Dini kullanarak belli bir sektöre yönlendirme yapmak uygun mu?

Bence kimse sırf dinî duyguları kullanarak insanları belli bir sektöre yönlendirmemeli. Gerçekleri açık açık söylemeli, zararı kârı açıkça konuşmalı. Tercihlere karışmamalı. Özellikle din adamları tarafsız olmalı, belli bir sektör lehine çalışıyormuş izlenimi vermemeli
Her şeyden önce bir şeyin caiz olması, mutlaka kâr elde edeceğimiz anlamına gelmez. Caiz olan şeylerde de zarar edilebilir. 

Mesela bazıları insanları katılım bankalarına yönlendiriyor ve bunlar zarar etmez, diyorlar. Belli ki tarihten hiç ders almıyorlar.
90'lı yıllarda bunların adı finans kuruluşuydu. Bazıları öyle bir battı ki, binlerce vatandaş hâlâ parasını geri alabilmiş değil. O zaman mevzuatları da gelişmiş değildi.
Şimdi mevzuatlari biraz gelişti ama vatandaştan çok, bankalar lehine.
Bu nedenle katılma hesaplarına yatırılan paralar çok büyük risk altında. Yeni mevzuata göre bu hesaplarda ne kâr elde etmek ne de anaparayı geri almak garanti değil. Bir aksilik durumunda zararın tamamı vatandaştan gider, diyor o mevzuat. 

Bu durumu mudarebenin ve fıkhın gereği olarak kabullenmek durumunda da değiliz. Çünkü bugünün mudaripleri geçmişteki çulsuz fakirler değil. Bugünün bankaları, geçmişin mudaripleriyle mukayese edilemez. Kaldı ki, Osmanlı'da bile mudaribin zarardan sorumlu tutulmasına yönelik fıkhi çözümler bulunmuşken bugün katılım bankalarının ve onların fetvacılarının bunları görmezden gelmesi ve vatandaş söz konusu olduğunda zorlaştırıcı hükümleri, katılım bankaları söz konusu olunca kolaylaştırıcı hükümleri hatta hile-i şer'iyyeleri dikkate almaları hayret verici bir durum.
Cahiliye ribasını bile "mahrum kalınan kâr" diyerek tecviz edenler hâlâ vatandaşın lehine bir fetva bulamadılar ve mevzuatın tarihteki şartlara göre oluşturulmasına katkı verdiler. Allah kimsenin gözünü kör etmesin.
Bu kadar riske rağmen buralara yönlendirme yapmak ve bu esnada dinî duyguları kullanmak bana pek uygun gelmiyor. 90'lı yıllardaki gibi bir olumsuzluk yaşanması durumunda yönlendirenlerin de vebali olacaktır.

Olur mu? Pilavsız mevlit - yemeksiz mevlit ?

Ülkemizde âdet haline gelmiş mevlit okutma merasimleri, bazen kuru kuru geçiyor. Gelenlere bir tabak pilav bile yok. Belki bir-iki şeker veya çikolata (!)
Çağrılan misafire ikram etmeden olur mu, hiç? Niye çağırdın öyleyse bu kadar insanı? Mesele sırf okumak ve dinlemek olsa, insanlar mevlidi başka şekilde de dinleyebilirlerdi. Hiç olmazsa, açar video sitelerini en harika mevlüthanlardan dinlerlerdi. Ama sen kendi cemiyetine çağırmışsan, cemiyetin sahibi kimmiş, bi göstermen lazım değil mi?
Zaten mevlit okutmak, dinin bir emri değil ki, âdet yerini bulsun diye okunuyor, çoğu zaman. Bundan ne kadar sevap gelecek, okuyanlar ne kadar samimi, dinleyenler ne kadar huşu ile dinliyor, o mevzuya şimdilik girmeyelim.
Ama yapılan ikramın sevap olduğunda hiç şüphe yok. Hele hele bu vesileyle çevredeki durumu zayıf kimselere de yemek gönderilebilirse veya bir miktar sadaka verilebilse aliyyülâlâ olur. Bunun sevabı ölmüşlere de gider, yaşayanlara da.
Mevlit cemiyeti demek, sadece kuru kuruya okumak demek mi? Onu güzelleştiren şey, ikramlar. Muhabbetin yolu mideden geçiyor. Böylece sosyal dayanışmaya da büyük bir katkıda bulunulmuş oluyor. İnsanlar bu vesileyle bir araya gelip kaynaşıyor, muhabbetlerini ve dostluklarını artırıyorlar. Esasında mevlidin gelenek haline gelmesi de, belki bunlara vesile olmasından dolayıdır.

Allah kabul etsin.




Parayla ilgili ibadetler, nedense birilerinin dikkatini çok çekiyor. Zekat da bunlardan biri.

Para çok çekici bir şey. O kadar cazibeli bir şey ki, bazılarının aklını alıyor, ibadeti ibadet olmaktan çıkarabiliyor.
Zaten bu zamanın insanları sahabe değiller ki, paranın baştan çıkarıcı cazibesine dayanabilsinler. O nedenle bu cazibeye kapılanlar sevgilisini başkasına kaptırmak istemeyen aşık gibi davranıyorlar. Zekat paralarının doğrudan fakirlere gidecek olmasını adeta kıskanıyorlar. Zekat hakkında binbir projeleri var, hepsi de zekat paraları fakirlere gitmeden önce bunları belli fonlarda bekletmek ve yönetmek üzerine.


Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu.

Mesela, katılım bankacılığı (İslami finans) başka bir ülkede tuttu diye, illa ki bizim ülkemizde de tutacak değil. Bizim insanımızın geçirdiği tecrübeler çok farklı. Çok kere, sütten ağzı yandı da artık yoğurdu üfleyerek yiyor. 

Yine zekatın kurumsallaşması bağlamındaki bazı uygulamalar da bence böyledir. Örneğin Malezya'da zekat, devlet yönetiminde ve devletin yetkili kıldığı şirketlerce toplanıyor. Fakat toplanan zekatın yarısı bazen yarıdan fazlası âmilîn sınıfından sayılarak bu şirketlere ve fî sebîlillâh kapsamında olduğu iddia edilen müesseselere kalıyor.

Fî sebîlillâh/Allah yolunda diyerek, zekat parasını hastanelere, camilere, okullara ve eğitim kurumu gibi müesseselere veriyorlar, din öğretmenlerinin ve cami görevlilerinin maaşlarını zekatla ödüyorlar. Yani, zekattan en karlı çıkan bu iki kesim. Fakirlere dağıtılan ise bazı yıllarda tüm zekatın sadece yüzde kırkı civarında. Bu tespitler birçok akademik tezde yer alıyor.

Şimdi bizim ülkemizde o şekilde zekat toplanıp dağıtılacak olsa, fıkhen zaten sorunlu olan bu tür uygulamalar, halk nezdinde itibar görür mü? Zekatın fakirlere gitmeyeceğini, buradan başka bazı kesimlerin yarar sağlayacağını görenler, zekat verir mi?

Bu ülkede zekatı fakirden kaçıran ve fî sebîlillah diyerek güya her türlü hayır işine zekat verilebileceğini söyleyenlerin nasıl bir din istismarına yol açtıklarını yakın zamanda gördük.

Onların bu günahında, hiç şüphe yok ki, mezhebi geniş fetvacıların başka bir deyişle, zekatın fî sebîlillâh kapsamında "her türlü" hayır işi için, kurum ve kuruluşlara verilebileceğini söyleyenlerin de payı vardır.

Geçmişte neredeyse bütün fıkıhçılar ve dört mezhep, zekatın sadece gerçek kişilere verilmesi gerektiğini ve temlikin şart olduğunu söylediği halde, zamanımızda o fıkhı bir tarafa bırakanlar, verdikleri yeni fetvaların neye yol açacağını ya hesap etmediler ya da bilerek istismara destek oldular. Aslında o "çağdaş" fetvaları verenlerin de şu sıralar ortaya çıkıp müslümanlardan özür dilemeleri beklenir.

Velhasıl bu ülkede dinî konularla ilgili bir şey yapılacaksa çok dikkatli olmak lazım. Burası başka yerlere benzemez.






Katılım bankaları için tarihi fırsat kaçmasın

Biz kredi vermiyoruz, mal satıyoruz ve murâbaha yapıyoruz şeklindeki kısık sesli beyanlar bugüne kadar yeterince inandırıcı olmamıştı. Geçenlerde Cumhurbaşkanı da bu hususu vurguladı ve şöyle dedi: "Anlaşıldığı kadarıyla katılım finans kuruluşlarının bankalardan bir farkı olmadığına ilişkin genel bir algı toplumumuzda yer etmiş durumdadır." 

Şimdi, murabahayı göstermelik değil de hakikaten uygulayabilmek için önlerinde önemli fırsatlar olabilir.

Eskiden beri, al-sat yapsınlar diye, bu esnada tapuda veya noterde satıcı olarak gözüksünler diye ve ekstra vergilerden muaf olsunlar, diğer bankalara verilmeyen bazı imkanlara sahip olsunlar diye bir beklenti vardı. Şimdilerde bunu gerçekleştirmek için uğraşmaları lazım. Bu beklentiyi gerçekleştirecek bir fırsat ortaya çıkarsa hiç kaçırmamaları lazım. 

Bugünlerin fırsatlarını iyi değerlendirip gerçekten al-sat yapan kuruluşlar olmalarını ve faiz töhmetinden uzaklaşmalarını umuyoruz.

KURBAN ORGANİZASYONU DÜZENLEYEN KURULUŞLAR, KURBANDAN NE KADAR KAZANIYOR?

Epey zamandır, kurban organizasyonu düzenleyen kuruluşların, topladıkları tüm parayla kurban mı kestikleri yoksa bir miktar paranın kendilerine mi kaldığı hususunda net bilgilere ulaşmak istiyordum.

Sonunda bir kuruluşun, kendi web sitesinde bu konuda net bir bilgi verdiğini gördüm. Buna göre, kurbanlık alım ve kesim giderleri dışında, kurban parasının yaklaşık %7'si kuruma kalıyor.

Bundan yola çıkarak şöyle bir hesap yapabiliriz. Farazi bir misal olarak, şayet bir kuruluş, hissesi 2000 TL'den beş yüz bin adet kurban hissesi kesmiş olsa, 1 milyar TL kurban parası toplamış oluyor. Ve bunun 70 milyon TL'si kendi kasasında kalıyor. Gerçekten hatırı sayılır bir para bu.

Peki bunda dinen sıkıntı var mı? Sıkıntı, bu konuda kurban sahiplerine şeffaf bir bilgilendirme yapılıp yapılmadığına göre değişir.

Kurban sahipleri, kurbandan para artacağını ve bunun başka amaçlara harcanacağını biliyor mu? Bu paranın, hangi amaçlara harcanacağına dair izinleri ve rızaları var mı? İzinleri ve rızaları varsa problem yok. Aksi halde problem çok.

Keşke bütün kuruluşlar şeffaf olsa da, kurban gibi ibadetlerden ne kadar kazandıklarını ve bu kazancı nerelere harcadıklarını açıklayabilseler. Tabi en başta "vekaletle kurban" sözleşmesi yaparken kurban sahiplerine bu konuda bilgi verilmiş olması lazım. Çünkü "vekalet" hükümleri bunu gerektiriyor.

Teyit için bk. https://www.thk.org.tr/vekaleten_kurban_sonuc




KATILIM BANKALARI DİĞER BANKALARLA AYNI MI?

 "Tam da bu noktada önemli bir konunun altını çizmek istiyorum. Türkiye gibi insanların dinî hassasiyetlerinin yüksek olduğu bir ülkede Katılım Finans sisteminin, potansiyelinin gerisinde kalmasının sebeplerini doğru tespit etmeli, çözüm yollarını ona göre belirlemeliyiz. Anlaşıldığı kadarıyla KATILIM FİNANS KURULUŞLARININ BANKALARDAN BİR FARKININ OLMADIĞINA ilişkin genel bir algı toplumumuzda yer etmiş durumdadır. Bu algıyı dönüştürmenin ilk adımı, halen kullanılan, bunun altını çiziyorum, "Katılım Bankası" isminin "Katılım Finans Kurumu" şeklinde değiştirilmesi olabilir."

(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 3 Ekim 2022)
Konuşmanın tamamı için bk.




KATILIM SEKTÖRÜ İSİM HİLESİ OLMASIN
"Değerli kardeşlerim, derdimiz bir bankanın yanına isim hilesiyle yeni bir banka daha koymak değildir. Bunu da açıkça söylüyorum. Yani banka diyelim ki yılda %10, %12 faiz uygulaması yapıyor. Eğer katılım sektörü de bütün oranlarını o %10, %12'ye göre uyguluyorsa... ben bir şey söyleyeyim mi? (Böyle bir katılım sektörüne) Gerek yok! Buna da hile-i şer'iyye (!) denir. Bu da olmaz. Yani murâbaha, müşâreke... bunları kılıfına uydurmayalım. Neyse, işin hakkını verelim."

(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016)
Konuşmanın tamamı için bk.



İLGİLİ YAZILAR:



HER İLMİN BİR "TESETTÜR"Ü VARDIR

Son zamanlarda tarihçisinden felsefecisine, tıpçısından gazetecisine kadar bazı kişilerin kendi mesleklerini yapmaktan ziyade din adına fetva vermekle meşgul olduklarını ve bir müftî, bir fakih gibi davranmaya çalıştıklarını müşahede ediyoruz.

Fakat şöyle bir bakınca görüyoruz ki, esasında bu gibi insanların çoğu, kendi alanlarında başarısız olan ve o meslek mensupları arasında itibar görmeyen kimseler. Bakmayın isimlerinin başındaki ünvanlara. O ünvanların nasıl alındığı da, her ünvan verilenin onu hak edip etmediği de kamuoyunun bildiği bir husus. Bunlardan bir kısmının intihalleri ve bilgi hırsızlığı da ispat edilmiş durumda. Kendi alanlarında ileri sürdükleri iddialar, reddedilmeye veya tekzib edilmeye değer bile bulunmuyor.

Bunlar, kendi alanlarında bulamadıkları itibarı fetva alanında konuşarak kazanacaklarını zannediyorlar.

Evet, din konusunda fitne fesat üretmek isteyen mihraklar bunları çok seviyor ve bunlara sözde itibar kazandırıyor olabilir. Ancak şu bir gerçek ki, hiçbir kimse çıraklığını yapmadığı bir işin ustalığında başarılı olamaz. İşi ağzına burnuna bulaştırır ve kendini rezil eder. Ben bugüne kadar böylelerinden saygıyı hak edeni görmedim.

Bu nedenle sürekli felsefeyle ya da tarihle uğraşmış ve hayatında hiç bir fıkhi akademik çalışma ortaya koymadığı halde "İslam'da tesettür yoktur." diye ortaya çıkmış birinin, velev ki ilahiyat fakültesinde olsun, sözlerinin hiçbir değeri yoktur. İzzeti, İslam karşıtları nezdinde arayan böylelerinin yaptığı, haddini bilmemektir, utanmamaktır, ilim namusunu bir tarafa bırakıp "açılıp saçılmak"tır. Haddini aşan ve utanmayan kimse, saygıyı hak etmez.

Bunlara, utanın ve biraz "tesettürlü olun", demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

ARİF NİHAT ASYA'NIN KABRİ NEREDE?


Yıllarca yanından geçeriz nice mezarlıkların. İçlerinde ne değerlerimizin bulunduğunu bilmeden.

Şunca yıldır Ankara'da bulunup da en güzel naatların şairinden;
"Biz, kısık sesleriz...minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!"

diyen Arif Nihat Asya'nın kabrinden bu kadar geç haberdar olmak büyük bir kusurumuzdu.
Rabbim rahmet eylesin.

(Ankara Karşıyaka Mezarlığı, 1 ve 2. kapılar arası. 8. Cadde, L 4 /286)
...
Geceler, ki pırıl pırıl,
Kandillerin yanardı.
Kapına gelenler, yâ Muhammed,
-Uzaktan, yakından-
Mümin döndüler kapından!
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
Konsun yine pervazlara Güvercinler;
"Hu hu"lara karışsın Aminler..
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha’lar, Yasin’ler!
...


"DİJİTAL" KATILIM BANKASI. ŞÜKÜR Kİ, "İSLAMİ" DEĞİL

Bugün itibarıyla bir tane daha dijital katılım bankası kurulmuş ve ülkemizdeki dijital katılım bankalarının sayısı 3, toplam katılım bankası sayısı ise 9 olmuş. 

Dijital banka, şubesiz bankaymış. Ama sırf dijital bir banka, benim zihnimde sanallığı çağrıştırıyor. Sırf kaydi olan işlemleri çağrıştırıyor. Normal katılım bankalarına bile içimiz tam ısınmamışken, işlemlerinin dine uygunluğu konusunda bir sürü şüphe varken, sırf dijital katılım bankasıyla karşılaşmak bir anda soğuk duş etkisi yapıyor. 

Özellikle altın gibi kıymetli madenlerin alım satımı dijital katılım bankalarında nasıl olacak? Fiziki teslim olmayacak mı?

Ev ve araba finansmanında (murabahada) göstermelik de olsa yapılan al-sat işlemleri ve bunlarla ilgili vekaletler dijitalde nasıl olacak? Sırf dijitallik ne gibi dinî-fıkhî problemlere yol açacak? Bekleyip görelim. 

Fakat yine de bu bankaları tebrik ediyorum. İyi ki isimlerinde "İslami banka"  ibaresi yok. Zira bugünlerde "İslami" ifadesi üzerinden büyük bir din istismarı gerçekleşiyor. Artık nerede bir "İslami" ifadesi görsem kuşkularım iki kat artıyor.

Üzülerek izliyoruz ki, zamane müslümanları "İslami" diyerek ve "helal" diyerek türlü türlü garipliklere imza atıyorlar. 

Helal bira

Helal şampanya

Helal flört

İslami dans

İslami güzellik yarışması (Miss Muslimah)

İslami artistik, aerobik, ritmik cimnastik müsabakaları

İslami ... 

Muhammedsiz ezan

Abdestsiz cenaze namazı

Kesimsiz kurban

... 

Böyle icatlarda bulunan "müslümanlar" bizi korkutuyor.

HERKESİN OTOMOBİLİ OLMAYABİLİR AMA HERKESİN FRENİ VE GERİ VİTESİ OLMALI

Fren yapmak, yolun gerisinden vazgeçmek anlamına gelmez. Zaten fren, durmak için değildir. Çoğu zaman yavaşlamak nadiren de durmak için kullanılır. Geri vites de mutlaka geriye gitmek ve şimdiye kadar geldiğin yolu tersine çevirmek değildir. Doğru yoldan taviz vermek değildir.

Ancak fren ve geri vites, hatalı yollara girenlere veya yola hatalı girenlere yeni bir imkan sunar, engellere ve zorluklara karşı manevra imkanı sağlar. Yeni bir başlangıca imkan verir.

Yoksa hep ileri vitese takıp sürekli gazda gidenler ve fren nedir, geri vites nedir bilmeyenler, bir gün ya bir yere toslar ya da uçurumdan yuvarlanırlar. Maazallâh!

Zaman zaman, acaba doğru yolda mıyım, diye kendine sorabilenler ve bu esnada bazen frene basabilen bazen geri vites yapabilenler doğru yoldadırlar.

Hani, bir an için durup düşünmek, denir ya. İşte o lazım. Durmak ve düşünmek. Durmadan yol alan, düşünmeden yol alır. Düşünmemenin sonu ise felakettir.

SPOR ORGANİZASYONUNA "İSLAMİ DAYANIŞMA OYUNLARI" İSMİNİN VERİLMESİ TARTIŞILIYOR

Öğrendiğimize göre bu organizasyon İslam İşbirliği Teşkilatına bağlı ülkeler arasında gerçekleşecek spor müsabakalarıyla ilgiliymiş. Ve geçmişte de bir kaç defa başka ülkelerde düzenlenmiş. Biz ilk defa duyduk.

Öteden beri dinî kavramları ve İslam kelimesini her şeye karıştırmanın ve tabiri caizse maydanoz etmenin yakışmadığını hatta dinî duyarlılığımıza zarar verdiğini düşünenlerdenim. Bir şeyin İsminin değil aslının İslami olması önemli. Yapılan işin dine uygun olması önemli.

Maalesef bazı zamane müslümanları kendi organizasyonlarına, kuruluşlarına, şirketlerine ve markalarına isim verirken dînî kavramları kullanmakta ısrarcı oluyorlar. Bunlar hiç yakışır işler değil. Böyle yaparak hem kendilerini hem de dinimizi tartışılır hale getiriyorlar.

Şimdi madem bir spor organizasyonunun adında "İslami" kelimesi kullanılmıştır, öyleyse bütün müslümanların bu oyunlarda İslami değerlere ne kadar dikkat edildiğini sorgulamak ve eleştirmek hakları vardır. İşte bu da önümüzdeki günlerde yine gündemde din konulu tartışmaların olacağını gösteriyor.
Birisi kuyuya taş atmış, diğerleri çıkarmakla mı uğraşacak?

Şiddeti önlemek için şiddet

Zaman zaman haberlere konu oluyor. Sokakta eşine şiddet uygulayan kocayı dövdüler. Tacizciyi dövdüler. Vs.

Sormak lazım. Ne zamandan beri yargısız infazlar makbul oldu? Velev ki, dövülen kişi suçlu olsun, onun cezasını vermek sokaktan geçenlere mi düşüyor? Şüpheliyi tutup polise teslim etmeleri gerekirken, kendi raconlarına göre hareket etmeleri, neyin göstergesi? Şiddeti önlemenin yolu bu mu?

Güya şiddeti önlemeye çalışan bu kişiler, esasında şiddetin âlâsını ve örgütlüsünü ortaya koyuyorlar. Maalesef haber kanalları da onların bu tavrını bir meziyetmiş gibi takdim ediyor. 

Zaten genellikle, sonradan bu tür olaylarda yanlışlık yapıldığı, gerçeğin çok farklı olduğu, dövülen kişinin esasında masum olduğu ortaya çıkıyor. Ama iş işten geçmiş oluyor ve bir sürü insan güya birilerini korumak adına, örgütlü ve haksız bir şiddet uygulamış oluyorlar. Bu hadiseler bize, ülkemizde şiddetin yakın zamanda azalmayacağını aksine güçlenmekte olduğunu gösteriyor.

Bir de şu var. Acaba, bir anlık öfkeyle topluca lince kalkışan bu kişiler gerçekten şiddete karşılar mı? Bunların aileleri ve çevreleri araştırılsa, kim bilir nasıl bir sonuç ortaya çıkar. Sokakta tanımadıkları kişilere bunu yapanlar evlerinde ve işyerlerinde teke tek ilişkilerde neler yapıyorlar kim bilir.

Bu ülkede hepimizin, haklarımızın ve yetkilerimizin sınırları konusunda ciddi bir eğitime ihtiyacı var. Hakkını ve yetkisini aşan, zulmeder.


Vaaz ve Vaiz

Acaba?

Peygamberimiz (s.a.s) şu günlerde ülkemizde yaşasaydı;

• Vaazlarında sürekli bağırır mıydı?

• Günah işleyen Müslümanları hep azarlar mıydı? Hakaret eder miydi onlara?

• “Bağırtkan suratlı” mı olurdu hep?

• Kavgacı bir tip mi olurdu?

• Konuşmalarında ve yazılarında kişileri veya kurumları hedef gösterir miydi?

• Günahkârlara karşı insanları kışkırtır mıydı?

• Birilerine hatalarını söylerken onları hep mahcup mu ederdi?

• Gözünde çöp olan birini uyarırken, illa ki parmağını o kişinin gözüne mi sokardı?

• Kaş yaparken göz çıkartır mıydı?

• Günahkârların kalplerini kazanmak mı için çalışırdı yoksa sürekli onları kızdırmak ve İslam’dan uzaklaştırmak için mi çalışırdı?

• Günah işleyeni dinden atar, hiç günah işlemeyen insanlar mı arardı?

• Cenneti sadece kendi tekelinde görür, kendinden başka herkesi cehennemlik mi sayardı?

• … ?

• Nasıl bir tebliğ metodu olurdu, O’nun?

Allah Teâlâ bizlere o güzel Nebinin ahlakını miras alan, merhameti kuşanan ve özellikle de Âl-i İmrân Sûresi’nin 159 . ayeti mucibince davranan vaizler ve âlimler nasip etsin.

KURBAN MI TİCARET Mİ?

Marketler gibi kuruluşların ticaret için kurban organizasyonu yapmalarını garipsememek lazım. Kurban malî bir ibadet olduğuna göre, kurbanlık alım-satımından ya da birtakım hizmetlerden dolayı birileri para kazanabilir.  Hayvan üreticileri de kazanabilir, satıcılar da kazanabilir, ücret karşılığında kesim ve dağıtım hizmeti yapan ticari kuruluşlar da kazanabilir. Bu gayet normal. Yeter ki işler şeffaf olsun ve kurbanlar usulüne uygun kesilsin.

Ancak normal olmayan bir şey var ki, o da yardım kuruluşu görünümünde olan bazı vakıf ve derneklerin, kurban üzerinden ticaret yapmaları. Kurbandan kazandıkları paraları, bilinmeyen yerlere aktarmaları.

Kimi kuruluşlar, yardım kuruluşu gibi değil, kar etmek isteyen ticari kuruluşlar gibi çalışıyorlar. Kurban mevsiminde kasalarını doldurdukları söyleniyor.

İlanlarına ve reklamlarına bakıldığında, topladıkları kurban paralarının tamamıyla kurban kestikleri, tüm paraları muhtaçlara ulaştırdıkları zannedilir. Ama gerçekten öyle mi? 30-40 dolarlık kurban hissesi için 100-120 dolar civarında para topladıkları belli. Bu ilave para nereye gidiyor? Kurban masrafları bu kadar tutar mı? Bu konuda neden kurban sahiplerine detaylı bilgi vermiyorlar?

Hakikaten, kurban için topladıkları paraların yarısı veya daha fazlası kasalarında kalıyor mu? Artan paraları ne yapıyorlar? Bu paralar, kurban sahiplerinin haberi olmadan, yurt içinde veya dışında bazı yerlere aktarılıyor olabilir mi? Kurban sahiplerinin duyduklarında şok olacakları yerlere aktarılıyor olabilir mi, bu kurban paraları? Din istismarcısı örgütler devrede olabilir mi kurban organizasyonlarında?

Ayrıca, temsilci bile göndermedikleri ülkelerde, güya oradaki yerel kuruluşlara kurban kestiren vakıf ve dernekler olduğunu duyuyoruz. Bu kurbanlar gerçekten kesiliyor mu? Kesilse bile, kedi kadar ya da kediden biraz büyük kuzulardan kurban kesildiği iddiası doğru mu? Kesilip kesilmediğini görmek için neden oralara yeterli sayıda kendi elemanlarını göndermiyorlar? Kurban kesiminin başında durmadan, sadece para göndermekle iş oluyor mu?

Velhasıl din istismarcılarına karşı uyanık olmak lazım.

İşini düzgün yapan yardım kuruluşlarının da, töhmetten kurtulmak için daha şeffaf olmaları lazım. Kurban sahiplerinden bir şeyler gizleyerek yürütülen işler, sakat işlerdir.

TÜZEL KİŞİLER Mİ İBADET EDER, GERÇEK KİŞİLER Mİ?

Son yıllarda artan kurban organizasyonları bağlamında bazı kafa karışıklıklarının yaşandığı oluyor. Bu konuda benim bir mülahazam şöyle:

Kurbanı insan keser, kurban insan adına kesilir ve kurbanın sahibi bir insan olur. Bir kurban da ancak bir kişinin kurbanı olur, birden fazla kişi biraraya gelip bir hisse kurban kesemezler.

Dolayısıyla vakıflar ve dernekler gibi kuruluşların kendilerine ait bir kurbanı olmaz, olamaz.

Zira kurban ibadettir. İbadet eden de insandır. İnsan olmayan tüzel kişilerin veya başka bir deyişle, gerçek kişi olmayan hükmi kişilerin ibadeti de olmaz, kurbanı da olmaz. Bir kuruluş adına kesilen kurban, ibadet değil sırf bir hayvan kesimidir.

"Kuruluşumuzun öz kaynaklarından, kuruluşumuz adına kurban kestik" demek anlamsızdır. Bu, kurban değildir, et dağıtımıdır.

Ancak bir kuruluşun görevlisi, başka bir insana vekaleten kurban kesiyorsa bu, o insanın kurbanı olur, böyle bir ibadet, vekalet veren bir "insanın" ibadeti sayılır. Bu durumda o kuruluşun görevlisi sadece bir aracıdır.

Bilmem yanlış mı düşünüyorum?

Fetvada "Arapça" sitelere itibar etmenin riski, Urduca ve Hintçe kaynakların önemi

Ülkemizde güncel bir meselenin dinî hükmünü araştıran araştırmacıların, Türkçe kaynaklar dışında, baktıkları en önemli yer web. Biraz Arapça bilen, webteki Arapça sitelerden fetva araştırmaya çalışıyor. Ve genellikle de karşısına çıkan ilk siteye yapışıyor. Fakat internetteki dinî yayınlarda hangi dinî anlayışların hakim olduğu hesaba katılıyor mu?
Belirtmek gerekir ki ülkemizde yaygın olan Hanefi geleneğinin bugünkü temsilcilerinin Arapça yayınları çok az. İnternetteki güncel Arapça fetvalar, genellikle yeni selefici yaklaşımları benimseyenlere ait.
Peki ülkemizdeki bir araştırmacı, Hanefî geleneğine uygun olarak üretilmiş güncel fetvalara ulaşmak isterse, Arapça sitelerden başka nerelerden yararlanabilir?
Alternatiflerden biri Pakistan ve Hindistan'daki müslüman alimlerin güncel fetvalarına bakmak. Çünkü buralar hâlâ Hanefî geleneğin güçlü olduğu yerlerden. Fakat ülkemizde olduğu gibi, oralardaki ilmi çalışmalar da genellikle Arapça değil, yerel dillerde kaleme alınıyor. Yani Urduca ve Hintçe.
Dolayısıyla günümüzde, Hanefi geleneğiyle uyumlu fetvalara ulaşmak isteyen araştırmacıların Urduca ve Hintçe bilmeleri veya hiç olmazsa çeviri programları vasıtasıyla bu dillerdeki fetvalara muttali olmaları ve internette bu dillerde araştırma yapmaları zaruret arz ediyor.
Aksi halde ülkemizde, gittikçe yeni selefici akımların etkisi artacaktır. Bu ise bizim kendi köklerimizden uzaklaşmamız ve başka dinî akımların peşinden sürüklenmemiz demek. Bu noktayı gözden kaçırmamak lazım.

Yatılı Kur'ân kurslarındaki çocuklar, arkalarında onları koruyan bir devlet olduğunu biliyorlar mı?

Bu çocukların, gerektiğinde o şehrin yetkililerine ulaşma imkanları var mı? Yoksa dört duvar arasına sıkışıp kalmış durumdalar mı?
Çocuklar, bir sıkıntı anında nereye ulaşacaklarını bilmiyorlarsa veya biliyorlar da ulaşma imkanından yoksunlarsa, rahatça telefon edemiyorlarsa, binada güvenlik kameraları düzgün çalışmıyorsa veya yetkililere ulaştıklarında kendileriyle ilgilenileceği hususunda bir güven eksikliği içindeyseler, orada ciddi kusurlu birileri var, demektir.
Son günlerde haberlere konu olan olaylar, çok üzücü ve çok çirkin. Bu tür ahlakı bozuk insanları önleyebilmek için önceden tedbirler almak, sistemi sağlam kurmak, şeffaf ve güvenli bir ortam oluşturmak gerekir. İlla ki bir olayın patlak vermesi şart değil.

BÜLBÜLE KAFES

Yarışma vardı, seçilecekti en güzel sesli
Bülbül birinci geldi, tıktılar onu kafese
Karga sonuncuydu, uçtu sonsuz özgürlüğe
O günden beridir pek garip bir âdet türedi
Dinler bülbülün konserini yalnız birkaç kişi
Lâkin âlemi esir alır karga korosunun sesi

(21 Nisan 2022)

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

 1. Ülkemizdeki zekât potansiyeline dikkat çeken bazıları, şu kadar milyar dolar büyüklükten bahsediyor ve bunun yönetilmesi için devlete ait bir zekât kurumu kurulmasını arzu ediyorlarmış. Bu kurum zekâtı toplasın, bununla yatırımlar yapsın ve ülke ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunsun, diyorlarmış.

Baştan belirteyim ki bu fikri sağlıklı bulmuyorum. Bu yolla fakirin hakkına tahakküm etmenin çaresi aranıyormuş gibi geliyor bana. Zekâtları fakirlerin inisiyatifine bırakmama gayreti bu. Hâlbuki zekât malının nerde ve nasıl kullanılacağı, sadece onu alan fakirin karar vereceği bir şey. Başkaları niye bu konuya iştah kabartıyor? Zekât malında fakirin sözü geçmeyecekse, verilen şey zekât olur mu?

Zekât verenler veya onların vekilleri, mal üzerindeki mülkiyet ve menfaat ilişkilerini bütünüyle kesmiyorlarsa hâlâ bunda tasarruf ediyorlarsa, verdikleri şey zekât olmaz. Zekât malı bir an önce yerine ulaştırılmalı, üzerinde bir müddet daha tahakküm etmek için dolambaçlı yollara girilmemeli.

Hem ülke ekonomisini kalkındırmak, zekâtın görevi değil ki. O başka bir iş. Zekât, zenginle fakir arasında köprü kurar. Ve zekât sadece gerçek kişilere verilir. İnsanla insan arasında bir ilişkidir zekât. Bu, laik devlette böyle olduğu gibi tarihteki İslam devletlerinde de genel olarak böyle olmuştur. Aşağıda değineceğiz buna. Şu da var: Laik bir devlette kurulacak böyle bir zekât kurumunun zekât malında tahakküm etmesine din izin veriyor mu? Ya da şöyle soralım: Dinin haberi var mı bu işten?

2. Zekâta abartılı anlamlar yüklememek lazım. Ne yazık ki, bazıları, bütün zenginler zekât verse toplumda fakir kalmaz, diyorlar. Diyorlar ama bu cümle bana biraz abartılı gibi geliyor. Çünkü zekât, genel olarak, kırkta bir veriliyor. Yani %2.5. Bununla bir ülkedeki fakirlik ve muhtaçlık sorunu biter mi, emin değilim.

Fakirliğin bitmesi için daha fazlasına ihtiyaç var. Zekât sadece bir başlangıç, ilk basamak. Yapılacak hayır hasenatın asgari sınırıdır bu. Müslümanın, bu basamaktan yukarı doğru çıkması lazım. Daha başka infaklarla, hayır ve hasenatla hem fakirleri gözetmeli hem de başka hayır işlerine destek olmalı.

3. Bazı fakirleri daimi olarak gözetmek için ve ayrıca diğer hayır işlerini yürütmek için sürekliliği olan yardım müesseselerine ihtiyaç duyulduğu doğrudur. Zira toplumda sürekli yardıma muhtaç kimseler; müzmin hastalar, yaşlılar, engelliler, mülteciler ve muhacirler gibi kesimler hep var olacaktır. Fakirler dışındaki birçok hayır işi de sürekli finanse edilmeyi beklemektedir. Duyulan ihtiyaç bellidir ama bu müessese, zekâtla değil başka bağışlarla kurulmalıdır.

Zekât, bir çırpıda verilen, belli yerlerde bekletilmemesi ve hemen yerine ulaştırılması gereken ve aynı zenginin tekrar zekât verip vermeyeceği garanti edilemeyen, yani bir nevi kesintili bir yardım çeşidi. Buna bel bağlanarak uzun vadeli bir işe girişilemez. Yani, yardım kurumunun sürekliliği zekâtla sağlanamaz.

Ayrıca devlete ait bir zekât kurumu kurmak ve işletmek o kadar kolay bir iş değil. Tarihe baktığımız zaman Hz. Osman (r.a.) zamanından beri, şöyle dört başı mamur bir zekât kurumu neredeyse hiç olmamış. Yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlı devleti bile zekât toplayıp dağıtacak bir müessese kurmamış, kuramamış. Neden? Çünkü zekât çok hassas bir ibadet. Toplamasında ayrı bir hassasiyet dağıtmasında ayrı bir hassasiyet... her adımında ayrı bir hassasiyet gerekiyor. Hele bir de günümüzdeki kurumsallığın getirdiği resmiyet oluşursa, o soğuk yüz, zekât gibi bir ibadete pek yakışacak gibi gözükmüyor.

4. Zekât kurumunun bir riski de şudur: Günümüzde ve ülkemiz koşullarında yardım toplayanların kurumsal hataları hakkında bir şayia çıktığında, insanların yardım yapma duyguları da baltalanıyor, onarmak çok zor oluyor. İşin bir tarafında, insan denen varlıkla para arasındaki o malum "duygusal" ilişkinin bulunduğunu hiç unutmamak lazım. Bu duygusallık şimdiye kadar nice vakıfları ve dernekleri batırdı. Nice samimi gayretleri mahcubiyetle sonlandırdı. Şayet adı zekâtla özdeşleşen bir kurum ortaya çıkar ve sonra da o kurumdan değişik kokular gelmeye başlarsa çok yazık olur. Bunun toplumdaki dinî duygular üzerinde meydana getireceği tahribat, bugün zekât vermeyen zenginlerin bireysel hatalarından kaynaklanan tahribattan çok daha ağır ve uzun süreli olur. Çok riskli bir iş.

Belki de bu hassasiyetlerden dolayı Hz. Osman (r.a.) bile altınların, gümüşlerin, paraların ve ticaret mallarının (emvâl-i bâtıne) zekâtını vermeyi kişilerin kendi inisiyatifine bıraktı. Bunların zekâtını siz kendiniz verin, benim zekât memurlarım sadece öşürü ve sâime hayvanların zekâtını sizden toplayacak dedi. Sonraki süreçte Irak, İran, Orta Asya ve Anadolu gibi yerlerde bütün topraklar devlete ait sayılınca, başka bir ifadeyle, öşür arazisi sayılmayınca, öşür toplama durumu da ortadan kalktı. Böylece zekât neredeyse bütünüyle bireysel bir ibadet haline geldi.

Tarihte zekat toplayan kimi yerel yönetimlerin keyfi uygulamaları ve zekat ahkamına pek riayet etmemeleri, devlete verilmesi durumunda, zekatın geçerli olup olmadığı hususunun uzun fıkhi tartışmalara konu olmasına neden oldu. Bu gibi nedenlerle devletler, zekat gibi hassas bir meseleyi pek üstlenmek istemediler. Vergilerini tıkır tıkır topladılar ama genellikle zekâta karışan olmadı. (Selahaddîn-i Eyyûbî gibi yöneticilerin sınırlı süredeki lokal uygulamaları hariç.)

5. Bu topraklarda bin yıldan beri, zekât kurumu bulunmadığına göre, kurumsal zekât uygulaması bakımından yararlanacağımız bir örnek yoktur. Gerçi  zamanımızda başka ülkelerde zekâtın devlet eliyle toplanmasına ilişkin örnekler vardır. Fakat bunların ne kadar sağlıklı işlediği bir tarafa, farklı dinî anlayışların, sosyal olguların ve farklı siyasi yapıların hakim olduğu bu coğrafyalardan ülkemize “ithal” edilecek bir zekât kurumunun, bizim dinî anlayışımızla ve sosyal dokumuzla ne kadar uyuşacağı da büyük bir sorundur.

6. Süreklilik arz eden bir yardım kurumunun kurulması arzu ediliyorsa ve bununla hem muhtaçların ihtiyaçları giderilsin hem de başka hayır işleri daimi olarak finanse edilsin isteniyorsa, bunun örneği geleneğimizde var: “Vakıf müessesesi".

Vakıf müessesini işleterek hem fakirlere yardım edebilirsiniz hem borç isteyene borç verebilirsiniz hem de cami, Kur'an kursu, okul, köprü… yapabilir ve yaşatabilirsiniz. Ama bunların çoğunu zekâtla yapamazsınız. Zaten Müslümanların yapacağı hayırlar sadece zekâttan ibaret değil ki. Niye her konuda sadece zekât akla geliyor?

İsteyenler Osmanlı’da güzel örneklerini gördüğümüz bu vakıf medeniyetini devam ettirebilir ve geliştirebilirler. Ama zekât bireysel kalmaya devam etmelidir. İsteyen kişiler, kendileri veya vekilleri aracığıyla zekâtı fakirlere ulaştırırlar. Bazı dernekler ve kuruluşlar da vekâlet yoluyla kişilerin zekâtını fakirlere ulaştırabilirler. Ancak onların yetkisi de vekâletle sınırlıdır. Bu tür bir aracılık yapmaları, zekât kurumu oldukları anlamına gelmez. Zekâtı bekletemezler, zekât malını yatırımda değerlendiremezler, zekâtla bina ve fabrika gibi şeyler inşa edemezler, zekât malından kesinti yapamazlar ve masraflarını zekâttan karşılayamazlar.

Velhasıl, zamanımızda zekât toplama ve dağıtma işine kurumlar ve devletler pek karışmamalı. İbadet, kul ile Allah (c.c) arasında. Hele hele laik bir devlette, bu iş kişilerin vicdani bir meselesi olarak kalmalı. Yoksa kaş yaparken göz çıkartma durumu ortaya çıkabilir. Zekâtı bulandırmamak lazım.

Allahü a'lâ ve a'lem.


Benzer Yazılar:

Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)

Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu

FAKİRİN HAKKI

ZEKAT KONUSUNDA "ÂMİLİN" SINIFI KİMLERDİR?

YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?




YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞLERİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?

Bir postacı ve kargocu, başka bir adrese teslim etmek üzere vatandaştan aldığı bir gönderiyi açıp içindekini satabilir mi, paraya çevirebilir mi? Bununla biraz yatırım yapayım, bankaya yatırayım da değerlensin, sonra adrese teslim ederim, diyebilir mi? Böyle yaptığında ne kadar saçma olur, değil mi? Yetkisini aşmış ve güveni kötüye kullanmış olur.

İşte ülkemizde, muhtaçlara ulaştırmak üzere zekat toplayan yardım kuruluşları da, dinen, bir postacı ve kargocu gibidirler. Onlar, topladıkları zekatların maliki ve sahibi değildirler. Sadece o paraları yerine ulaştırma hizmeti verirler. Vatandaş onlara zekat bağışlamıyor, zekatı onlara temlik etmiyor. Zekatımı fakirlere ulaştır, diye onları aracı kılıyor. Para vatandaşındır, vakfın ve derneğin değil. Para ne zaman fakirin eline ulaşırsa, ne zaman fakire temlik edilirse o zaman zekat ödenmiş olur. Ve fakirin eline ne kadar para geçtiyse zekat odur. Fakire ulaşıncaya kadar geçen süreçte zekattan eksilme olmuşsa, zekat tam ödenmiş olmaz. Bu durumda, böyle bir kuruluş aracılığıyla zekatını veren kişi, zekat borcundan kurtulamaz. Dolayısıyla yardım kuruluşları, zekat parasını yatırımda değerlendiremez, bununla ticaret yapamaz, bina-fabrika kuramazlar.

Zekat paraları, bunları toplayan vakıf ve derneklerin bir gelir kalemi değildir. Sadece adresine ulaştırılacak birer emanettir.

Bu kuruluşlar, para yatıran vatandaşın vekili durumundadırlar. Para sahipleri, bu kuruluşlara hangi konuda ve ne kadar izin verdiyse ancak o kadar hareket edebilirler. Bunun dışında atacakları her adım için, para sahiplerinin izinlerini almaları gerekir. Hatta zekatları, söz verdikleri şekilde yerine ulaştıramazlarsa veya kendi hataları nedeniyle batırırlarsa, topladıkları paraları iade veya tazmin etmeleri gerekir. 

Velhasıl, zekat sorumluluğu, elde kor ateş tutmak gibidir. Gereğinden fazla elde bekletmeye gelmez. Onu hemen elden çıkarmak ve fakirlere ulaştırmak gerekir. 

Allahu a'lâ ve a'lem.


İLGİLİ YAZILAR:

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?





ORUÇ TUT, STRESİ KONTROL ET

Zamanımızda orucun en büyük düşmanı STRES. Birkaç dakikalık stres, gün boyu açlıktan daha çok zarar veriyor.
Stresi kontrol etmek çok önemli. Zira orucun sevabı buna bağlı. Sataşanlar olursa "ben oruçluyum" deyip onlardan uzaklaşmak, Peygamberimizin tavsiyesi.
Hele hele şehirlerde iftar saatine yakın trafikteyse insan, sıkışıklığı görmemeli, çalan kornaları duymamalı, aniden önüne kıranlara ve tehlikeli hareket yapanlara ağzını açmamalı. Açsa da güzel konuşmalı.
Oruçlunun ağzına ancak güzel şeyler yakışır; Allah demek yakışır, salavat getirmek yakışır, haline şükretmek yakışır.
Böyle böyle sabredeceğiz ve ramazanın sonuna kadar pişip olgunlaşacağız inşaallah.

BÜYÜK CESARET !

Dinî konularda görevlerimizi eksiksiz yapıyoruz, diyebilmek çok zor. Elimizdeki paranın sadakasını ve zekatını hakkıyla ödeyebiliyor muyuz, diye sorsak kendimize. Buna evet demek kolay mı? Hele hele zamanımız müslümanlarının mal ile imtihanında işler biraz karışık.
Ancak öyle kardeşlerimiz var ki, kendi sadakaları ve zekatları bir yana, bunlardan başka, binlerce kişinin sadakasının ve zekatının sorumluluğunu üstleniyorlar. Fakirlere ulaştıracaklarını söyleyip binlerce kişiden para topluyorlar. Vakıflar, dernekler... kuruyorlar.
Gerçekten çok büyük cesaret! Umarım sadakaları ve zekatları hakkıyla yerine getiriyorlardır. Benim hiç cesaret edemeyeceğim işler bunlar.
 
Sözün burasında, eskilerin uydurduğu bir hikaye aklıma geliyor:
Zengin bir adam, ölümden ve özellikle de kabirdeki sorgu sual esnasında yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. Demiş ki, “Ben öldükten sonra, ilk gece kim mezarda bana eşlik ederse ve sabaha kadar benimle kalırsa, geride kalan malımın yarısı onun olsun, vasiyet ediyorum.”
Bu zengin birgün ölmüş. İlk gece mezarda onunla kim kalacak, diye araştırmışlar. Hiç kimse cesaret edememiş. Nihayet hamallık yaparak geçinen biri, bu işe razı olmuş ve “zaten benim bir ipten başka bir şeyim yok. Mezara girersem bir şey kaybetmem. Sabaha zengin olurum” demiş.
Mezara girdikten sonra sorgu melekleri gelmiş. Bakmışlar, mezarda bir ölü, bir de diri var. Demişler ki, bu ölü nasıl olsa bizim elimizde, diriyi kaçırmadan, önce ondan başlayalım sorgu suale. Ve başlamışlar hamalı sorgulamaya. "O ip senin mi değil mi? Kimden aldın? Kaç liraya aldın? Nasıl aldın? Niye aldın? Nerde kullandın? Bununla kimlerin malını taşıdın? Taşırken kime çarptın? Kaç kişinin malını düşürdün? ... "
Sorgu sual sabaha kadar sürmüş. Hamal kan ter içinde kalmış. Sabah olunca mezardan çıkmış. Çıkınca herkes alkışlamış ve "zengin oldun", demişler. "Mirasın yarısı senin."
Hamal ise "Aman aman! İstemem, kalsın", demiş. "Sabaha kadar bir ipin bile hesabını veremedim ben. Koca bir servetin hesabını nasıl veririm?”
Bu elbette uydurma bir hikaye. Gerçek sorgu sual ise şüphesiz bundan çok daha çetindir.

İnşaallah, halktan para toplayarak faaliyet yapan vakıf ve derneklerin çalışanları, işin ciddiyetinin farkındadır.

ZEKATI ZENGİNLER VERMELİ, FAKİRLER ve BORÇLULAR DEĞİL

Günümüzde bazıları, zekat konusunda yeni şeyler söylüyorlar. Genellikle de bu söylenenler, zekat verenlerin sayısını arttırma ve herkese zekat verdirme mantığı üzerine kurulu.
Evet, zekat fıkhı her devirde güncellenmeli. Zira her dönemin mal anlayışı ve ticaret usulleri hatta yaşam koşulları değişiyorsa hükümler de değişir. İlke olarak buna itiraz olmaz. Şahsen günümüzde ilahiyatçıların, dinin füru alanında yeterince çalışma yapmadıklarından ben de sürekli yakınmaktayım. Zekat konusu da en çok ihmal edilen alanlardan biri. Ortaya konan bazı "cesur" görüşler ise genellikle bütünü görmekten uzak kalıyor.
Örneğin bugün ülkemizde, şirketlerin ve holdinglerin mallarını, gelir-gider kalemlerini, muhasebe dilini bilen ve profesyonel zekat muhasebesi yapabilecek kaç ilahiyatçımız var? Maalesef, teoriden ileriye pek gidilemiyor. Zekat fıkhını güncelleme konusunda gösterilen gayretin, zekat toplama konusunda gösterilen gayret kadar olamadığını görüyoruz.
Bu mülahazadan sonra belirtmek isterim ki, fıkhî hükümlerdeki "güncellemeler" olabildiğince objektif değerlendirmelerden yola çıkarak yapılmalı ve sistemli bir teoriye dayanmalı. Parçacı yaklaşımlar, bir yanı yaparken diğer yanı yıkıyor.
Örneğin büyük bir holding patronunun lüks yaşamına bakarak ticari borçları zekattan muaf tutmayalım demeden önce, işleri iyi gitmeyen ve piyasaya yüzbinlerce lira borçlanarak kepenk kapatan ve yanındaki işçileriyle birlikte işsiz kalan bir esnafı da gözetmek gerekir. İflas etmiş bu kişinin borç dağlarını görmeyip sadece kenarda duran nisap miktarı malını görmek ve onu zekat vermeye mecbur etmek de vicdanları sızlatmaz mı? Bu kişi yanında para biriktirmese, borçlarını nasıl ödeyecek ve evine ekmek götürmek için yeniden nasıl iş kuracak?
Yine, günümüzde borçlar yüzünden gerçekleşen icraların ve hacizlerin ne kadar merhametli (!) olduğunu bilmeyen mi var? Güya taksitlendirilerek uzun yıllarda ödenecek bir borcun bile taksitlerini iki veya üç kez üst üste aksatınca tüm borç peşin haline geliyor ve kişi borçla aldığı evini, arabasını ya da işyerini haciz yoluyla kaybetme tehlikesi yaşıyor. Borcu yüzünden intiharı düşünenin halini kim anlayacak?
Biliyoruz ki, Allah (cc) Kur'an'da borçluyu, zekat alacak kişiler arasında sayıyor, zekat verecekler arasında saymıyor.
Bu konuda Hanefi gelenekte de yerleşmiş bir ictihad var: Kişi, üzerindeki tüm kul hakkı borçları için para ayırdıktan sonra geriye parası kalırsa, bu kalandan zekat vermesi gerekiyor. Aksi halde borçlu kişi, zekat vermiyor. Kanaatimce, bugün de bu ictihad geçerli olmalı. Vadesi ne olursa olsun, borcu için para ayırdığında geride nisap miktarı malı kalmayan kişi, zengin değildir. Zira onun geleceği, borç kıskacı altında olacaktır.
Mesela, müşterilerinden birkaç milyon TL ön ödeme alıp onlara bir-iki sene sonra, bir bina teslim etmeyi taahhüt eden bir müteahhidi veya bir bilgisayar yazılımı teslim etmeyi taahhüt eden bir yazılım firmasını düşünelim. Görünüşte elinde çok para vardır. Ancak paranın çoğunu, ileride teslim etmeyi taahhüt ettiği o binayı yapmak için veya o yazılımı hazırlamak için harcayacaktır. Yani aslında elinde olan paranın hepsi kendisinin değildir. Başkasına borcu vardır. Bu kişi borcu için harcayacağını kenara ayırır ve sadece geride kalan kendi parasının zekatını verir. Aksi halde kendine ait olmayan paranın zekatını vermiş olacaktır. Bir de ekonomik göstergeler iyi gitmezse taahhüt ettiğini yerine getirememe riski de vardır. İflas eden nice müteahhitler olmaktadır.
Bugün bazı sözde fetvacılar, herkes zekat versin diye o kadar ileri gidiyorlar ki, borçluya zekat verdirdikleri gibi, mesken olarak kullanılan evden de zekat verilmeli diyorlar. Kişinin oturduğu evden dolayı zekat vermesi gerektiğini söylersek bu hüküm toplumda kimlere zarar verir, hiç düşünülüyor mu? Dullar, yetimler gibi kesimlerin de bir kısmı eve sahip ama bir kısmının, nafakalarını temin edecek yeterli gelirleri yok. Hem böyle bir fetva, kullanılan eşyadan (evden, binekten...) zekat gerekmediğini bildiren hadis-i şeriflere de aykırı olmaz mı?
Ölçüyü düzgün belirlemezsek, zenginlere zekat verdireyim derken fakirleri de zekat vermeye mecbur etmiş oluruz.
Evet, zekat konusunda yeni fıkhî ölçüler geliştirmeliyiz. Ama bunlar birkaç münferit hadise ve duygusal tepki çerçevesine bağlı kalamaz. Tutarlı ve mümkün olduğunca nesnel bir sistem geliştirmek durumundayız.
Bu alanda biraz daha temkinli ama çok daha gayretli olmak elzemdir diye düşünüyorum.


Zekatımı ve fitremi başka şehirlere ya da başka ülkelere gönderebilir miyim?


Göndermek istersen gönderebilirsin. Ama önce biraz DUR! Gel beraber bir düşünelim.
Parayı hangi çevrede kazandıysan, zekatını ve sadakanı da orada dağıtman daha hakkaniyetli olmaz mı?
Çünkü burada iş yaptın, buradaki insanlarla alışveriş yaparak kazandın. İş arkadaşların, müşterilerin, işçin, işverenin... burada. Evinin yapımında, aracının bakımında, yolunun inşasında... buranın insanlarının katkısı var. Kazanırken istifade ettiğin tüm kamu hizmetleri, buradaki insanların vergileriyle sağlandı. Senin ve işyerinin güvenliğini sağlayan bu çevredir. İyi-kötü bugünlere gelmende bu çevre etkili oldu.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı bir ülkede yaşasaydın, belki de hiç kazanamayacaktın. Bu güvenli ortam, buradaki insanların yaşam biçimi ve sosyal ortamı sayesinde meydana geldi.
Mallarını biriktirirken buranın insanlarının gözü önünde biriktirdin. Göz hakkı diye bir şey varsa, işte o, tam da buraya yakışırdı.
Velhasıl, senin malında buranın insanının hakkı var. Akrabanın, komşunun, dostlarının, hemşehrilerinin, milletinin hakkı var. Buranın fakirlerinin hakkı var.
Başka yerlere de yardım gönder, lakin, iyi bir hesap yap da, dışarıya gönderdiğinin birkaç katını kendi çevrene dağıt. Böylesi daha iyi olmaz mı?


ZEKÂT FAKİRİN HAKKI, KURUMLARIN, KURSLARIN... DEĞİL

Şu sorulara bir bakalım:

  1. Okula zekat verilir mi?
  2. Üniversiteye zekat verilir mi? 
  3. Camiye zekat verilir mi?
  4. Çeşmeye zekat verilir mi?
  5. Su kuyusuna zekat verilir mi?
  6. Kur'an kursuna zekat verilir mi?
  7. Dershaneye zekat verilir mi?
  8. Gazeteye zekat verilir mi?
  9. Dergiye zekat verilir mi?
  10. Cemaatin TV'sine zekat verilebilir mi?
  11. ...?

İlk bakışta bu sorular normal ve sıradan gibi duruyor. 

Fakat iyi bakılırsa görülecektir ki, bu sorularda her şey var ama fakir yok, muhtaç yok. Kısacası "insan" yok.

Bütün bu soruların arkasında, maalesef, görünmeyen bir fikir var ki o da şu: Zekatı insana vermeyelim. Acaba biz nasıl ederiz de zekatı başka yerlere, adımızı yazdırabileceğimiz ve biraz reklam yapabileceğimiz yerlere verebiliriz, inşaata ve betona nasıl gömebiliriz, ya da bu zekatı kendi grubumuzun ve cemaatimizin çıkarları için nasıl kullanabiliriz (!)

Maalesef, bu heves, zekatın anlamını doğru kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Zekatın fakirin hakkı olduğu gerçeği bir türlü kabullenilmiyor. "Onların mallarında isteyen veya isteyemeyen fakir için belli bir hak vardır" ayeti ve benzeri ayetler hatırlanmıyor.

İşte ulemamız, bu tip bahanelerle zekat kavramının içi boşaltılmasın diye, zekat malının temlik edilmiş olmasını yani fakir olan gerçek kişilerin mülkiyetine geçirilmesini şart görmüşlerdir. Temlikin olduğu yerde insan vardır. İnsanın olmadığı yerde ise betona ve toprağa para gömmekle temlik gerçekleşmiş olmaz. Kamuya açık alana yapılan su kuyusu hiç bir fakirin mülkiyetine geçmiyor. Cami ve okul, hiçbir fakirin malı haline gelmiyor. Böyle işlerde zekat malı, fakire temlik edilmiş olmuyor.

Para belli bir fakire teslim edilmedikçe, Kur'an kursunun binasına harcamakla veya kursta yemek çıkarmakla da temlik olmaz. O kurslarda fakirler haricinde kimlere ve hangi zenginlere ne gibi yemekler yedirildiği konusunu şimdilik bir tarafa bırakalım, velev ki kursta yemek yiyenlerin hepsi fakir olsun, bir fakirin önüne yemek tabağı koymakla da temlik gerçekleşmiş olmaz. Bu hareket, ister ye ister yeme, demektir. Tabak benim, yemezsen geri alırım, çöpe dökebilirim, demektir. Nitekim bu tür kurs ve yurtlarda genellikle öğrencinin, yemekhane dışına yemek çıkarması bile yasaktır. Burada temlik yok, ibâha vardır. Temlikte ise, malı tamamen fakire teslim edersin,  sonra da artık ona hiç karışmazsın. Fakir onu nasıl kullanırsa kullanır. Teslim ettiğin andan itibaren o malda senin yetkin biter.

Ayrıca hem öğrencilerden, en azından kısmi olarak kurs aidatı almak ve o aidat karşılığında öğrenciye yemek çıkarmak zorunda olmak hem de o yemeği zekata saymak da olacak iş değil. Karşılığında bir şey almışsan, verdiğin şeyi zekata sayamazsın.

Bu nedenle işçi çalıştıran bir patron, verdiği maaşı zekata sayamaz. Çünkü o maaş karşılığında işçinin emeğini satın almıştır. Zekat, karşılıksız verilir. Karşılığında bir para veya bir hizmet alıyorsan, verdiğin şey, zekat değildir. O malın veya hizmetin bedelidir. 

Kurslarda veya adında İslam kelimesi bulunan bir eğitim kurumunda, ders veren hocaların ders ücretleri zekat parasından ödenemez. Çünkü o hocalarla yapılan sözleşme gereği zaten maaş verilmesi gerekir. Çalıştırma karşılığında verilen para zekat değil maaş olur. Zekat karşılığında kimse çalıştırılamaz.

Peki efendim, eski alimlerden hiç yok mu, yukarıdaki yerlere fi sebilillâh kapsamında zekat verilebilir, diyen? Olabilir. Ancak bu tür görüşler gelenekte hakim olmamış, yaygınlaşmamış, bunların istismara açık olduğu daha o günlerde anlaşılmıştır. Fakat ne zaman ki geleneğimizin yüzyıllar içinde kazandığı birikim ve tecrübe hor görülmüş ve terkedilmiştir, işte o boşluktan din istismarcısı örgütler yararlanmıştır. Bunlar, aman zekat malı fakire gitmesin de bize gelsin, diye bütün köşe başlarını tutmuşlar ve zekat malıyla kendi gruplarını güçlendirip zekat mallarını müslümanlar aleyhine hain projelerde kullanmışlardır.

Bırakalım zekatlar fakirlere gitsin, muhtaçlara gitsin.

Köşe başlarını tutanlara ve fakirlere giden yolları kesenlere prim vermeyelim.

Zekat, fakir ile zengini buluşturur. Gönül köprüleri kurar. Gönlün halini yine bir gönül anlar. İnşaatlar ve betonlar insanların halini anlayamaz.

Bir de şu var, müslümanın yapması gereken hayırlar sadece zekattan mı ibarettir ki, her şeyi zekata saymaya çalışıyoruz. Neden ecdadı örnek alıp da zekat dışında da hayırlar yapmaya, yeni bir vakıf medeniyeti kurmaya çalışmıyoruz? Ecdad bir çok hayrı vakıf müessesleriyle gerçekleştirdi. Vakıf malları içinde ise zekat malı yoktur.

Zekat, müslümanın vermesi gereken en asgari sadaka miktarıdır. Zekat vermeye alışan müslüman olgunlaşır, cömertliği artar ve daha sonra gönüllü olarak zekat dışında da daha nice hayırlar yapar. İşte biz o ilave hayırları yapmaya da talip olalım.





Dünyaya geldik, gidiyoruz. Şeytanın fısıldadığı mazeretlere kanmamalı insan.


"Dinde zorlama yoktur." cümlesi ne anlama geliyor ve hangi durumlarla ilgilidir? Bu sorunun cevabını şimdilik bir tarafa bırakalım.

Unutulmaması gereken bir husus şudur ki, zorlama olmaması gereken bir yerde, birisi haksız yere zorlama yapıyorsa, bu onun günahıdır. Kendi yanlışı ve kusurudur. Günahının ve kabalığının hesabını Allah (c.c.) ona sorar. Fakat bu durum, zorlanan kişinin, dinden uzaklaşması için Allah katında geçerli ve "haklı" bir mazeret olabilir mi? Zorlamaya karşı, inadına tepki vererek dinden ve ibadetten daha da uzaklaşan kişinin dinî mesuliyeti yok mudur?

Yanlış yapanlara bakıp da yanlışa düşülür mü? Kullara kızıp Yaradan'a isyan edilir mi? İnsan, kendisine verilen aklı ve diğer kabiliyetleri yerinde kullanma bakımından Allah'a karşı sorumludur. Eller ne yaparsa yapsın, herkes kendi hesabını kendisi verecektir.
Tabi ki bu hesap, âkil ve bâliğ olanlar içindir. Aklı olmayanın dinî sorumluluğu da yoktur.
Allâhü a'lâ ve a'lem.