“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz (s.a.s) diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!

Nasları kendimize göre anlayıp uyguladığımızda hiç hata yapmaz mıyız? Nas varsa, biz hep haklı mıyız, hep doğru muyuz?
Burada unuttuğumuz bir şey var.  Anlayan ve uygulayan aciz ve kusurlu bir insandır. Daha önceki yazılarda “nas” kavramının nasıl anlaşılması gerektiği hususunda bazı bilgilere yer vermiştik. Şimdi ise bir hadis-i şerifi aktararak, meselenin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışalım.

Peygamberimizin (s.a.s), savaşa gidecek bir ordunun veya küçük bir birliğin başına komutan tayin ettiği zaman, o komutana ve ordudaki Müslümanlara nasihatlerde bulunduğu ve Allah’tan (c.c.) korkmalarını tavsiye ettiği bilinmektedir.
O nasihatlerden biri şöyledir:

Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme! Kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap! Zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl etmenden ehvendir (zararı daha azdır). Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah’ın hükmünü vermeni isterlerse, sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver! Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin." (Müslim, “Cihâd”, 3. Ayrıca bkz. Tirmizi, “Siyer”, 48; “Diyet”, 14; Ebu Davud, “Cihad” 90)

Hadisteki “… sakın onlar hakkında Allah’ın hükmünü verme! Kendi hükmünü ver!” ifadesini duyunca, sanırım, bazıları hayal kırıklığına uğradılar. Ve korkarım ki Peygamberimizi bile Allah’ın hükmünü uygulamamaya teşvik etmekle ve nassa karşı gelmekle suçlayacaklar.

Tavsiyem odur ki, dinî söylemde bulunanlar, öncelikle nas nedir, ictihad ve re’y nedir, dinî hükümleri uygulamada insanın rolü ve sorumluluğu nedir, bu konularda sağlıklı bir düşünceye sahip olsunlar.

Kısacası, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, başka bir deyişle, nassı uygulamak iddiası tek başına bir meziyete sahip değildir. Dinî ilimlerin usul ve metodojisinden mahrum kalınırsa, tarihte Allah'ın hükmüyle hükmetme iddiasıyla ortaya çıkıp dünyayı zindana çevirenlerin hatalarına düşülmüş olur. Hariciler, Haşhaşiler, günümüzdeki din istismarcısı radikal örgütler... hep bu yanlıştan beslenmişlerdir.
Asıl meziyet ve maharet, bir beşer olan insanı Allah yerine koymadan, dinî ilkeleri hayata tatbik edebilme noktasında mütevazı bir duruşa sahip olabilmek, kusurlu ve aciz bir varlık olduğumuzu idrak edebilmektir. Aynen yukarıdaki hadiste ifade edildiği gibi.

Benzer yazılar:



HIRSIZLIK HAKKINDA “NAS” VAR MI? NASIL OLSA AYET VAR, BÜTÜN OLAYLARI BUNUN İÇİNE KOY GİTSİN Mİ?

Şayet, birinin evine girip oradan başkasına ait mal çalan bir “hırsız” varsa, evet, onun yaptığı bu iş hakkında “nas” vardır. Böyle bir eylemi gerçekleştiren kişiye, dinen hırsız muamelesi yapılabilir; hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin böyle bir kişiyi kapsadığında şüphe yoktur.

Fakat her çalma böyle midir? Evden değil de, örneğin mezar karıştırıp kabristandan kefen çalan kişi de hırsız mıdır? Yoksa ona kefen soyucu ya da kefen soyguncusu mu diyorlar? İşte bu noktada bazı şüpheler ortaya çıkıyor. Çünkü bu kişi, toprakta çürümeye bırakılmış bir şeyi çalmış. Artık kimsenin mülkünde olmayan bir şeyi almış. Malın sahibi ölü. Bu tür düşüncelerden ötürü âlimler, hırsızı cezalandırmayı emreden ayetin kefen soyucuyu kapsayıp kapsamadığında tereddüt etmişler ve birbirinden farklı görüşler/yorumlar ileri sürmüşlerdir. Kimisine göre, bu kişiye, hırsıza verilen ceza, verilir; kimisine göre ise hırsızlık cezası değil başka bir ceza verilir. Âlimler bu konuda kendilerine ait görüşlere de ictihad demişler, re’y demişlerdir. Kendi görüşlerini Allah’ın (cc) kesin hükümleri gibi saymamışlardır. Kısacası, ictihad ve re’yi, nas yerine koymamışlardır.

Nas demek, açık ve kesin ifade demek. Başka bir manaya muhtemel olmayacak biçimde, belli bir olayı kapsayan ayet/hadis demek. Fakat her ayet ve hadis, her olayı açıkça kapsamaz. Dolayısıyla bir ayet, belli bir olay hakkında nas iken başka bir olay hakkında nas olmayabilir. Diğer bir olaya bu ayeti uygularken bazı tereddütler oluşuyor ve insanî yorumlar devreye giriyorsa, demek ki o ayet, o olay hakkında nas değildir. Hırsızın cezasından bahseden ayet, evden mal çalmak hakkında nas iken, mezardan kefen soymak hakkında nas değildir.

Bir de şu var: Hz. Ömer, fakirlik zamanında aç kaldıkları için hırsızlık yapanlara, hırsızlık cezası tatbik etmemiştir. Onların durumlarına, niyetlerine ve amaçlarına bakmıştır. Hani nas vardı, diye akla gelebilir. Demek ki, bir nassın var olması, her zaman ve her şartta bunun uygulanacağı anlamına da gelmez. Hz. Ömer, nassın ne zaman ve ne şartlarda uygulanacağına dair terbiyeyi bizzat Peygamberimizden (sas) aldı. Ayetlerden çıkarılan kuru manalar ile İslam dininin yüce gayelerini ve genel ilkelerini uyumlu şekilde bir araya getirmeyi bildi.

Peki bu konuları neden anlatıyoruz?
Son zamanlarda bazıları, para ve banka ile ilgili her işi faiz kapsamına sokmaya başladılar. Nasıl olsa faizle ilgili ayet var ya. Bütün olayları o ayetin kapsamına sokmaya çalışıyorlar. Keşke bu kadar iddialı olmasalardı. Keşke önceki âlimlerin terbiyesinden biraz terbiye almış olsalardı da kendi görüşlerini nas yerine koymasalardı. ‘Ayetin manasından biz böyle anlamlar çıkardık, ama biz kusurlu olabiliriz’, diyebilselerdi. Kusuru ve suçu Allah’ın (c) ayetine değil de kendilerine yükleyebilselerdi. Fakat maalesef, ayet ve hadisleri kendine göre yorumlayan, sonra da kendi yorumunu ayetin ve hadisin kendisi gibi gören çok bilmişler tarihten beri hep var oldu.

Her konuda “Allah’ın hükmü var!” diye bağırmak ve sürekli başkalarını haramzade olmakla itham etmek, ilim alameti değildir. İlmin asıl alameti, kendi görüşünü nas yerine koymamak ve haddini bilmektir!


Benzer yazılar:

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz bile diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!

Faiz hakkında "nas" var mı?




Faiz hakkında "nas" var mı?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle, hangi mal ve hangi işlemin faizle ilişkisinin sorulduğunu netleştirmek gerekir. Şayet; altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmanın mübadelesinden söz ediyorsanız bu tür malların mübadelesinde söz konusu olan faiz hakkında "nas" vardır, diyebilirsiniz. Çünkü faizle ilgili hadiste bu 6 madde sayılıyor. Herhangi bir ayet ya da hadis, belli bir olayı doğrudan, açık ve kesin olarak kapsıyorsa ona nas denilebilir. Açık ve kesin olmayan ayet ve hadisler ise fıkıh usulü ıstılahında nas değildir.

Bu noktada kağıt paraların ya da kaydi paraların mübadelesinde ve bugünkü bankacılık, sermaye piyasaları, alışveriş çeşitleri, sigorta gibi hususlarda gündeme gelen türlü türlü "faiz"lerin her biri hakkında "nas" var, diyebilir misiniz? Şu bir gerçek ki, bu tür mal ve işlemlerde faizin bulunduğuna ve caiz olmadığına fetva verirken, nassın kendisiyle değil, nastan çıkarılan yorumlarla, başka bir deyişle ictihadla ve kıyasla karar veriliyor.

İctihad ve kıyas söz konusu olunca, insanın/müctehidin zannî ve indî kanaatleri devreye giriyor. Geçmişteki mezhepler de, o altı madde dışındaki maddelerde faiz olur mu, faizin illeti nedir? gibi meselelerde birbirinden farklı bir sürü ictihad ortaya koymuşlardır.

Her ne kadar günümüzde bazıları, konuştukları her konuda, kendilerinin doğrudan nassa dayandıklarını iddia edip mezhepleri reddetseler de onlarınki de birer ictihaddan/yorumdan ibarettir. Farkları, kendi kişisel yorumlarını nas yerine koymak. Halbuki klasik mezhepler, naslarda açıkça hükmü bulunamayan hususlarda, kendi yorumlarını nas yerine koymamak için ictihad ve kıyas gibi kavramları kullanıyor ve şer'î hükümler arasında mertebe farkını gözetiyorlardı. Bu usulden mahrum olanlar, ilmin bereketinden de mahrum kaldılar. Mezhepleri reddetmek, doğrudan nassa dayanmak anlamına gelmiyor. Aksine kendi yorumunu şâriin nassı mertebesine çıkarma hadsizliğini beraberinde getirebiliyor.

Kısacası bugün çok çeşitli alanlarda karşımıza çıkan faiz meselelerinde çoğu kez nasla değil kıyas ve ictihadla hükme ulaşıldığı çok açık. Peki, kıyas gibi zannî bir delille sabit olan bir yasak, hüküm dereceleri bakımından "haram" mıdır, yoksa "tahrimen mekruh" mu ya da başka bir şey mi? Hani bazıları, kat'i delil olmadıkça "haram" diyemeyiz, diyorlardı ya. İşte o mesele. Bu hususun da ayrıca düşünülmesi gerekir.

Benzer yazılar:

- HIRSIZLIK HAKKINDA “NAS” VAR MI?

“Nas” tartışmalarına yeni bir katkı: Peygamberimiz bile diyor ki; ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKÜM VERME! KENDİ HÜKMÜNÜ VER!





DARLIK ZAMANINDA DA PAYLAŞMAK GEREKİR

Ekonomik durumumuzda sıkıntılar baş gösterdiğinde birer insan olarak tedirginlik yaşamamız, belki biraz da telaşa kapılmamız normal sayılabilir. Böyle durumlarda insanlar, konumlarına, mesleklerine ve daha bir çok sebebe binaen çok çeşitli tepkiler gösterebiliyorlar. Psikolojik gerilimler, atışmalar, polemikler, suçlamalar...
Hepsi bir tarafa, böyle durumlarda yapılmaması gereken en büyük hata, insanî ve dinî duyguları unutmak olabilir. Herkes kendi derdine düşüp bencilliğe kapılırsa, etrafını unutursa, özelikle de maddi olarak kendinden daha zor durumda olanları ihmal ederse, toplum olarak geleceğimiz riske girer. Daha da önemlisi, kişi, kendi dinî durumu bakımından yani öbür dünyası için büyük bir fırsatı değerlendirememiş olur.
Böyle zamanlar, dayanışmanın ve yardımlaşmanın çok daha değerli olduğu zamanlardır. İnsanın kalitesi böyle zamanlarda ortaya çıkar. Müslüman zor zamanda belli olur. Bundan dolayı Allah (cc) bize, dar zamanda da yardımlaşmayı ve infakı öğütlemiştir. Bir ayette, örnek müslümanlar şöyle anlatılmaktadır: "Onlar bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah güzel davrananları sever." (Âl-i İmrân Sûresi 134. Ayet)
Mesele paylaşmaksa ve yardımlaşmaksa bunun için her zaman bir imkan vardır. İnsanın ruhuna iyilik işlemişse, bir çeyrek ekmek, hatta bir hurma tanesinin yarısı bile olsa, paylaşacak bir şey mutlaka bulur.
Dünya derdi, insanlığımızı ve müslümanlığımızı unutturmasın. Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.




KATILMA HESAPLARINDA BANKANIN ZARARA ORTAK OLMAYIP BÜTÜN ZARARI VATANDAŞA YÜKLEMESİ, BUGÜNÜN ŞARTLARINA UYGUN MU? FIKHA UYGUN MU?

 
Klasik fıkhın mudarebe anlayışında, parayı işleten kişiye mudarib deniyor. Başka bir adı âmil. Yani işçi. İşletmesi için ona para veren ise sermaye sahibi/rabbü'l-mâl, yani patron.
O devirlerde mudarebenin, "işsizlere istihdam sağlayacak yol ve yöntemlerin bulunması zaruretiyle yakından ilgili olduğu" söyleniyor. (Bk. "Mudarebe", TDVİA) Dolayısıyla geçmişte mudarebeyle ilgili konan hükümlerde, çoğunlukla işsiz ve parasız olan mudaribi koruma amacının öne çıkması normal. Zaten o devirlerde hayatın akışı sade.
Fakat o dönemde konulmuş hükümleri getirip bugün aynen uygulamaya koyar ve katılım bankasını mudarib sayarsanız, bir gariplik oluyor. Şimdi hayat öyle değişti ki. Bankacılık sistemi hiç öyle sade bir akışa sahip değil. Bugün bu bankalar, geçmişteki o parasız-pulsuz işçi gibi görülebilir mi? Tarihin o devirlerinde banka mı vardı ki, o günkü bir hüküm aynen getirilip bugünkü bankaya uygulanıyor! Ve o devirdeki mudaribi korumak için konulan hükümler, bugünkü koskoca bankayı korumak için kullanılarak, zararın tümü hesap sahibi vatandaşa yükleniyor!

Peki, mudarebe türü işlerde, parayı işletenin (mudaribin) de zarara ortak olmasına fıkıhtan hiç bir yol bulunamaz mıydı? Buradan hareketle, katılma hesabındaki zarara, katılım bankası da ortak kılınamaz mıydı?
Bu soruya evet, demek mümkün hatta gerekli. Zira fıkıh, mudaribin kötü niyetle hareket edebileceğini hesaba katarak buna bir sürü çare göstermiş. Bedâi' başta olmak üzere Hanefi fıkıh kitapları bu konudaki çarelerle doludur. Osmanlı döneminde dahi bunun için dine uygun formüller (şer'î çareler) uygulamaya konulmuş, akdin salt mudarebe olarak değil önce karz sonra inân şirketi veya mudarebe şeklinde ya da benzer biçimlerde kurulabilmesinin çeşitli yolları gösterilmiştir. (Link)

Ayrıca fıkıhta, örneğin ecir-i müşterek, kendisine teslim edilen ve elinde telef olan maldan dolayı, kasıt-kusur ve ihmali olmasa bile sorumlu tutuluyor. Hem de bütünüyle o sorumlu tutuluyor, vatandaş zararın bir kısmını bile çekmiyor. Bu yönde ictihadlar üretilmiş ve kabul görmüş. Öyleyse benzer gerekçelerle bugün de mudarib, yani katılım bankası zarara ortak kılınamaz mı? Örnek tıpatıp uymayabilir, ancak fesad-i zaman vb. gerekçeler bugün de geçerli. İstenirse fıkıhtan başka örnekler ve gerekçeler de bulunabilir, uyarlanabilir. Yeter ki, bulunmak istensin. Yeter ki, birileri sadece çalıştıkları bankaların değil vatandaşların da faydasını ve zararını düşünsün.

Bir de şu var. Katılım bankaları kendi lehlerine olduğu zaman gecikme faizine bile bir kılıf buluyorlar da vatandaşı korumak için niye çare bulamıyorlar? O gecikme faizi ki, faiz olduğunda bütün ümmetin ittifak ettiği bir cahiliye ribasıdır. Sıradan insanlar dahi bunun faiz olduğunu kavrayabilir. Buna bile kılıf bulduktan sonra başka neye bulunmaz? Neymiş efendim, bazıları istismar ederek borcunu keyfi olarak geciktirebilirmiş. Gecikme cezası caydırıcı olacakmış. Peki faizin haram kılındığı devirlerde böyle bir risk yok muydu? Şâri' niye bu riski dikkate almadı da gecikme faizini haram kıldı? Ayrıca istismarı sadece vatandaş mı yapar? Katılım bankası da yapamaz mı? Nasıl olsa meydana gelecek zarardan yüzde yüz vatandaş sorumludur diye bankanın yetkilileri niyetlerini bozarlarsa ne olacak? Nitekim 90'lı yıllarda batan finans kuruluşlarını hatırlayın. Yakın zamanda başka sektörlerde dini kullanarak dolandıranları hatırlayın. Hani nerde bu kötü niyetlileri önlemeye dönük bir adım? Böyle batma riski bulunan ve battığında da zararı sadece vatandaşa yükleyecek bir sektöre güvenilebilir mi? Parasını muhafaza etmek isteyen vatandaş, bunlara mı gider yoksa daha az riskli başka alternatifler mi arar?
Kısacası, bugünün bankaları geçmişteki mudariplerden çok farklı. Devir değişti, ahlak değişti, bir çok sektörde dolandırıcılık zirve yaptı. Değişme olgusu bir yana sırf fıkhın tarihte ortaya koyduğu formüller bile bugün uygulansa, katılım bankaları katılma hesaplarında zarara ortak olmalı, sorumlu olmalıydı. Katılım bankalarının mevzuatlarını hazırlayanlar maalesef bu konuda tarihin bile gerisindeler.

(Not: Klasik mudarebedeki mudarip ile günümüzde mudarip olduğu iddia edilen katılım bankaları arasında fark olduğuna ilişkin, başka bir yazar tarafından birkaç sene önce kaleme alınmış bir yazı için bkz. M. Ali Verçin-Katılım bankalarında zarara katılma oranları )



İLGİLİ YAZILAR: