Güncel dinî bilgi üretmesi gerekenlerin, yani elini taşın altına koyması gerekenlerin, boş hevesler peşinde koştuklarını ve sonra da başkalarını eleştirdiklerini görmek ne kadar hayret verici!
En başta makam-mevki beklentisi, bulunduğu konumu ve geleceğini garantiye alma gibi amaçlar, ilmi çalışmaları bulandırıyor, ilmi toplantılarda reklam ve gösteriş hakikatin önüne geçiyor. Asıl çözümlenmesi gereken konudan çok toplantının medyada nasıl haber olacağına önem atfediliyor maalesef. Katılımcılar sözlerinin hak olmasını değil hangi kişiyi memnun edeceklerini önemsiyorlar. Birbirlerini ölçmekle veya kollamakla vakit geçiriyorlar, desek daha doğru olur herhalde.
Geçmişte güncel meselelere ilişkin yapılan sempozyum ve toplantılara davet edilenlerden bir çoğunun, hiçbir ilmî hazırlık yapmadan oralara gittiklerini, göstermelik bir kaç lafla işi geçiştirdiklerini çok defa gördük, duyduk.
Hatta öyle sahneler yaşanıyor ki, aylar öncesinden kendisine araştırma konusu verilmiş sözde ilim adamı toplantıya gelip "hiçbir hazırlık yapmadım ama şöyle bir cümle söyleyeyim de tartışılsın" deyip başlıyordu konuşmaya. Halbuki ümmet ondan bir kaç cümlelik net reçete bekliyordu. Bilmem hangi modern merkezde onbinlerce liraya mal olan o toplantı, işin neticelenmesini, karara bağlanmasını kolaylaştırmak için tertip edilmişti. Bu kadarı da yetmiyor, aynı mahiyetteki başka bir ilmi toplantıda o zat yine baş köşede. Fesübhânellâh!
Söz konusu toplantılar çözüm üretmek için değil kafa karışıklığını artırmak için yapılıyor sanki. Bir kısım zevât bugüne kadar yaptığı ilmi (!) çalışmalardan yararlı hiç bir sonuç elde edememiş olacak ki, o toplantılarda kafa karışıklıklarını ve bunalımlarını ortaya döküyor fakat neticeye ilişkin zerre kadar bir inisiyatif alamıyorlar. Ne o tarafı tercih ediyorlar ne bu tarafı. Mesele çözüm üretmek değil, laf kalabalığı yapmaktan ibaret kalıyor. Dostlar alışverişte görsün hesabı. Bir fikre azıcık eğilim gösterdiğinde de, ne kadar yüzeysel kaldığını, ciddi bir araştırmaya dayanmadığını, basit ve derinliksiz olduğunu görebiliyorsunuz. Sokaktaki sıradan bir vatandaşın konuşmasından farksız, aceleci, ön yargılı ve peşin hükümlerle sonuç alınacağı zannediliyor. Bir de o toplantıyı düzenleyenler, toplantı ortamını, zamanını ve şartlarını, gerçekten bir netice almaya dönük olarak mı hazırlamışlar? O da ayrı bir konu. Oradan çıkacak fikirlerin kalitesine önem veriliyor mu sorusunun cevabı karışık. Sonra o ucuz fikir ya da fikirler not ediliyor ama bir türlü halka ulaştırmaya cesaret edilemiyor. Çünkü o fikirler, sahiplerinin kendi vicdanlarını bile tatmin etmiyor ki, nerede kaldı ümmete merhem olsun.
Bu sonuç sadece problemlerin karmaşıklığından mı kaynaklanıyor? Hayır! Katılımcı statüsünde olup da bu tür birleşimlere gelenlerin acaba kaçı daha önceden o konuda yeni bir şeyler okuyarak, araştırarak geliyor? Adam güya çok büyük ilim adamı da cepten yiyecek! Halbuki ağzını açtığı zaman, doğrudan kendi ilim dalını ilgilendiren hususlarda bile bir sürü gaf yapıyor. Söyleyeceği cümleleri önceden tartmamış, bu sözlerin konuşulan meseleyle alakasını kuramamış ve hatta aktardığı sözde bilgilerin doğruluğunu test etmemiş.
Mesela son zamanlarda artık bana baygınlık veren bir örnek zikredeyim de meramım daha iyi anlaşılsın. Sözde ilahiyatçı bir kısım insanlar, evlilik ve aile ile ilgili her toplantıda Osmanlı Hukuk-i Aile Kararnamesi'nden bahsederler. Bu kararnamede evlilik yaşının asgari 17-18 olduğundan övünerek söz ederler. Dinimizde küçüklerle evlenme yoktur, diye nutuk atarlar. Sorsan kendileri fıkıh alanında da acayip uzmandırlar. Güya yüz yıl önceden örnekler verirler. Bir de ilave edip "Biz daha fıkhın o dönemdeki seviyesine bile gelememişiz! Nedir bu halimiz?" demiyorlar mı? Çileden çıkıyorum adeta. Yahu gidip o kaynakları sen kendi gözünle gördün mü hiç? Hem de o alanın uzmanısın ya. Açıp baksaydın o kararnamede 9 yaş diye bir şeyden söz edildiğini de görecektin. Gerçeğin ne olduğunu anlayacaktın. O yalan yanlış bilgilerinle bir yerlere mesaj göndereceğine, çıkıp ciddi bir araştırma yapıp kendi fetvanı sıfırdan oluştursaydın daha iyi olurdu.
Yazık ki, bu tür kişilerin bilmediği o bilgileri, din karşıtı cenahtan bazı kişiler bile daha doğru yazıyor. Sonra da gelip bunlarla alay ediyorlar.
Kim, hangi davanın peşinde?
Araştırmalar neden niteliksiz?
Nasıl oluyor da bir ilim adamı kendi alanındaki kaynaklardan habersiz? Konuştukları medyanın popüler dilinden ibaret?
İslam adına fetva üreten başkalarını eleştirenlerin kendileri neden bu kadar yüzeysel? Hayatlarında bir fıkıh kitabını bile okumamış, müslüman halkın bir dinî sorusuna bile çözüm aramamış kimseler nasıl oluyor da fıkıh-fetva alanında lüzumsuz konuşabiliyorlar?
Bu nasıl bir hadsizliktir ki, kendi yapması gerekeni yapmayanlar, başkalarını eleştirebiliyorlar?
Eğer bu din onlara kalsaydı, belki de hiç bir zaman güncellenemezdi. Kendileri ölürler giderler ama İslam'ın hayata geçirilmesine dair hiç bir çözüm bulunamazdı. Zaten belki de onların amacı bu mudur, bilemiyorum. Nitekim çağımızda, dinimizi hayatın çeşitli alanlarından söküp atma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Her gün bir halka koparılıyor.
Elhamdülillah ki, elinden geldiği ölçüde bir şeyler yapmaya çalışan, ümmetin güncel problemlerine çözüm üretmeye çalışan bazı ilahiyatçılarımız var. Eksiklikleri ve kusurları olabilir. Ama bana göre onlar, yukarıda bahsettiğim kişilerden çok daha fazla duaya layıktırlar. Rabbim gayretlerini arttırsın. İlim mevkilerinde bulunup da ilimden başka bir rütbe arayışına girenleri ve ümmetin umutlarını boşa çıkaranları da Allah Teâlâ'ya havale ediyorum.
Kalbimin sesini kalbinizle dinlemeniz dileğiyle...
İslam'ın bugüne hitap edebileceğine inanmayanlar dinî hükümleri güncelleyebilirler mi?
Birkaç gün önce, bu kadar fakültenin "TARİHTEKİ İSLAM'ı anlatmak için kurulmuş olamayacağını ifade eden bir yazı yazmıştım. Tevafuk ki, bunun hemen ardından gündeme bir anda "dinin güncellenmesi" meselesi geldi
Burada asıl sorun şu: Dinin güncellenmesi işi, dinin tarihte kaldığına inananların yürüteceği bir iş midir?
Bütün hayatı boyunca din üzerinden konuşarak para kazandığı halde hayatında bir tane dahi güncel bir dinî görüş ileri sürmemiş, sürekli yüzeysel tartışmalarla uğraşmış, laf kalabalığı yapıp lafı dolandırmış ama bir tane bile güncel sorunla ilgili açık ve net bir hüküm üretememiş kişiler mi dini güncelleyecek?
Bütün hayatı boyunca din üzerinden konuşarak para kazandığı halde hayatında bir tane dahi güncel bir dinî görüş ileri sürmemiş, sürekli yüzeysel tartışmalarla uğraşmış, laf kalabalığı yapıp lafı dolandırmış ama bir tane bile güncel sorunla ilgili açık ve net bir hüküm üretememiş kişiler mi dini güncelleyecek?
Ümmetin arasına karışıp onların dertleriyle dertlenmeyenler, oturdukları fildişi kulelerden mi İslam'a hizmet edecekler?
Dinin teorisi üzerine sürekli ahkam kestikleri halde, halkın "şunu nasıl yapalım?" "bu caiz mi, değil mi?" gibi sorularından kaçıp sürekli topu taca atanlar, sıkıştıklarında da "ben fetvacı değilim" diyenler mi yapacak bu güncellemeyi?
Dinin teorisi üzerine sürekli ahkam kestikleri halde, halkın "şunu nasıl yapalım?" "bu caiz mi, değil mi?" gibi sorularından kaçıp sürekli topu taca atanlar, sıkıştıklarında da "ben fetvacı değilim" diyenler mi yapacak bu güncellemeyi?
Bir defa onlar, İslam'ın bugüne hitap edebileceğine dair bir inanca sahipler mi ki? İslam'ın günlük işlere, aileye, ticarete... hükmedebileceğine inanıyorlar mı ki?
BU KADAR FAKÜLTENİN "Tarihteki İslam"ı ANLATMAK İÇİN KURULDUĞU KANAATİNDE DEĞİLİM
Türkiye'de din eğitimi veren kurumların yalnızca tarihi ve arkeolojik çalışmalar yapmak, yani "tarihteki İslam"dan bahsetmek üzere kuruldukları kanaatinde değilim.
Onlar bugünün insanına, problemlerini çözmede rehberlik edecek yeni bilgiler de üretmek zorunda.
Onlar bugünün insanına, problemlerini çözmede rehberlik edecek yeni bilgiler de üretmek zorunda.
İnançla ilgili, sosyal hayatla ilgili ve hatta psikolojik problemlere dair dinî çözümler üretemedikten sonra, bu konularda insanlara rehberlik edemedikten sonra bu kadar din eğitimi kurumuna ne ihtiyaç var?
Bugünün ilahiyatçısı, problemleri ilahiyat dışındaki bilim dallarına havale etmekle görevini savsaklayamaz. Aksi halde kendisinin varlığı tartışmalı hale gelir.
(Not: Ümmetin problemlerine güncel ve dinî çözümler üretmek uğruna gayret eden ilahiyatçılara müteşekkirim.)
Var olma savaşı, yolun başı
Var olma savaşındayız. Can derdine düşmüşüz.Verdiğimiz kavganın neredeyse bütünü maddi varlığımızı korumak için. Oysa bu daha bir başlangıç.
Gelecekte mücadele edilecek o kadar çok şey var ki, milli ve manevi varlığımızı, değerlerimizi korumak ve yaşatmak için.
Gelecekte mücadele edilecek o kadar çok şey var ki, milli ve manevi varlığımızı, değerlerimizi korumak ve yaşatmak için.
Yalana dolana, hileye hud'aya, harama, toplumumuzu sömüren faize, yoksulluğa, usulsüzlüklere, görgüsüzlüklere, ırkçılığa ve toplum ahlakını tehdit eden her türlü fuhşiyata karşı birer müslüman olarak vereceğimiz daha çok mücadele var.
ÇOCUKLARIMIZ KİMLERİN KÜLTÜRÜ İLE BÜYÜYOR?
"Bir bilimsel çalışmaya göre İngiliz anne babalar çocuklarıyla günde ortalama 8 dakikalık anlamlı konuşma gerçekleştirirken, bu süre Amerikalı anne babalar için sadece 5,5 dakika." (Bkz. Kemal Sayar, Yavaşla, s. 223)
Türkiye ile ilgili henüz sağlam bir istatistik yok. Ama yukarıdakilere yakındır.
PEKİ ÇOCUKLARIMIZ KİMLERİN KÜLTÜRÜ İLE BÜYÜYOR?
ATALARIMIZIN, NİNELERİMİZİN VE DEDELERİMİZİN ÖYKÜLERİNİ, ONLARA KİM AKTARACAK?
Şehitlerimize ve gazilerimize imrenmemek mümkün mü?
Allah yolundaki mücadelede;
- maruz kalınan her bir susuzluk için,
- her bir yorgunluk için,
- her bir açlık için,
- kâfirleri öfkelendirecek biçimde atılan her bir adım için,
- düşmana karşı elde edilen her bir başarı için,
- yapılacak en ufak bir infak için
- katedilecek her bir yol için
ayrı ayrı sevap vardır.
Allah, iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz.
(Bkz. Tevbe Süresi 120 ve 121. ayetler)
Masum olmak, huzurlu olmaya yetmiyor
Mevlâna der ki;
Nice tilki vardır ki, derisinin güzelliği yüzünden canından olur.
Nice filler, dişlerinin güzelliği yüzünden öldürülür.
Nice tilki vardır ki, derisinin güzelliği yüzünden canından olur.
Nice filler, dişlerinin güzelliği yüzünden öldürülür.
Nedir peki bu sözlerden alınacak ders?
Belki de şudur:
Masum olmak ve haklı olmak, huzurlu olmaya yetmez.
Senin huzuruna göz dikmiş ve derini yüzmek isteyen birileri, hep vardır.
Dişlerini söküp ağzını kapatmak isteyen birileri, hep vardır.
Onlara karşı daha tedbirli olman gerekir.
Haklı olsan bile.
Doğru yolda olsan bile.
Belki de şudur:
Masum olmak ve haklı olmak, huzurlu olmaya yetmez.
Senin huzuruna göz dikmiş ve derini yüzmek isteyen birileri, hep vardır.
Dişlerini söküp ağzını kapatmak isteyen birileri, hep vardır.
Onlara karşı daha tedbirli olman gerekir.
Haklı olsan bile.
Doğru yolda olsan bile.
Ezan vakti
Ölenler bize ne söylerler
Kalkıp gelseler bir ezan vakti
Kalkıp gelseler bir ezan vakti
Diriler bize ne söylerler
Bakıp anlasalar yalnız bir kabri
Bakıp anlasalar yalnız bir kabri
Roman, öykü, film... derken ahlak dışı davranışları normalleştirme tehlikesi
Dijital dünyaya iyice esir olduk ama hiçbir şey matbu bir kitap okumanın yerini tutmuyor. En çok okunan kitaplar ise romanlar ve öyküler. Peki romanlar ve öyküler nasıl okunmalı ya da hangileri okunmalı veya okunmamalı diye bir sorunumuz var mı?
Geçmişten beri, bir çok roman ve öyküde birtakım ahlaksızca davranışların çok detaylı şekilde tasvir edildiğini görüyoruz. Ve genellikle bunların yanlışlığına dair ironi biçiminde de olsa bir imada bulunulmuyor. Edebi seviyesi yüksek sayılan meşhur roman ve öykülerde bile bu duruma rastlanabiliyor. Bu husus herkesçe malumdur. Acaba bu yayınlar vasıtasıyla birtakım kötülükler normal hale getirilmek mi isteniyor diye düşünmeden edemiyorum. Sonuçta bu kitaplar tamamen kurgu ürünü ve bilinçli şekilde böyle kurgulanıyorlar. Zihne getirilen şeylerin ise gerçek hayat bakımından normalleşme tehlikesi var.
Bu tür kitapları okudukça zihin artık bunlara alışmaya başlıyorsa ve kişi gerçek hayatta da bu davranışları normal karşılama eğilimine giriyorsa, dinî ve milli kimliğimiz için tehlike çanları çalıyor demektir.
Günümüzde tv dizileri yoluyla -ve güya, olduğu gibi aktarmak bahanesiyle- birtakım ahlaka sığmaz davranışların telkin edildiğini çoğu kişi görüyor ve endişe duyuyor. Ancak kitaplar konusunda bu hassasiyet kaybolmaya başladı gibi. Halbuki o dizilere ilham verenler; romanlar, öyküler vs. değil mi?
Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin istediği kitap tavsiyelerinde yukarıdaki endişeyi taşıyarak dikkatli davranmak gerekiyor. Yani kimi kitapları okumadan önce bazı uyarıların yapılması lazım, aile içinde veya eğitim çevresinde. Edebiyat dünyasında yer edinmiş her roman ve öykü, velev ki bilmem kaç yüz temel eser arasına girse bile, tamamıyla bizden veya bize yakın olmayabilir. Değerlerimize yabancı hususlara karşı doğru bir tutum geliştirmek gerekiyor.
Esasında bir "okuma bilinci"ne sahip olan kişi, iyiyi kötüyü ayırt edebilir ve bir kitaptan alması gerekenleri alıp değerlerine aykırı olanları içselleştirmeden geçip gidebilir. Bu şuura sahiptir. Ancak henüz bu seviyeye gelmemiş olanlarımız için, çocuklarımız ve gençlerimiz için yapılması gerekenlerin olduğu inkar edilemez.
Kitap okumak güzel ama her kitabı okumak değil herhalde.
Geçmişten beri, bir çok roman ve öyküde birtakım ahlaksızca davranışların çok detaylı şekilde tasvir edildiğini görüyoruz. Ve genellikle bunların yanlışlığına dair ironi biçiminde de olsa bir imada bulunulmuyor. Edebi seviyesi yüksek sayılan meşhur roman ve öykülerde bile bu duruma rastlanabiliyor. Bu husus herkesçe malumdur. Acaba bu yayınlar vasıtasıyla birtakım kötülükler normal hale getirilmek mi isteniyor diye düşünmeden edemiyorum. Sonuçta bu kitaplar tamamen kurgu ürünü ve bilinçli şekilde böyle kurgulanıyorlar. Zihne getirilen şeylerin ise gerçek hayat bakımından normalleşme tehlikesi var.
Bu tür kitapları okudukça zihin artık bunlara alışmaya başlıyorsa ve kişi gerçek hayatta da bu davranışları normal karşılama eğilimine giriyorsa, dinî ve milli kimliğimiz için tehlike çanları çalıyor demektir.
Günümüzde tv dizileri yoluyla -ve güya, olduğu gibi aktarmak bahanesiyle- birtakım ahlaka sığmaz davranışların telkin edildiğini çoğu kişi görüyor ve endişe duyuyor. Ancak kitaplar konusunda bu hassasiyet kaybolmaya başladı gibi. Halbuki o dizilere ilham verenler; romanlar, öyküler vs. değil mi?
Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin istediği kitap tavsiyelerinde yukarıdaki endişeyi taşıyarak dikkatli davranmak gerekiyor. Yani kimi kitapları okumadan önce bazı uyarıların yapılması lazım, aile içinde veya eğitim çevresinde. Edebiyat dünyasında yer edinmiş her roman ve öykü, velev ki bilmem kaç yüz temel eser arasına girse bile, tamamıyla bizden veya bize yakın olmayabilir. Değerlerimize yabancı hususlara karşı doğru bir tutum geliştirmek gerekiyor.
Esasında bir "okuma bilinci"ne sahip olan kişi, iyiyi kötüyü ayırt edebilir ve bir kitaptan alması gerekenleri alıp değerlerine aykırı olanları içselleştirmeden geçip gidebilir. Bu şuura sahiptir. Ancak henüz bu seviyeye gelmemiş olanlarımız için, çocuklarımız ve gençlerimiz için yapılması gerekenlerin olduğu inkar edilemez.
Kitap okumak güzel ama her kitabı okumak değil herhalde.
ŞEYHİ "NAMAZI TERK ET!" DEDİĞİNDE, NAMAZI TERK EDENLER (!)
Şeyhine bu derece bağlananları öven bir kitap varmış. Bu kadar uç bir örneği bir kitaba koymanın ve yayınlamanın nasıl bir hayra hizmet edeceğini umuyorlar acaba?
Benim peygamberimin hadisine göre ise "Allah'a isyan olan yerde kula itaat yoktur."
Lütfen artık kimse bu gibi yanlışlıkları savunmasın.
İster senden olsun ister benden, bu gibi fikirleri yayanlar İslam'a ve müslümanlara zarar vermeye çalışmış olurlar. Kendi liderlerine ölesiye bağlı ama İslam'a uzak olan oluşumlar, işte bu tür yanlışlıklardan besleniyor.
Böyle yanlışları tevil etmeye kalkışarak yeni fitnelerin oluşmasına zemin hazırlanmamalı.
Böyle bir itaat çeşidinin İslam ile bir alakası yoktur.
Benim peygamberimin hadisine göre ise "Allah'a isyan olan yerde kula itaat yoktur."
Lütfen artık kimse bu gibi yanlışlıkları savunmasın.
İster senden olsun ister benden, bu gibi fikirleri yayanlar İslam'a ve müslümanlara zarar vermeye çalışmış olurlar. Kendi liderlerine ölesiye bağlı ama İslam'a uzak olan oluşumlar, işte bu tür yanlışlıklardan besleniyor.
Böyle yanlışları tevil etmeye kalkışarak yeni fitnelerin oluşmasına zemin hazırlanmamalı.
Böyle bir itaat çeşidinin İslam ile bir alakası yoktur.
JET İMAMLARDAN DAHA TEHLİKELİ OLANLAR: JET FETVACILAR
Şu zamane hocaları, kendilerine bir ayakkabı almak için ayırdıkları zaman ve yaptıkları araştırma kadar, her bir fetva için de zaman ayırıp araştırma yapabilselerdi keşke. Maalesef sorulur sorulmaz hemen şipşak cevap veriyorlar. Hızlı ve ucuz... Alın terinin değmediği fetvalar bunlar.
Halbuki,
Ayakkabıda yapılacak yanlış, parayı yakar, çöpe atar, belki biraz da ökçeleri yaralar.
Ama fetvada yapılacak yanlış, canı yakar, hocayı cehenneme atar ve belki de öbür dünyasını tamamen karartır.
Ayakkabıda yapılacak yanlış, parayı yakar, çöpe atar, belki biraz da ökçeleri yaralar.
Ama fetvada yapılacak yanlış, canı yakar, hocayı cehenneme atar ve belki de öbür dünyasını tamamen karartır.
Bunu kavrayabilmek için daha ne kadar okumak lazım?
İMAMLA CEMAATİN ARASINI AYIRMAYAN MİNBER !
BİR MİNBER MODELİ
Türkiye'de, hutbenin okunduğu yer olan minber, bazı camilerde cemaat ile imamı birbirinden ayırmaktadır.
Türkiye'de, hutbenin okunduğu yer olan minber, bazı camilerde cemaat ile imamı birbirinden ayırmaktadır.
KUR'AN KURSU PARASI KURBAN ORGANİZASYONUNA AKTARILABİLİR Mİ?
Herhangi bir kurban organizasyonunda görevli olanların DİKKATİNE !
Genel merkeziniz size para gönderip bununla örneğin 30-40 kurban satın al, kes ve dağıt diyor. Ama gönderilen para bu kadar hayvan satın almak için yeterli değilse ve piyasa daha pahalıysa bu durumda, vakfın diğer paralarından ya da derneğin ve kuran kursunun paralarından buraya ilave edilerek o kurbanlar kesilemez.
Çünkü;
1) Böyle bir şey yapıldığında o vakıf paraları, adına kurban kesilecek kişilere hibe edilmiş olur. Ama adına kurban kesilecek kişiler dinen zengin kişilerdir. Vakıf, kurs ya da hayır paraları, bu zenginlere yardım için harcanamaz.
2) Vakıf, dernek ve kurs paraları vatandaştan toplanırken bunların nereye harcanacağına dair söz verilmiştir. Bu söze ihanet edilemez. Vakıf malına hıyanet olmaz. Hayır parası hangi amaçla toplandıysa ancak o amaç için kullanılabilir.
3) Bir kurban hissesi kimin adına kesilecekse, o hissenin bütün parasının o kişi tarafından verilmiş olması gerekir. Birkaç kişiden para toplanıp bununla "bir" hisse kesilemez. Aksi halde o kişilerin kurbanı geçersiz olur.
Velhasıl, kurban organizasyonları hassasiyet ister, diyorum.
Kurban organizasyonlarının daha şeffaf hale gelmesi hakkındaki geçmişte yazdığım bir yazı için TIKLAYINIZ
Genel merkeziniz size para gönderip bununla örneğin 30-40 kurban satın al, kes ve dağıt diyor. Ama gönderilen para bu kadar hayvan satın almak için yeterli değilse ve piyasa daha pahalıysa bu durumda, vakfın diğer paralarından ya da derneğin ve kuran kursunun paralarından buraya ilave edilerek o kurbanlar kesilemez.
Çünkü;
1) Böyle bir şey yapıldığında o vakıf paraları, adına kurban kesilecek kişilere hibe edilmiş olur. Ama adına kurban kesilecek kişiler dinen zengin kişilerdir. Vakıf, kurs ya da hayır paraları, bu zenginlere yardım için harcanamaz.
2) Vakıf, dernek ve kurs paraları vatandaştan toplanırken bunların nereye harcanacağına dair söz verilmiştir. Bu söze ihanet edilemez. Vakıf malına hıyanet olmaz. Hayır parası hangi amaçla toplandıysa ancak o amaç için kullanılabilir.
3) Bir kurban hissesi kimin adına kesilecekse, o hissenin bütün parasının o kişi tarafından verilmiş olması gerekir. Birkaç kişiden para toplanıp bununla "bir" hisse kesilemez. Aksi halde o kişilerin kurbanı geçersiz olur.
Velhasıl, kurban organizasyonları hassasiyet ister, diyorum.
Kurban organizasyonlarının daha şeffaf hale gelmesi hakkındaki geçmişte yazdığım bir yazı için TIKLAYINIZ
Allah'ın korumasındaki ümmet
Allah hiçbir millete zalimleri musallat etmesin. Ulemamızı daima Hakk’ın yanında eylesin.
Hasan Basri’nin
bir rivayeti:
“Âlimler
umerâya yağcılık yapmadıkça,
salihler kötüleri tezkiye etmediği sürece ve hayırlı olanlar şerlilere
yaranmaya çalışmadıkça bu ümmet Allah'ın koruması altında olacaktır. Ancak ne zaman
ki bunları yaparlar, Allah da onların üstündeki korumasını kaldırır,
içlerindeki zorbaları onlara musallat eder, zorbalar da çok kötü azap
çektirirler. Allah onları yoksulluk ve fakirliğe uğratır ve kalplerine korku
salar. ”
(Maverdî, Edebü’d-dünyâ
ve’d-dîn, s. 83).
Hacda ve umrede ibadetleri sakatlayan aletler: cep telefonları, kameralar...
Hac ve umre bir çoğumuzun bir türlü yapmaya muvaffak olamadığı ibadetlerden.
Gitmeye muvaffak olanların bazılarının da oralardaki her anını kaydetme ve fotoğraflama merakı oluyor.
Hele bir de bazıları kamerayı kendine doğru tutup "işte şimdi Kabe'deyiz, tavaftayız, dönüyoruz", "işte Ravza'dayız, dua ediyoruz" diye diye çekim yapıyorlar ya... Ben bunları gördükçe bu işlerde bir yanlışlık var diyorum.
Hatıra fotoğraflarına sözüm yok.
Ama bir müslüman ibadet yaparken neden kendini kaydeder, kaydettirir?
Allah'ın evi Kabe'nin etrafında tavaf ederken ya da Peygamberimizinin Ravzasında ibadet ederken, O'na salatü selam okurken neden kendimizin videosunu, selfiesini çekeriz?
Dönünce birilerine göstermek için mi?
Hani ibadetler sırf Allah için yapılırdı.
Başkalarına göstermek için yapılan ibadetin sevabı olur mu? Bu bir riya ve gösteriş değil mi?
Bence hacca ve umreye giden kardeşlerimizin oralarda cep telefonu ve fotoğraf makinlarına dikkat etmeleri ve mümkün olduğunca bunları cepten ve çantadan çıkarmamaları önem arz ediyor.
Rabbim bizim amelimizi görür ve bilir. Başka kayda ihtiyaç yok. Ömrümüzde bir defa gittiğimiz o yerlerde ibadetlerimizi sakatlamayalım.
İbadet yapmadığımız zamanlarda kıyıda, köşede, otururken, gezerken... hatıra fotoğrafı çekebiliriz ama;
Tavaf fotoğrafına hayır!
Dua fotoğrafına hayır!
Namaz fotoğrafına hayır!
Peygamberimizi selamlarken fotoğrafa hayır!
Dr. Bilal ESEN
Gitmeye muvaffak olanların bazılarının da oralardaki her anını kaydetme ve fotoğraflama merakı oluyor.
Hele bir de bazıları kamerayı kendine doğru tutup "işte şimdi Kabe'deyiz, tavaftayız, dönüyoruz", "işte Ravza'dayız, dua ediyoruz" diye diye çekim yapıyorlar ya... Ben bunları gördükçe bu işlerde bir yanlışlık var diyorum.
Hatıra fotoğraflarına sözüm yok.
Ama bir müslüman ibadet yaparken neden kendini kaydeder, kaydettirir?
Allah'ın evi Kabe'nin etrafında tavaf ederken ya da Peygamberimizinin Ravzasında ibadet ederken, O'na salatü selam okurken neden kendimizin videosunu, selfiesini çekeriz?
Dönünce birilerine göstermek için mi?
Hani ibadetler sırf Allah için yapılırdı.
Başkalarına göstermek için yapılan ibadetin sevabı olur mu? Bu bir riya ve gösteriş değil mi?
Bence hacca ve umreye giden kardeşlerimizin oralarda cep telefonu ve fotoğraf makinlarına dikkat etmeleri ve mümkün olduğunca bunları cepten ve çantadan çıkarmamaları önem arz ediyor.
Rabbim bizim amelimizi görür ve bilir. Başka kayda ihtiyaç yok. Ömrümüzde bir defa gittiğimiz o yerlerde ibadetlerimizi sakatlamayalım.
İbadet yapmadığımız zamanlarda kıyıda, köşede, otururken, gezerken... hatıra fotoğrafı çekebiliriz ama;
Tavaf fotoğrafına hayır!
Dua fotoğrafına hayır!
Namaz fotoğrafına hayır!
Peygamberimizi selamlarken fotoğrafa hayır!
Dr. Bilal ESEN
Vahdet mi cemaat mi?
"Vahdet" kelimesi yerine "cemaat" kelimesini koydum gitti.
Bence Müslümanların vahdeti olmaz, ama bir cemaati, bir ümmeti olabilir. Hepimiz bir cemaat/ümmet halinde beraber olabiliriz.
Bu mesele, o malum cemaat meselesiyle karıştırılmasın, "EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT" deyimindeki cemaatten olmayı kastediyorum.
Hani o "kesrette vahdet" gibi tabirler var ya. Onlar da bana biraz muğlak geliyor ve bâtınî yorumlardan esinlenmiş gibi görüyorum o ifadeleri. Kesrette vahdet ifadesi müslümanların birliği değil, olsa olsa Yaratıcının birliği anlamında olabilir. Yaratılanlar çok ama Yaradan bir.
Ne diyelim,
Allah'ın yardımı cemaatle beraberdir, cemaat üzerinedir.
-----------------------
Not 1: Şöyle düşünüyorum: Vahdet kelimesi daha çok zatiyetle alakalı. Ve Müslümanların "vahdet"i toplum içinde kendi kişiselliklerini yitirmelerini, birbirinin aynı olan fertler haline gelmelerini çağrıştırıyor. Halbuki, herkesin tek tip olması değil ki hedefimiz.
Ama "cemaa" kökünden gelen kelimelerle ifade edilirse, "cemaat" olmak, tek tek fertlerin kendi kişiselliklerini ve farklılıklarını koruyarak aynı hedefte toplanmalarını ifade etmiş olur, kanaatindeyim.
Not 2: Vahdet namazı (!)
Müslümanların toplu olarak kıldığı namaza eskiden beri "cemaatle namaz" (salatü'l-cemaa, es-salat fi cemaatin) dendiğini biliyoruz. Peygamberimizin hadislerinde de bir imamın arkasında toplu olarak kılınan namaz hakkında "cemaat" tabiri geçiyor.
Ama birilerine bu yeterli gelmemiş ya da "cemaat" kelimesi "ehl-i sünnet"i çağrıştırdığı için bundan hoşlanmamış olacaklar ki, yeni bir kavram icat etmişler: "vahdet namazı".
Ben bu "vahdet namazı" kavramından da hiç hazzetmedim. Müslümanların "cemaatle" kıldığı namaz varken, böyle yeni uydurma tabirlere ne gerek var?
İlgili haber için bkz.
http://aa.com.tr/tr/dunya/azerbaycanda-vahdet-namazi-kilindi/508944
LÜZUMSUZ SORULARIN FETVASINI ARAMAK !
Bir romanda yer alması bakımından tarihi gerçekliği tartışılabilir olsa da, mevzuyla ilgili güzel bir tasvir yapılmış.
İşte din konusunda kendisine danışılan, fetva sorulan kimselerin karşılaştığı lüzumsuz sorulara örnekler:
Hz. Hüseyin'in, Kerbela'ya doğru yola çıkmadan önce Mekke'ye geldiği, orada ümmetin o günkü sıkıntıları ve hilafet sorunuyla ilgili çare aradığı günlerdi. Etrafını zaman zaman insanlar sarıyordu.
"Kimi Tufan günü inananları kurtaran geminin boyunu posunu merak ediyor, kimi Yusuf Nebiye aşık olan Züleyhanın yaşını başını soruyordu... bir dilenci ona yanaşıp ısrarla Âdem Aleyhisselamın dünyada yediği ilk yemeği sorunca nihayet İmam sinirlenmiş ve sırf bu dilenciden uzaklaşmak için mekanı terk etmişti... Pazara girdikleri vakit pusudalarmışcasına bekleşen sözde meraklı müminler yine etraflarını kuşatmıştı.. Adamlardan biri devesini abdestsizken otardığını, bu yüzden onun sütünün kendisine haram olup olmadığını soruyordu. Bir başkası, böylesi sütlerin koyulduğu kaplardan daha sonra zemzem içmenin hükmünü öğrenmek arzusundaydı. Aldıkları cevapları beğenmeyip tatmin olmaz iştahlarla, itirazlarını artırarak yeniliyorlardı... “Ameller niyetlere göredir ve ben Dedem gibi vahiyle desteklenmiyorum deyiverdi. Sözün fazlası gönülleri bozacaktı. Allah’ın selamıyla oradan uzaklaşmaya başladı." (Ahmet Turgut, İlk Kerbelâ Romanı: Aşkın Şehidi, s. 133, 138, 148)
İşte din konusunda kendisine danışılan, fetva sorulan kimselerin karşılaştığı lüzumsuz sorulara örnekler:
Hz. Hüseyin'in, Kerbela'ya doğru yola çıkmadan önce Mekke'ye geldiği, orada ümmetin o günkü sıkıntıları ve hilafet sorunuyla ilgili çare aradığı günlerdi. Etrafını zaman zaman insanlar sarıyordu.
"Kimi Tufan günü inananları kurtaran geminin boyunu posunu merak ediyor, kimi Yusuf Nebiye aşık olan Züleyhanın yaşını başını soruyordu... bir dilenci ona yanaşıp ısrarla Âdem Aleyhisselamın dünyada yediği ilk yemeği sorunca nihayet İmam sinirlenmiş ve sırf bu dilenciden uzaklaşmak için mekanı terk etmişti... Pazara girdikleri vakit pusudalarmışcasına bekleşen sözde meraklı müminler yine etraflarını kuşatmıştı.. Adamlardan biri devesini abdestsizken otardığını, bu yüzden onun sütünün kendisine haram olup olmadığını soruyordu. Bir başkası, böylesi sütlerin koyulduğu kaplardan daha sonra zemzem içmenin hükmünü öğrenmek arzusundaydı. Aldıkları cevapları beğenmeyip tatmin olmaz iştahlarla, itirazlarını artırarak yeniliyorlardı... “Ameller niyetlere göredir ve ben Dedem gibi vahiyle desteklenmiyorum deyiverdi. Sözün fazlası gönülleri bozacaktı. Allah’ın selamıyla oradan uzaklaşmaya başladı." (Ahmet Turgut, İlk Kerbelâ Romanı: Aşkın Şehidi, s. 133, 138, 148)
İMZALI FETVA !
Artık ben, "şu heyet şöyle fetva verdi", "bu kuruluş böyle cevapladı" gibi sözlere pek inanmıyorum.
Zamanımızda fetva heyetlerine atfedilen fakat imzasız yayınlanan açıklamalar bana göre "nisbeti meçhul" fetvalardır ve bunlara göre hareket edilemez.
O kurumun kendi sitesinde yayınlansa dahi, imzasız yayınlanmışsa ya da fetva sahiplerinin adı belirtilmemişse güvenmiyorum. Çünkü şimdiye kadar bu konuda çok şeyler duydum. O heyetlerde yer alan kişilerin bu fetvalardan habersiz olduklarını, bu fetvaların aksini söylediklerini defalarca gördüm, duydum.
Ancak imzalı halde görürsem bir fetvanın onlara ait olduğunu anlarım.
İşte mesela Libya Fetva Kurumu. Yayınladığı fetvayı imzalarıyla birlikte yayınlıyor. Takdire şayan.
Bence bir kurum, fetvasına güveniyorsa, o fetvayı imzalı yayınlar. İmzaları silerek, fetvacıların adlarını gizleyerek, fetva yayınlamanın ne mantığı olabilir ki?
Örnek verdiğim imzalı fetvanın kaynağı: https://www.facebook.com/ IFTALibya/photos/ pb.323591844357582.-2207520 000.1441484489./ 975122965871130/ ?type=3&theater
6 Eylül 2015
Bilal ESEN
Zamanımızda fetva heyetlerine atfedilen fakat imzasız yayınlanan açıklamalar bana göre "nisbeti meçhul" fetvalardır ve bunlara göre hareket edilemez.
O kurumun kendi sitesinde yayınlansa dahi, imzasız yayınlanmışsa ya da fetva sahiplerinin adı belirtilmemişse güvenmiyorum. Çünkü şimdiye kadar bu konuda çok şeyler duydum. O heyetlerde yer alan kişilerin bu fetvalardan habersiz olduklarını, bu fetvaların aksini söylediklerini defalarca gördüm, duydum.
Ancak imzalı halde görürsem bir fetvanın onlara ait olduğunu anlarım.
İşte mesela Libya Fetva Kurumu. Yayınladığı fetvayı imzalarıyla birlikte yayınlıyor. Takdire şayan.
Bence bir kurum, fetvasına güveniyorsa, o fetvayı imzalı yayınlar. İmzaları silerek, fetvacıların adlarını gizleyerek, fetva yayınlamanın ne mantığı olabilir ki?
Örnek verdiğim imzalı fetvanın kaynağı: https://www.facebook.com/
6 Eylül 2015
Bilal ESEN
KURBAN ORGANİZASYONLARINDA ŞEFFAF SÖZLEŞME
Kurban bayramında hayır kuruluşları tarafından gerçekleştirilen kurban organizasyonları bağlamında öne çıkması gereken kavram "vekaletle kurban"dır. "Kurban bağışı" tabirinin bile maksadı tam olarak anlatmadığı kanaatindeyim. Burada bir kurbanın dine uygun olarak kesilmesi kadar, vekalet verenin (müvekkilin) bilgisi ve iznine göre davranılması yani vekalet şartlarına uygun hareket edilmesi ve böylece güven verici şeffaf bir organizasyon gerçekleştirilmesi önem arz etmektedir. Ne yazık ki, bir çok kuruluş bu vekaletin içeriği hakkında detaylı bir taahhütte bulunmamakta, bu da kuşkulara neden olabilmektedir.
Kurban organizasyonlarında sadece kurban kesme yoktur; vekalet veren adına hayvan satın alma, kesme, etini ve deri gibi parçalarını dağıtma şeklinde bir çok işlem söz konusu olduğu gibi, bütün bu işlemler için hizmet bedeli alınıp alınmadığı, alınıyorsa hangi bedellerin alındığı, paradan artan olup olmadığı, artanların nasıl kullanıldığı, para eksik geldiğinde nasıl tamamlandığı, töhmete vesile olacak başka işlerden kaçınılıp kaçınılmadığı, bir fetvası bulunsa bile halk tarafından duyulduğunda infiale yol açabilecek işlerden uzak durulup durulmadığı ve benzeri hususlar söz konusu olmaktadır.
Kanaatimce, örneğin kampanya broşürlerine, artan parayı "hayri hizmetlere" harcayacağız diye yazmak yeterli değildir. Hayri hizmet kavramı bugün içi boş duruma düşürülmüştür. Hayri hizmet; kimilerine göre fakire yardımdır, kimilerine göre kuruluşun kendi çalışanlarının gönlünü yapması, onlara lojman veya lüks araç tahsis etmesidir, kimilerine göre gidilen ülkedeki yetkililere İslam adına ziyafet vermektir, kimilerine göre o yardım kuruluşunun zihniyetindeki bir gazeteye, TV kanalına ya da ticari bir dershaneye para aktarmaktır, kimilerine göre batmakta olan bir "dindar" şarküteri esnafına kurban etini ucuz olarak satıp onu kurtarmaktır... Şimdi bütün bunlar çeşitli yorumlardır. Fakat kurban organizasyonlarında söz konusu olabilecek hayri hizmetler, ancak kurban sahiplerinin yani vekalet verenlerin bildikleri ve onay verdikleri hizmetlerdir. Vatandaştan topladığı para ile faaliyet gösteren yardım kuruluşlarının bu konuda mutlak tasarruf yetkileri yoktur. Onların bütün yetkileri, vekalet sözleşmesine bağlıdır.
Vekalet, insanlar arasında gerçekleşen bir akit/sözleşme olduğuna göre, hayır kuruluşlarının çok açık sözleşme metinleri hazırlamaları güzel olmaz mıydı? İnsanlar vekalet verirken neye onay verdiklerini ayrıntılı şekilde bilseler ve o kuruluş da neleri yapmayı taahhüt ettiğini adım adım bütün detaylarıyla beyan etse ve hesap verebilir olmayı öne çıkarsa güzel olmaz mı?
Bazıları, 'biz internet sayfamızda bilgi veriyoruz' diyorlar. Ama benim kastettiğim sadece bilgi verilmesi değildir. Kurumsal taahhüt açısından meseleye bakılması gerekir. Kurban hakkındaki genel bilgileri herkes verebilir fakat belli bir şeyi yapmayı taahhüt edip etmemek ayrı bir meseledir. Sırf kitaplarda yazılan bilgileri ki, bu bilgilerin çoğu da ayrıntılı ve güncel değildir, bunları aktarmak taahhüt etmek anlamına gelmez. Taahhüt ve sözleşme, kuruluş ile vatandaşın üzerinde karşılıklı anlaşma sağladığı belli hususların bulunmasını gerektirir. Böyle bir anlaşma ıslak imzalı bir metin şeklinde düzenlenebileceği gibi, elektronik ortamdaki bir onaylamadan ibaret de olabilir. Fakat şartları belli olmayacak şekilde bir vekalet gerçekleştirilmesi, hatta vekalet olup olmadığı bile netleştirilmeyen meçhul bir işlem yapılması, sıhhatli bir iş değildir.
Hani mesela, online olarak vekaletin verildiği ve ödemenin yapıldığı sayfada "vekalet şartlarını kabul ediyorum" butonu olsa ve oraya tıklandığında tüm şartlar açık açık görülüp okunsa ve sonra para yatırma gerçekleşse... Böylece kuruluşun neyi taahhüt ettiği ve vatandaşın da neye onay verdiği net olarak belirlenmiş olacaktır ki, bu epey bir şeffaflık demektir. Benzer bir işlem vezneden para yatırırken veya büroya gelip vekalet verirken de yapılabilir.
Bilinmektedir ki, yardım kuruluşlarının bu tür faaliyetleri hakkında günün birinde medyada bir haber yayınlanıp "şöyle şöyle yapıyorlarmış!" diye bir şayia koptuğunda halkta büyük bir güven kaybı yaşanmaktadır ve tüm "hayri hizmetler" yara almaktadır. 2009 yılında ülkemizde savcılık tarafından başlatılan kurban yolsuzluğu soruşturmasının yankılarını bir hatırlayalım. Neler gündeme gelmişti? Bu soruşturmada ilgili kuruluşların yetkililerinden bazılarına yöneltilen suçlamaların bir kısmı şöyleydi: yolsuzluk, dolandırıcılık, iyi niyeti süistimal, güveni kötüye kullanma, resmi belgede sahtecilik...
Tüm bu olanların ve benzerlerinin tekrarlanmaması için hayır kuruluşlarının "kurban organizasyonlarında şeffaf sözleşme" dönemini başlatmalarını öneriyorum. Bu, onlara duyulan güveni daha da arttıracak, hizmetlerine güç verecektir.
Bazı kimseler, böyle organizasyonlarda açık sözleşme yoksa da zımnen kabul vardır, bunun örfü oluşmuştur ve hâlin delaletiyle bütün şartlarda anlaşma sağlanmıştır diyebiliyor. Bu yorumlara katılmak mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı 'yukarıda değinilen kurban yolsuzluğu bağlamındaki işlere vatandaşların onayı vardı, herkes bu suiistimallere razıydı' dememiz gerekirdi. Henüz bu konuda örf oluşmamıştır. Anılan yolsuzluklar ve başka bazı sebepler bu konuda sağlam bir örf oluşmasına engel olmuştur. Çağımız, şeffaflığın arandığı bir çağdır, güven ve itibarın zayıfladığı bir çağdır.
Ayrıca konunun önemini kavramak isteyenler, aşağıdaki farazi soruları bir düşünsünler. Bu sorular halkımıza yöneltildiğinde insanların ne cevaplar verebileceğini ve ilgili kuruluş hakkında nasıl bir zan besleyebileceklerini bir düşünsünler:
1) Parandan artanın, bir TV kanalına aktarılacağını öğrenseydin kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?
2) Kesilen kurbanların etlerini, kendi kurumlarının çalışanları arasında paylaştırdıklarını, kendi komşularına ve akrabalarına hatta zenginlerin evlerine dağıttıklarını bilsen, o kuruluşa kurban parası yatırır mıydın?
3) 100-200 TL'ye (yurtdışında bazı yerlerde 30, 50, 60 Euro'ya) satın alınabilen kurban için senden 300-500 TL aldıklarını bilseydin...?
4) Kurban etlerini fakirlere dağıtmayıp sattıklarını ve parasını başka işlere harcadıklarını bilseydin, kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?
5) Hayır paraları neden reklamda harcanır?
Kurban parası diye topladıkları paranın yüzde 10'a yakınını reklamlara harcadıklarını bilseydin, kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?
Son söz: illaki şeffaf sözleşme !
27 Ağustos 2015
Bilal ESEN
Kurban organizasyonlarında sadece kurban kesme yoktur; vekalet veren adına hayvan satın alma, kesme, etini ve deri gibi parçalarını dağıtma şeklinde bir çok işlem söz konusu olduğu gibi, bütün bu işlemler için hizmet bedeli alınıp alınmadığı, alınıyorsa hangi bedellerin alındığı, paradan artan olup olmadığı, artanların nasıl kullanıldığı, para eksik geldiğinde nasıl tamamlandığı, töhmete vesile olacak başka işlerden kaçınılıp kaçınılmadığı, bir fetvası bulunsa bile halk tarafından duyulduğunda infiale yol açabilecek işlerden uzak durulup durulmadığı ve benzeri hususlar söz konusu olmaktadır.
Kanaatimce, örneğin kampanya broşürlerine, artan parayı "hayri hizmetlere" harcayacağız diye yazmak yeterli değildir. Hayri hizmet kavramı bugün içi boş duruma düşürülmüştür. Hayri hizmet; kimilerine göre fakire yardımdır, kimilerine göre kuruluşun kendi çalışanlarının gönlünü yapması, onlara lojman veya lüks araç tahsis etmesidir, kimilerine göre gidilen ülkedeki yetkililere İslam adına ziyafet vermektir, kimilerine göre o yardım kuruluşunun zihniyetindeki bir gazeteye, TV kanalına ya da ticari bir dershaneye para aktarmaktır, kimilerine göre batmakta olan bir "dindar" şarküteri esnafına kurban etini ucuz olarak satıp onu kurtarmaktır... Şimdi bütün bunlar çeşitli yorumlardır. Fakat kurban organizasyonlarında söz konusu olabilecek hayri hizmetler, ancak kurban sahiplerinin yani vekalet verenlerin bildikleri ve onay verdikleri hizmetlerdir. Vatandaştan topladığı para ile faaliyet gösteren yardım kuruluşlarının bu konuda mutlak tasarruf yetkileri yoktur. Onların bütün yetkileri, vekalet sözleşmesine bağlıdır.
Vekalet, insanlar arasında gerçekleşen bir akit/sözleşme olduğuna göre, hayır kuruluşlarının çok açık sözleşme metinleri hazırlamaları güzel olmaz mıydı? İnsanlar vekalet verirken neye onay verdiklerini ayrıntılı şekilde bilseler ve o kuruluş da neleri yapmayı taahhüt ettiğini adım adım bütün detaylarıyla beyan etse ve hesap verebilir olmayı öne çıkarsa güzel olmaz mı?
Bazıları, 'biz internet sayfamızda bilgi veriyoruz' diyorlar. Ama benim kastettiğim sadece bilgi verilmesi değildir. Kurumsal taahhüt açısından meseleye bakılması gerekir. Kurban hakkındaki genel bilgileri herkes verebilir fakat belli bir şeyi yapmayı taahhüt edip etmemek ayrı bir meseledir. Sırf kitaplarda yazılan bilgileri ki, bu bilgilerin çoğu da ayrıntılı ve güncel değildir, bunları aktarmak taahhüt etmek anlamına gelmez. Taahhüt ve sözleşme, kuruluş ile vatandaşın üzerinde karşılıklı anlaşma sağladığı belli hususların bulunmasını gerektirir. Böyle bir anlaşma ıslak imzalı bir metin şeklinde düzenlenebileceği gibi, elektronik ortamdaki bir onaylamadan ibaret de olabilir. Fakat şartları belli olmayacak şekilde bir vekalet gerçekleştirilmesi, hatta vekalet olup olmadığı bile netleştirilmeyen meçhul bir işlem yapılması, sıhhatli bir iş değildir.
Hani mesela, online olarak vekaletin verildiği ve ödemenin yapıldığı sayfada "vekalet şartlarını kabul ediyorum" butonu olsa ve oraya tıklandığında tüm şartlar açık açık görülüp okunsa ve sonra para yatırma gerçekleşse... Böylece kuruluşun neyi taahhüt ettiği ve vatandaşın da neye onay verdiği net olarak belirlenmiş olacaktır ki, bu epey bir şeffaflık demektir. Benzer bir işlem vezneden para yatırırken veya büroya gelip vekalet verirken de yapılabilir.
Bilinmektedir ki, yardım kuruluşlarının bu tür faaliyetleri hakkında günün birinde medyada bir haber yayınlanıp "şöyle şöyle yapıyorlarmış!" diye bir şayia koptuğunda halkta büyük bir güven kaybı yaşanmaktadır ve tüm "hayri hizmetler" yara almaktadır. 2009 yılında ülkemizde savcılık tarafından başlatılan kurban yolsuzluğu soruşturmasının yankılarını bir hatırlayalım. Neler gündeme gelmişti? Bu soruşturmada ilgili kuruluşların yetkililerinden bazılarına yöneltilen suçlamaların bir kısmı şöyleydi: yolsuzluk, dolandırıcılık, iyi niyeti süistimal, güveni kötüye kullanma, resmi belgede sahtecilik...
Tüm bu olanların ve benzerlerinin tekrarlanmaması için hayır kuruluşlarının "kurban organizasyonlarında şeffaf sözleşme" dönemini başlatmalarını öneriyorum. Bu, onlara duyulan güveni daha da arttıracak, hizmetlerine güç verecektir.
Bazı kimseler, böyle organizasyonlarda açık sözleşme yoksa da zımnen kabul vardır, bunun örfü oluşmuştur ve hâlin delaletiyle bütün şartlarda anlaşma sağlanmıştır diyebiliyor. Bu yorumlara katılmak mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı 'yukarıda değinilen kurban yolsuzluğu bağlamındaki işlere vatandaşların onayı vardı, herkes bu suiistimallere razıydı' dememiz gerekirdi. Henüz bu konuda örf oluşmamıştır. Anılan yolsuzluklar ve başka bazı sebepler bu konuda sağlam bir örf oluşmasına engel olmuştur. Çağımız, şeffaflığın arandığı bir çağdır, güven ve itibarın zayıfladığı bir çağdır.
Ayrıca konunun önemini kavramak isteyenler, aşağıdaki farazi soruları bir düşünsünler. Bu sorular halkımıza yöneltildiğinde insanların ne cevaplar verebileceğini ve ilgili kuruluş hakkında nasıl bir zan besleyebileceklerini bir düşünsünler:
1) Parandan artanın, bir TV kanalına aktarılacağını öğrenseydin kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?
2) Kesilen kurbanların etlerini, kendi kurumlarının çalışanları arasında paylaştırdıklarını, kendi komşularına ve akrabalarına hatta zenginlerin evlerine dağıttıklarını bilsen, o kuruluşa kurban parası yatırır mıydın?
3) 100-200 TL'ye (yurtdışında bazı yerlerde 30, 50, 60 Euro'ya) satın alınabilen kurban için senden 300-500 TL aldıklarını bilseydin...?
5) Hayır paraları neden reklamda harcanır?
Kurban parası diye topladıkları paranın yüzde 10'a yakınını reklamlara harcadıklarını bilseydin, kurbanını o kuruluşa kestirir miydin?
Son söz: illaki şeffaf sözleşme !
27 Ağustos 2015
Bilal ESEN
Kaydol:
Yorumlar (Atom)










