı re'y/ictihad ileri sürülemeyeceğini hatta hakkında icma olan meselede tartışma yapılamayacağını, icmâın bağlayıcı olduğunu birçok yerde ifade ediyordu. (Örnek olarak bkz. Te'vîlât, III, 229-234, 320; V, 407; IX, 562, 617; X, 419-420)
Mâtürîdi’ye isnat edilen cümledeki nesih kelimesinin, ne neshin meşhur olan ıstılahi anlamıyla ne de tarihselciliğin Kur’ân'ı beşer sözü sayan yaklaşımıyla alakası vardı. Kitabının başına, "Kur’ân'ı re'y ile tefsir eden kişi cehennemdeki yerini hazırlasın." sözünü koyan Mâtürîdî'nin re’y ile Kur'ân'ın neshedilmesine izin verdiği düşünülebilir mi? Mâtürîdî'nin çarpıtmaya konu olan söz konusu ifadeleri ise hükmün gerekçeye/illete bağlı olduğunu, gerekçenin/illetin olmadığı yerde hükmün de bulunmayacağını ifade etmektedir ve öteden beri fıkıh usulünde bilinen bir kuraldır. (Te'vîlât, V, 407)
Tevil alanının dışına taşma
İnanmayan biri, Kur'ân hakkında ithamlarda bulunsa da müslüman bir kişinin ayetleri beşer sözü sayması asla düşünülemez. Kur’ân'da, ayetlerin beşer sözü olmadığını açıkça ifade eden ve onları beşer sözü saymaya çalışan müşriklerin zalimliğinden bahseden birçok ayet vardır. Çünkü Kur'ân'ın beşer sözü olduğuna dair iddialar Kur'ân'ın ilk indiği dönemde müşrikler tarafından dile getirilmiş ve bunun üzerine iddiaları reddeden ayetler gelmiştir. (Bakara 2/23-24; Âl-i İmrân 3/7, 78-79; Nisâ 4/82; En'âm 6/91; Yûnus 10/37-40; Hûd 11/12-13; İbrahim 14/10-11; Nahl 16/103-105; İsrâ 17/86-88; Enbiya 21/3-19; Kasas 28/48-53; Mümin 40/1-4; Casiye 45/1-8; Ahkâf 46/1-10; Hâkka 69/38-52)
Örneğin bir müşriğin iddiaları karşısında Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"(Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!ᅠSonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!ᅠ Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.ᅠEn sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. "Bu" dedi, "Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.ᅠBu, insan sözünden başka bir şey değildir." Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?ᅠ Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz;ᅠ İnsanları kavurur." (Müddessir 74/16-29, DİB, Kuran Yolu Tefsiri)
------------------------------
18.12.2018
(İslam Hukuku Bilim Dalı)
SÖYLEYİŞ FARKI
Sonra sultan, başka bir rüya tabircisini çağırttı ve ondan da yorum istedi. İkinci adam "Efendim, aileniz ve akrabalarınız arasından en uzun yaşayan kişi siz olacaksınız" dedi. Bunun üzerine sultanın yüzü gülmeye başladı. Bu yorumu yapan adama büyük ikramlarda bulundu, kese kese altın verdi.
Her iki yorumcunun söylediği de aynı sonuca varıyordu aslında. Fakat söyleyiş biçimleri farklıydı.
Şimdilerde sözlerinin çarpıtıldığından şikayet eden ve sürekli yanlış anlaşıldığını söyleyenler acaba bu hikayeden bir nasip alabilseler durum birazcık olsun değişir mi, bilemiyorum.
HER SORULANA FETVA VEREN DELİDİR
(Utbe b. Müslim)
İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyleyin. Anlamayıp da Allah'ı ve Peygamberini yalanlamalarını mı istiyorsunuz?"
(Hz. Ali r.a.)



