DEVLETTEN BİR CEMAATE İMTİYAZ SAĞLAMASINI İSTEMEK DOĞRU MU?

Yakın zamanda bir gazetenin, manşet üstünde, bizim grubun kitaplarını korumak devletin vazifesidir, anlamında bir yazıya yer vermesi, ülkemizdeki birlik-beraberlik ve birarada yaşama kültürü açısından soru işaretlerine yol açtı. İlginçtir o yazıda, belli bir dinî grubun kitaplarının devletçe himaye edilmesi gerektiğinden söz edilirken, diğer dinî grupların kitaplarından hiç bahsedilmiyor, onlar için aynı şey talep edilmiyor. Böylece geçmişte örneğini acı bir şekilde tecrübe ettiğimiz, belli bir grubun devleti ele geçirme niyeti ve teşebbüsünün sonuçları bir kez daha hatırlanıyor ve tedirginliğe neden oluyor.

Yazının bir yerinde, İslam'la ilgili işlerin, dolayısıyla din kurumunun siyaset üstü olması gerektiği de söyleniyor. Aslında bu yaklaşımla hareket edilse, aynı devlet kurumunun, dinî gruplar konusunda da cemaatler üstü ve tarafsız olmasına değinilmesi beklenirdi. Fakat yazıda böyle bir yaklaşım hiç bulunmuyor. Aksine o yazı, diğer cemaatlerin değil sırf bir cemaatin devlet tarafından himaye edilmesi gerektiğine odaklanmış gözüküyor.

Ayrıca devletin, bazı dinî gruplara imtiyaz sağlayarak sırf bunlara ve kitaplarına destek vermesi durumunda bunun nelere yol açacağı, cemaatler arasında güç çekişmesine neden olup neticede cemaat kavgalarının ülkemizde toplumsal bir kaos meydana getirip getirmeyeceği gibi hususlar hesaba katılmıyor.

Fırka taasssubu söz konusu olduğunda aynı cemaatin bile farklı farklı gruplara ayrılabildiği, nice grupların öteden beri birbirleriyle mücadele ettikleri, sırf kendilerini yüceltip tefrikaya yol açtıkları malumdur. Bunlardan habersizmiş gibi davranılabilir mi? Kaldı ki, ükemizdeki dinî grupların yayınlarında İslam'ın ne kadar doğru anlatıldığı, menkıbe, rüya, cifir, hurafe ve bid'atlardan kurtulup sahih bir din bilgisine ulaşıp ulaşamadıkları ve bu kitapların kucaklayıcı mı yoksa ötekileştirici mi olduğu hususları da ayrıca konuşulması gereken hususlar. Bunların kitaplarını devlet nasıl bassın.

Bu haliyle söz konusu gazete yazısı, kendini sırf bir grubun amaçlarına hizmet etmek üzere konumlandırmış, ilmilik ve objektiflikten uzaklaşmış bir görüntü veriyor.

Oysa ki, devlet kurumları tüm cemaatlerin ve fırkaların üstünde bir anlayışla hizmet ederler. Hiç bir grubun tekeline giremezler. Cemaatler üstüdürler. Hiçbir gruba imtiyaz sağlamazlar.

Öte yandan hangi kurumda olursa olsun devletten maaş alanlar, bütün topluma hizmet etmek için o maaşı alırlar. Görevlerini yaparken ayrımcılık yapıp sırf bir gruba/cemaate hizmet ederlerse ve mesailerini bir gruba tahsis ederlerse aldıkları maaş helal olur mu? Böyle bir yerde paralel oluşumlar ortaya çıkmaz mı?

Her bir memur, görev yerine geldiği her bir gün üzerindeki bütün ideoloji, siyaset, cemaat ve kulüp gömleklerini çıkartıp kapı dışında bırakarak, devlete hizmet etmeyi bu gibi yapılara hizmetten öncelikli görmelidir ki, vazifesini tam yapmış olsun. Aksi halde, devletimizi içten tehdit eden paralel yapılar sona ermez.

Kısacası, ülkemizdeki devlet kurumlarının vazifesi fırkalara hizmet etmek ve bunlardan bazılarına imtiyaz sağlamak değil onları denetlemek, yoldan çıkanı uyarmak ve yeni fetö'lerin ortaya çıkmasını engellemektir. Bunun aksine taleplerde bulunmak doğru değildir ve olumsuz neticelere yol açacak durumdadır.

Allahu a'lâ ve a'lem.




PEYGAMBER VARİSLERİ

Son zamanlarda bu kavramı çokça duyar olduk. Bazı konuşmalarda hiç olmadık biçimde gündeme getiriliyor. Hani önümüzde, örnek alabileceğimiz gayet takvalı ve salih kimseler olsa da, onlara peygamber varisi denilse, neyse. Ama öyle değil.

Tam aksine, iyi bir örnek olamayan, söyledikleriyle müslümanları zor durumda bırakan, temsil noktasında utandıracak işler yapan, yaptıklarıyla dedikleri birbirini tutmayan ve fakat sesi çok çıkan bazı kimseler, bu kavramı kendilerine işaret edecek şekilde hoyratça kullanıyorlar. Özgüvenleri ve egoları tavan yapmış. Bu sıfatın arkasına sığınarak, kendilerine saygı gösterilmesini, hatalarının sevap, mal mülk sevdaları ile şan ve şöhret hırslarının masum görülmesini imâ ediyorlar. Mübarek olarak anılmak istiyor ve adeta kendilerinin peygamber gibi günahsız olduklarını ihsas ettiriyorlar. Ne büyük cüret ve ne büyük hadsizlik!

Peygamber varisi olmak ilim bakımındandır. O ilmin taşıyıcısı olan kimse ilmiyle âmil olur, ahlakıyla sâlih olur. Onun konuşması, tebessümü, sadeliği, mütevazı tavrı hatta sükûtu bile insana Allah'ı ve Rasulü'nü hatırlatır. Onun, bana saygı gösterin demesine gerek kalmaz. Duruşu ve vakarıyla zaten bunu hak eder. Müslümanlar, onun samimiyetine ve Allah'a olan derin bağlılığına şahit olduklarında, kalpleri kendiliğinden ona meyleder.

Peygamberin ilmine varis olmayı arzulayan kimse, konumuyla övünmez, şımarmaz. Aksine o, bu büyük yükün altında ezilen, daima Allah'a sığınan ve kendi nefsini sorgulayan bir kalbin sahibidir. İslâm'ın izzetini ve nebevi mirası koruma derdindedir.

Herkes ondan göz boyayacak kerametler beklese de, o "Sırtımızda bunca günah varken, hâlâ ayaktayız, bundan daha büyük keramet mi olur?" diyebilendir.

Kısacası, bir insan kendini öven laflarla, sırtındaki cübbe veya isminin önündeki unvanla değil ancak ilmiyle, irfanıyla, amellerindeki istikamet ve Allah (c.c.) korkusuyla Peygamberlere varis olabilir.

Bu mirası liyakatle taşıyabilenlere ne mutlu! Allah Teâla bizleri dünya ve ahirette böyleleriyle beraber eylesin.

20.09.2025

Dr. Bilal ESEN




BİD'ATLAR ARTARSA RUH KAYBOLUR

Bid'atlar dinin aslından olmayan fakat dindenmiş gibi uygulanan eklemelerdir. Denilebilir ki bunlar, dinde var olan ibadetleri gerektiği gibi yerine getirmeyen ve dolayısıyla hakiki bir manevi tatmin bulamayanların, başka bir deyişle, iç huzura eremeyen insanların icat ettiği sahtelik kokan ritüellerdir.

Dine özünden bağlı olan bir müslümanın, bir vakit namazının ya da kazandığı bir lokmanın bile hesabını nasıl vereceğini düşünüp durması gerekirken bidatçı özle değil çoklukla ve sayıyla ilgilenir. Daha fazla gözüksün diye yeni ibadetler uydurur. Esasında Allah'ın (cc) adı anıldığında hakiki müminlerin kalpleri titremesi gerekirken bidatçının kalbi aksine katılaşır. Onun kalbi yumuşamaz hatta kalp kırmayı umursamaz hale gelir. Hesabı unutur, uyduruk işlerle uğraşırken kendi günahlarını göremez ve hep başkalarının kusurlarıyla meşgul olur. Gönül almayı bilmediğinden yaptığı hayırlar bile gönül incitir. İşleri ve sözleri yapmacıktır, riya kokar. Fakir bile ondan bir şey alırken tiksinir.

Bidatlar çoğaldıkça dinî yaşantıda gösterişçi ve şekli dindarlık artar ama ruh kaybolur. Merasim artar, ihlas kaybolur. Şan ve şöhret artar, duygu kaybolur. Gürültü artar, hikmet kaybolur. Bidatçı, şov yapayım derken insanları dinden soğutur.




KATILIM FİNANSIN PROBLEMLERİ ve KÂR GARANTİSİ

Katılım finansın problemleriyle ilgili Mayıs 2025'te çalıştay düzenleyen bazı alan uzmanları ve akademisyenler, bir sonuç raporu yayınlamışlar. Raporun tam metnine aşağıdaki linkten ulaşılabilir.
Öncelikle bu raporun hayırlara vesile olmasını diliyorum. Raporda katılım finans alanındaki bazı problemler açıklıkla ortaya konulmuş. Özellikle baş tarafında, Şekil/Amaç Uyumu başlığı altındaki tespitler çok önemli.
Oradaki tespitlere bakınca "kâr garantili yatırım vekâleti" gibi uygulamaların, katılım finans alanında yaygınlaştığını öğrenmiş bulunuyoruz. Gerçekten de böyle bir kar garantisinin, faizli bankalardaki mevduat faizinden ne farkı var? Bu sektörün daha sahici çözümler üretmesi lazım.
Bu zamanda hakiki bir alternatif üretemiyoruz diyorlarsa, dolambaçlı yollara ve isim hilesine başvurmalarına da gerek yok. Bunlar müslümanların itibarına daha çok zarar veriyor. Böyle yapmaktansa, zamanımız şartları gereği, adında faiz geçen bazı işlemleri zaruret ve ihtiyaç gibi ilkeler çerçevesinde  değerlendirmek ve hiç olmazsa, mecbur kaldık Ya Rabbi! diye itirafta bulunmak daha inandırıcı ve samimi olmaz mıydı?


ZEKAT TOPLAYAN SİVİL KURULUŞLAR ÂMİLÎN SINIFINDAN DEĞİLDİR

 Din İşleri Yüksek Kurulu:

"Zekât toplamakla görevlendirilenler (âmilûn); Müslüman devlet başkanı (ülü’l-emr) tarafından zekât toplama görevi için tayin edilen memurlardır. Devlet başkanı tarafından zekât memuru olarak tayin edilmeyen fertler veya sivil kuruluşlar, bu kapsamda değildir."

(...)

“Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi; orduyla birlikte savaşa gitmek istediği halde maddî imkân bulamayan mücahitleri içermektedir. Hac yoluna çıkıp fakir duruma düşen hac yolcularını da bu kapsamda değerlendirenler vardır. (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188)

Fetvanın linki: Din İşleri Yüksek Kurulu internet sayfası