CAMİLER VAKIF MIDIR?

Vakıf müessesinin İslam medeniyetinde çok önemli bir yeri olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Fıkıhta, vakıfların mülkiyet durumları, vakıf malları üzerindeki tasarruflara yönelik sınırlamalar ve benzeri hususlar genişçe ele alınmaktadır. 
Bir de vakıflar için "mülkiyeti Allah'a (cc), menfaati kullara ait" şeklinde veya buna benzer nitelemelere rastlanmaktadır. Vakıf malı "satılamaz" denir ve kıyamete kadar vakıf kalacağı söylenir.

Camiler ve mescidler söz konusu olunca, çoğu Müslümanın hatırında; 

"Bir yer mescid yapıldı mı, kıyamete kadar mescid kabul edilir."
"Mescidin altı da mesciddir, üstü de semâya kadar  mesciddir"
gibi cümleler vardır.

Ancak günümüzdeki camiler klasik bilgilere göre vakıf sayılabilir mi? Başka bir deyişle, günümüz camilerinin vakıf hükümlerinden istisna teşkil eden durumları var mıdır? Bu konuda güncel bir fıkıh çalışmasına ihtiyaç bulunduğu anlaşılmaktadır.
Ülkemiz camilerinin bir çoğu, Hazine, belediyeler, özel idareler ve köy tüzel kişiliği gibi devlet kurumlarına aittir. Zaman zaman ilgili devlet kurumları imar planlarında değişiklikler yapmakta ve "ibadethane" sayılan yerler değişikliğe uğrayabilmektedir. Hatta ilgili kurumun borcuna karşılık ipotek edilen veya hazcedilen camiler olabilmektedir.
Kaldı ki, devletin imar planında "ibadethane" olarak gösterilen yer de mutlak olarak "cami/mescid" anlamına gelmemektedir. 

Sanki mülkiyeti devlete ait olan camiler, ebedi olarak cami kalsın diye yapılmamış gibidir. Geçici süre ile cami olarak tahsis edildikleri ve vatandaşların hizmetine sunulduklarını söylemek daha mı uygundur?
Bu ve benzeri hususlar yeniden değerlendirmeye muhtaç gibi gözükmektedir ve bu değerlendirme camilerle ilgili başka bir çok hükmü ilgilendirmektedir.

2013 TÜİK Kültür İstatistiklerine göre, camilerin mülkiyet durumları çok çeşitlidir. Bu istatistiklerde Vakıflar Genel Müdürlüğü, Diyanet Vakfı, Dernekler ve diğer vakıflara ait gösterilen camilerin hatta şahıslara ait camilerin klasik bilgilerimize göre vakıf kapsamında olduğunu söylemek kolay ise de, bunların oranı yüksek değildir.
Mülkiyeti devlet kurumlarına ait olan ve çoğunluğu teşkil eden camilerin ise vakıf hükümleri yönünden yeniden değerlendirmeye tabi tutulması, zamanımızın şartları gereği bir ihtiyaç gibi gözükmektedir.

30 Nisan 2015
Bilal ESEN

www.turkstat.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=42







 

ÇÖREK OTU HAKKINDAKİ HADİSLERİ NASIL ANLAYALIM?

Allah Teâlâ’nın insanlara bahşetmiş olduğu gıdalar, umumiyetle, bedene yararlı olmakta ve çeşitli sıkıntıları insandan gidermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de kendi zamanında mevcut bulunan yiyeceklerin, örneğin bal, sirke ve hurmanın faydalarına dikkat çekmiştir. “Habbetü’s-sevdâ” olarak bilinen ve dilimize çörekotu olarak tercüme edilen bitki de hadislerde yer almaktadır. Bir rivayette “Çörek otunda, ölüm hariç her hastalığa şifa vardır.” buyrulmuştur (Buhari, “Tıb”, 7; Müslim, “Selâm”, 88-89).

Hadislerde çörekotunun faydasından bahsedilmekle birlikte, hangi durumlarda ve ne gibi hastalıklar için, hangi ölçülerde kullanılacağına, ilaç haline nasıl getirileceğine dair bağlayıcı bir açıklamada bulunulmamış, bir formül verilmemiştir. Bu tür meseleler her devrin kendi tıp bilginlerince çözüm üretilebilecek türdendir.

Hz. Peygamberin tıbb-ı nebevi alanındaki tavsiye ve tasarrufları, kendi çağının şartları ve imkanlarıyla çevrili olup bunları, dinî tebliğ ve irşad mahiyetindeki tavsiye ve tasarruflarıyla aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Rasulullâh (s.a.s), "tabîbel-ebdân" olmaktan ziyade "tabîbe'l-kulûb"tur. Onun gönderilişindeki asıl gaye, maddiyatla ilgili hususlarda rehberlik yapmak değildir. Nitekim ağaçların aşılanmasıyla ilgili bir olayda Hz. Peygamberin (s.a.s), aşılamayla ilgili önceki sözünden vazgeçtiği ve "Siz dünyanızla ilgili işleri daha iyi bilirsiniz" ( أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ) diyerek bu konuda insanları serbest bıraktığı bilinmektedir (Müslim, "Fedâil", 141). 

Bazı yiyeceklerin faydalarından söz eden ve tıbbi bilgiler içeren hadisler, Resûlullah’ın sözü olmaları bakımından bir değer taşıdıkları gibi tıp ilminin o devirdeki seviyesini gösteren önemli belgelerdir. Bununla birlikte, yiyeceklerin genel olarak faydalı olması, her şartta ve her insan için keyfi ölçülerde tüketilebilecekleri anlamına gelmemektedir. Bazı durumlarda suyun dahi insana zararlı olabildiği bilinmektedir.

Hz. Ali (r.a), bir hastalık döneminden sonra Peygamberimizle birlikte oturup o devre özgü usullerden biriyle hazırlanmış hurmalardan yemek istemiş, Peygamberimiz ise onu engelleyerek, yeni hastalıktan kurtulmuşken, nekahet döneminde, bunlardan yemesinin uygun olmayacağını belirtmiştir (Tirmizi, “Tıb”, 1). Yine Hz. Peygamberin (s.a.s), “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları yedirir içirir” (Tirmizî, “Tıb”, 4; Hâkim, Müstedrek, I, 501 (Hadis n: 1296) şeklindeki sözü, hastaların tüketeceği gıdaların ölçülü olması gerektiğine ve bir kısım yiyeceklerin kimi zaman zararlı dahi olabileceğine işaret etmektedir.

Zamanımızda çeşitli yiyeceklerin, normal bir gıda olarak tüketilmesi haricinde, bir hastalığın tedavisinde ilaç olarak kullanılması ancak bugünün tıbbi bilgileri ışığında, günümüz teknolojileri kullanılarak, alanında ehil sağlık kurumlarının ve doktorların tavsiyesi ile gerçekleştirilebilir. Kaldı ki, normal gıda tüketimlerinde dahi bazı dikkat edilmesi gerekenler var ise, bu konuda uzmanların uyarı ve tavsiyelerine kulak vermek, dinimizdeki “canı muhafaza” ilkesinin bir gereğidir.

Tıp ve kimya gibi ilimleri okumamış, dolayısıyla doktorluk için liyakati bulunmayan kimselerin önerilerine itibar ederek bir takım gıda maddelerini ilaç biçiminde kullanmanın, Yüce Allah’ın verdiği sağlık nimetini korumamak ve tehlikeye atmak anlamına geleceği kanaatindeyiz. 

Kendi maddi çıkarları ve ticari kârları için insanların sağlığını tehlikeye atmayı göze alanların bulunabileceğini hatırda tutarak, bunların istismar ağına düşmemeye gayret etmek gerekir.


15.04.2015


Dr. Bilal ESEN



 

İNSANLARIN FARKLI DİNLERE AYRILMASI HAKKINDA “RENGÂRENK ÇİÇEKLER” NİTELEMESİ YAPILABİLİR Mİ?


Yeryüzündeki insanlara bakıldığında, farklı ırklara, farklı dillere, farklı dinlere ve çeşitli açılardan farklı gruplara ayrıldıkları görülmektedir.

Farklıkların bulunmasından yola çıkan bazı din adamları ve ilahiyatçılar, sürekli gündemde olan “diyalog” ve “birlikte yaşama kültürü” gibi temaların da etkisinde kalarak bu farklılıkların Yüce Allah’ın yaratmasından kaynaklandığını, farklılıkların zenginlik olduğunu vurgulamaktadırlar. Onlardan birinin ifade ettiğine göre dünyamız, “rengârenk çiçeklerle süslü bir bahçe misali farklı din, inanç ve kültürlere” mensup kişi veya toplumları barındırmaktadır. Bu açıklamada yer alan “rengârenk çiçeklerle süslü bir bahçe” ifadesinin, söze konu olan şeyler hakkında olumlu yakıştırmayı ve beğeniyi ortaya koyduğunu izaha gerek yoktur.

Yukarıdaki yargıyı güçlendirmek için ayet de kullanılmaktadır. Mesela, Kur’an-ı Kerim’deki Rum süresinin 22. ayeti delil gösterilmektedir. Ayet şöyledir:

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”

İlk bakışta bu ayet, yeryüzünde insanlar arasındaki her türlü farklılığı tasvip eder gibidir. Ayeti iyi okumayarak farklı din mensupları hakkında “rengârenk çiçekler” tabirini kullananların göremediği veya görmek istemediği şey ise, ayette “dinlerin farklı olması” konusuna değinilmemiş olmasıdır. Ama onlar insanların farklı dinlere mensup olmasını da “rengârenk çiçekler” yakıştırmasına dâhil etmektedirler.

Yeryüzünde insanların, ırk, dil ve cinsiyet gibi özellikler sebebiyle güzel bir çeşitliliğe sahip olduğunu ve bu durumun, Kur’ân tarafından da bir zenginlik ve güzellik kabul edildiğini söylemek mümkündür. Çünkü bunlar doğuştan gelen farklılıklardır. Ayette de bu husus ifade edilmektedir. Ancak dinde farklılık böyle midir? Böyle değerlendirilebilir mi?

İnsanların farklı dinlere mensup olmaları, başka bir deyişle, dinde ihtilafa düşmeleri, Kur’ân-ı Kerim’de defalarca eleştirilmiş ve zemmedilmiştir. Bazı ayetlere birlikte bakalım: 

1- إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
“Şüphesiz Allah katında din İslam'dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkar ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Al-i İmran 3/19)

2- وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
 “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân 3/105)

-  وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً فَاخْتَلَفُوا وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ 3
İnsanlar (inanç birliği içinde bütünleşmiş) tek bir topluluktan ibaretti, sonra aralarında inanç farklılığı oluştu. Eğer rabbinin katından daha önce verilmiş bir söz olmasaydı, ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verilir, iş bitirilirdi.   (Yunus 10/19)

4-   إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ . فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْ فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ أَلِيمٍ
“Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur. Ama aralarından çıkan gruplar ayrılığa düştüler. Haksızlığa sapanların, acılı bir günün azabından çekecekleri var! ” (Zuhruf 43/65)

Bu ayetlerin insanların farklı dinlere ayrılmış olmasını tasvip ettiği söylenebilir mi?

Neden bazıları “diyalog” ve “birlikte yaşama kültürü” gibi kavramları abartıp kendi Kitaplarının ayetlerini unutmaktadırlar?

Neden bazıları, Rum süresinin 22. ayetinde “dinlerin farklı olması”ndan söz edilmediği halde, bunu ayet kapsamında dâhil ederek yeryüzünde farklı dinlere mensup insanlar hakkında “rengârenk çiçekler” yakıştırması yapabilmektedirler?

Bu yakıştırmalar, maksadı aşan çağrışımlar içermektedir.

İslam’ın; diğer din mensuplarına hakaret etmeme, onlara karşı belli ölçülerde müsamaha gösterme, birlikte yaşama ve onların kutsallarına saldırmama şeklindeki hükümleriyle ortaya konan duruş başka bir şey, o kimselerin İslam'dan başka dinlere bağlanmasını güzel görmek ve beğeniyle karşılamak başka bir şeydir.

Mümin, Müslüman olmayanların da bu dünyada bazı haklarının bulunduğunu bilir. Fakat mümin asla küfre rıza göstermez ve farklı din mensubu insanları rengârenk çiçekler diye tavsif etmez.

13 Nisan 2015
Dr. Bilal ESEN



İSLAM DÜNYASINDAKİ KARDEŞ KAVGALARINDA DİNÎ ANLAYIŞLARIN ROLÜ

        İç ve Dış Etkenler

Dünya üzerinde Müslümanların yaşadığı coğrafya, bugün belki de tarihin en zorlu sürecinden geçmektedir. Fakirlik, yoksulluk ve cehalet bir yana, savaşlar, kıyımlar ve dehşetler yaşanmaktadır. Şüphesiz ki, bu durumun ortaya çıkmasında harîcî nedenlerin rolü inkar edilemez. Uzun yıllar boyunca süren sömürgeler, istilalar ve işgaller, İslam ümmetini zayıf düşürmüştür. Savaş ve işgaller yanında, çeşitli dünya ülkelerinde yaşayan Müslümanlara karşı uygulanan horlayıcı ve ayrımcı tutumlar, Müslümanları derinden yaralamıştır ve yaralamaya devam etmektedir.

 Diğer yandan, sözünü ettiğim harici nedenlerin de etkisiyle kırılma geçiren Müslümanlardan bazılarının, yaralı halleriyle aşırılıklara sapıp uç noktalara sürüklendikleri ve din adına yanlışlar yaptıkları görülmektedir. Kimileri ““cihad” ve “tekfir” gibi kavramları kullanarak yine kendi gibi Müslümanlara karşı savaşırken kimileri ise, hizipçilik ve cemaatçilik taassubu ile kendini diğer Müslümanlardan üstün görerek onlardan uzaklaşmakta ve tefrikaya neden olmaktadırlar.

 Müslüman coğrafyanın yaşadığı sıkıntılarda harici etkenleri göz ardı etmeden kendimize bakacak olursak, içimizde neden bu kardeş kavgaları yaşanıyor diye sormamız gerekmez mi? Bu kavgalara neden olanlar ve bilfiil kavgaya iştirak edenler nerde yanlış yapmaktadırlar ve bunlar hangi düşünceye yapısına sahiptirler?

Geleneğimizin kodlarını kaybetme tehlikesi


Bugün Müslümanlar arasındaki çekişmelere neden olan en önemli zihniyet problemi, uzun bir tarihi tecrübe yaşayan Müslüman geleneğinin ve bu gelenekteki dini anlama ve yorumlama ilkelerinin bazılarınca tamamen göz ardı edilmesidir.

Tarihte Hz. Peygamber devrinden sonra birçok itikadî ve fıkhî mezhep ortaya çıkmıştır. Hatta sahabe arasında bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Fakat bu tarihî tecrübede, uç ve şaz görüşler, İslâm toplumlarında genel olarak kabul görmemiş, “orta yol” denilen ve mutedil bir arayışı temsil eden görüşler daha çok kabul görmüştür. Böylece orta yolu temsil eden bir Müslüman geleneği doğmuştur. İşte bu gelenek, farklılıkları olsa da, aynı kökten ilham alan oluşumları tarihsel süreç içerisinde bünyesinde tutmayı başarmıştır.

Doğrunun peşinde koşmak ve hakkın yanında olmak Müslümanların şiarıdır. Bununla birlikte, İslam bizden sadece hakkı savunmayı istememekte aynı zamanda müminlerin kardeş olduğunu vurgulayarak, barış içinde bir toplum inşa etmemizi ve tefrikaya düşmememizi de istemektedir.

Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.” (Âl-i İmrân 3/103) (وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَميعاً وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَاناً)

Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.  (Hucurat 49/10)   (انَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ )

Muhammed, Allah'ın Resülüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih 48/29) (مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذينَ مَعَهُٓ اَشِدّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ  )

Allah Rasulü (s.a.s) de şöyle buyurmaktadır:

Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” (وَلَا تَنَافَسُوا، وَلَا تَحَاسَدُوا، وَلَا تَبَاغَضُوا، وَلَا تَدَابَرُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللهِ إِخْوَانًا ) (Müslim, “Birr”, 28. )

İşte bu naslardan hareketle, her bir müminin diğer mümine karşı nasıl davranacağına dair ve özellikle de kendileriyle aynı fikri paylaşmadığımız taraflara karşı nasıl tutum takınılacağına dair İslam geleneğinde bazı prensipler oluşmuştur. İşte bu prensipler, milyarlarca Müslümanın kavga etmeden ve İslam kardeşliğini zedelemeden bir arada yaşayabilmesinin, ilmî tartışma yapabilmesinin yollarını bize öğretmektedir.

İnanç ve akâid sahasında, Müslüman geleneği, bir taraftan her türlü sapkın düşünceyle ve bid‘atlarla mücadeleyi öngörmüştür. Çünkü itikadiyyât ve akliyyât sahasında doğru tektir. Diğer taraftan da Müslüman geleneği ““Ehl-i kıble tekfir edilmez.” ilkesini benimsemiştir. İnanç konularında “te’vil”e dayalı olarak farklı yorumlar ileri sürenlere karşı “tekfir” kavramını kullanmak, bu geleneğe ve bu geleneğin beslendiği Kur’an kültürüne aykırıdır. Haksız yere bir insanın kanını dökmek, en büyük cürümdür. Ne yazık ki, bu genel tutumdan ve orta yoldan ayrılan bazı kimseler tarihte Hâricilik gibi fırkalar adı altında Müslümanlara birçok acılar yaşatmışlardır. İslam’a hizmet adı altında Müslümanlara zulmetmişlerdir.

Fıkıh sahasında ise Müslüman geleneği, dinî hükümlerin tamamının kesinlik ifade etmeyeceği ve bazılarının zannî olabileceği fikrine dayanan “ictihad” nazariyesini kabul etmiştir. Fıkhî bir hüküm hakkında Allah katındaki doğru tek olsa da, farklı fertlere göre birden çok doğru olabilir. Ebu Hanife bu hususu, “Allah katında doğru tektir; her müctehid de doğruya isabet etmiştir” şeklinde formüle etmiştir. Dinî hükümlerin bir kısmı, açık ve kesin bir kısmı ise, kapalı ve yoruma açıktır. Çünkü her meselenin hükmü, açık ve kesin olarak naslarda bulunamamaktadır. Böylece her müçtehidin meseleye farklı yönden bakması sonucu, zannî yorumlar ortaya çıkmaktadır ki, ictihad alanındaki görüşlerden hiç biri diğerini yok etmeye kalkışamaz. Bu hususu geleneğimiz, “İctihad, ictihad ile nakz olunmaz” (الِاجْتِهَاد لَا يُنْقَضُ بِمِثْلِهِ) ilkesiyle ifade etmiştir. Hangi hükümlerin kesinlik hangilerinin ise zannîlik ifade ettiğini tespit hususunda, başka bir deyişle İslam dinin temel kaynakları ve bunlardan hüküm elde etme yolları hakkında, uzun tecrübeler ve ilmi çalışmalar sonucunda “fıkıh usûlü” ilmi meydana gelmiştir. Bu ilimde ortaya konan kaideler, hangi hükmün ne derecede bağlayıcılık ifade ettiği gibi hususlarda bize yol göstermektedir.

İctihadî sahada herkesin görüşü kendine göre doğrudur, fakat mutlak doğru değildir. İctihad nazariyesinden haberi olan Müslüman; yoruma açık olan bir konuda, görüşü farklı olan diğer bir Müslümanı sapıklıkla suçlamaz onunla kavga etmez. Ne yazık ki bu konuda da tarihte bazı kimseler Müslüman çoğunluktan ayrılarak, kendi görüşlerinin mutlak doğu olduğunu iddia etme cüretini göstermişler ve kendi kısır algılarıyla nasları zâhirleriyle yorumlamışlardır. Halbuki dinî öğretimde, mutlak doğru ile izafî doğruların, başka bir deyişle kesin bilgi ile ictihadî bilginin birbirinden ayrılması bir zorunluluktur. Bu ayrım yapılmadığında, kişiler kendi zannî yorumlarını ve sübjektif kararlarını din yerine koyabilmektedirler. Kimi insanlar, bazı nasların farklı yorumlara müsait olabileceğini reddederek tarihteki bütün mezhep ve yorumlara karşı çıkmakta ve “Kur’an böyle söylüyor” diyerek, aslında kendi şahsî yorumlarından ibaret olan görüşlerini Kur’an derecesine çıkarmaktadırlar. Bundan sonra da kendileri gibi düşünmeyenleri fıskla itham etmekte veya din dışı saymakta, onlara karşı sözlü ve fiili saldırıda bulunmaktadırlar.

Tarihî tecrübeden ders almayanlar

Tarihi tecrübeden ve Müslüman geleneğinden ayrılan söz konusu şaz görüşler, tarihte pek revaç bulmasa da, bilgi kirliğinin yaşandığı çağımızda kendine taraftar bulabilmekte ve yaşadığımız birçok acının, kardeş kavgasının nedeni olmaktadır.

Günümüzde, başta “tekfir” kavramı olmak üzere birçok kavramı, Müslüman kardeşlerine karşı bir silah gibi kullananlar ve Müslümanlar arasında kan dökenler, öncelikle kendi geçmişlerinden ve geleneklerinden kopukturlar. Sadece kendi kısır düşünceleriyle hareket eden ve İslam tarihinde elde edilen tecrübeleri reddeden bu kişiler, yaptıklarıyla en çok Müslümanlara zarar vermekte ve esasında İslam’ın düşmanlarını sevindirmektedirler.

Bazı Müslümanların diğerlerine karşı cihat ilan etmesi asla kabul edilemez. Zira Kur’an ve Sünnet, Müslümanın canını ve kanını haram kılmış, Müslümana karşı bir cihadı asla emretmemiştir. Hiç kimse, bir zulme karşı cihad iddiasıyla başka zulümlerin yaşanmasına neden olmamalıdır. Bugün Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihad; taassuba, fakirliğe, cehalete ve tefrikaya karşı cihattır.

Kendi “imam”ını hakikatin ölçüsü sayanlar


Günümüzde Müslümanların ayrışmasına yol açan önemli problemlerden biri de, hakikatin Kur’an ve sünnet ilkelerinde değil kişilerde aranması ve bazı kişilerin hakikatin ölçüsü haline getirilerek yüceltilmesidir. Bu durumdaki bir takım insanlar, yücelttikleri kişilerin peşinden sürüklenmekte, hem doğruda hem de yanlışta onların destekçisi olabilmektedirler. Özellikle sufî anlayışı ve imamet inancını hayata geçirme iddiasında olan bazı çevrelerde bu tür yanlışlara çokça rastlanmaktadır.

Halbuki Kur’an’ı Kerim’de Yüce Allah bizlere: “Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin” (Nisa 4/59) (فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ في شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ) buyurmuştu.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) de: “Size iki şey bırakıyorum, bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuz şaşırmazsınız: Bunlardan biri Allah’ın kitabı, diğeri ise Allah’ın elçisinin sünnetidir” buyurmuş ve hakikatin ölçüsünü göstermiştir. Buna göre, her Müslüman doğru ve yanlışı Kur’an ve sünnet penceresinden değerlendirebilmeli ve kendi liderini ya da imamını körü körüne desteklemekten vazgeçmelidir. Yüce Allah’a isyan olan yerde mahlûka itaat olmayacağına göre, günümüzde kendi cemaatini kavgaya çağıran ve Müslümanlar arasında tefrika tohumları ekmeye çalışan önderlere karşı Müslümanlar uyanık olmalıdırlar. Hiçbir Müslüman, kendi cemaatinin menfaatini İslam ümmetinin menfaatinin üstünde görmemelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 18 Haziran 2014 tarihinde İslam dünyasına 8 dilde “sağduyu, barış ve kardeşlik” çağrısı yapmıştır. Bu çağrıda İslam dünyasında yaşanan krizler, siyasi ve askeri gerilimler ile mezhep ve meşrebe dayandırılmak istenen çatışmaların İslâm dünyasının güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaştığı vurgulanmıştır. Son zamanlarda Irak ve Suriye ekseninde yaşanan kaos ortamının gerilimi daha da tırmandırdığı, bu süreçte üretilen karşılıklı şiddet içerikli beyanlar, cihad ilanları ve mukaddes mekânların tahribine dönük tehditlerin yaklaşmakta olan kitlesel faciaların ön sarsıntısı mesabesinde olduğu uyarısı yapılmıştır. Bu uyarılardan sonra şöyle bir çağrı yapılmıştır: “Bugün, âlimlere düşen en büyük görev, Müslüman toplumları ayrıştırmaya yönelik fetvalar vermek yerine; İslam dünyasındaki farklılıkları bir rahmet ve zenginlik olarak görüp barış içinde birlikte yaşamanın ahlakını ve hukukunu yeniden inşa etmek olmalıdır. Bugün, mezhep çatışmasını ve akan kanı durdurmayan bir sözün hiçbir kıymeti olmadığı gibi, akacak kana sebep olacak fetvaların da hiçbir değeri yoktur. Aksi takdirde bütün İslam âlemi suç ortamına, bütün İslam âlimleri de suç ortağına dönüşür. Bütün bu olup bitenleri sadece kaygıyla izlemek yetmez. Elim sonuçlar doğuracak bir çatışmayı engellemek için bütün dini liderler ve âlimler kararlılıkla birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidir. Bu hepimizin dini, ahlaki ve vicdani görevidir.”

Yine 08-10 Aralık 2014 tarihlerinde gerçekleştirilen V. Din Şurası sonuç bildirgesi 3. Maddesinde, çağımızda din görünümü altında baskı, şiddet ve vahşet üreten, dinî duyguları istismar edenlere karşı uyarıda bulunulmuştur. Hakikati sadece kendinde gören, hedefine ulaşmak için her yolu mubah sayan, dinî hizmetleri güç devşirmeye ve çıkar sağlamaya matuf bir araca dönüştürenler bulunmaktadır. Esasında dinî değerleri hiçe sayarak pragmatist tutumu esas alan yapılara karşı toplumsal bir bilinç geliştirilmesinin önemi vurgulanmış ve bunun gereği olarak insan yetiştirme süreç ve mekanizmalarını yeniden gözden geçirilmesi talep edilmiştir.

Dinî eğitim ve öğretimin gözden geçirilmesi


İşte bu noktada, İslam dünyasındaki kardeş kavgalarından dersler çıkartarak, nasıl bir eğitim-öğretim yapacağımız ve kaliteli insanı nasıl yetiştireceğimiz meselesine gelmiş bulunuyoruz. Şurası muhakkaktır ki, günümüzde dinî eğitim, eskinin aynısı olamaz, taklitten ibaret olamaz. Çünkü zaman değişmiş ve şartlar değişmiştir. 

Günümüzde medya ve internet başta olmak üzere çeşitli kaynaklar bilgiyi elde etmeyi kolaylaştırmış fakat bir bilgi kirliliğine de yol açmıştır. Dünya üzerindeki birçok insan, İslam’ı sahih kaynaklarından ve sahih yorumuyla öğrenmemekte hatta bazen insanlar İslam’ı, onun düşmanlarından öğrenmektedirler. Dinî bilginin doğru kaynaktan halka aktarılması için ilahiyatçılara ve din görevlilerine büyük vazifeler düşmektedir.

Bugün, geleneksel bilgi mirasıyla günümüz olgusunu birlikte değerlendiren, bilgi ve bilim üreten bir anlayışın esas alınması kaçınılmazdır. Bunun için sırf bilgi yetmemekte, geçmişten gelen tecrübe ile geleceği yeniden inşa edecek bir yeteneğe ve pedagojik ilkelere sahip olmak gerekmektedir.

Müslümanlar arasında tefrikaya yol açan “tekfir” hastalığı gibi problemleri yok etmek için sadece kitaplar basmak yetmez. Müslümanların, din eğitimi veren bütün müesseselerini ve müfredatlarını yeniden gözden geçirme mecburiyetleri vardır.

Teorik doğru, pratikte yanlış olabilir


Öğrenilen her teorik bilgi, pratiğe doğru olarak yansımayabilir. Doğru bilmek, doğruyu uyguladığımızı göstermez. Çağın şartlarını doğru okumadan saf niyetlerle hayata geçirilmeye çalışılan birçok doğru, pratikle uyumsuzluğa ve yanlışa yol açabilmektedir. Bugün cihad ve tekfir gibi kavramları çokça kullanarak Müslümanlar arasında fitneye sebep olanların düştüğü bir hata, zihinlerindeki doğruları, pratikte yanlış uygulamaları veya uygulayacak alan bulamadıklarından yanlış alanlara uygulamalarıdır.

Bir başka husus, öğrenilen bilginin hangi maksada hizmet ettiğidir. İslam’a hizmet etmesi gereken bir bilgi, bizzat İslam’a ve Müslümanlara zarar veriyorsa, İslam düşmanlarını sevindirecek eylemlere yol açıyorsa, bu bilgiyi veren eğitimi sorgulamamız gerekmektedir.

Bir bilgiyi öğrenmek kadar, buna zıt olan başka görüşlere ve bizim gibi düşünmeyen insanlara karşı nasıl tavır takınılacağı, bir arada yaşama kültürü ve öteki insanların hakkı gibi konularda da bilinçlenmek gerekmektedir.

Bilgiyi hayata geçirirken, fertlerin ve devletin yetkisini de birbirine karıştırmamak gerekir. Şunu bilelim ki, başka insanların hakkı söz konusu olduğunda, kişiler kendi başlarına devlet yetkisini kullanamazlar, kendileri ortaya çıkıp münferit kararlarla başkalarını yargılama ve ceza infaz etme yetkisine sahip değildirler. İslam’a göre, yargılama da ceza verme de, meşru şartları taşıyan devlete ait bir görevdir.

Her kişi, yetki ve sınırlarını bilmeli, haddi aşmamalıdır. Tarihimizdeki ünlü mutasavvıflardan Yunus Emre’nin dediği gibi;
           İlim, ilim bilmektir.     
           İlim kendin bilmektir
           Sen kendini bilmezsen
           Ya nice okumaktır.

Dr. Bilal ESEN
17 Aralık 2014

ZEKAT, İMANA ŞAHİTLİK EDEN BİR BURHANDIR


Allah Rasûlünün (sav) çok güzel bir benzetmesi vardır. Onun bir hadis-i şerifinde namazın nur, zekâtın burhân, sabrın da ışık/ziyâ olduğu belirtilmektedir:


 أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: «إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ شَطْرُ الْإِيمَانِ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ تَمْلَأُ الْمِيزَانَ، وَالتَّسْبِيحُ وَالتَّكْبِيرُ يَمْلَأُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ، وَالصَّلَاةُ نُورٌ، وَالزَّكَاةُ بُرْهَانٌ، وَالصَّبْرُ ضِيَاءٌ، وَالْقُرْآنُ حُجَّةٌ لَكَ أَوْ عَلَيْكَ» ( Nesâî, “Zekât”, 1)

Bunu, İslam’ın beş esas üzere kurulduğunu ifade eden bir başka hadis-i şerifle birlikte de değerlendirdiğimizde, zekâtın İslam’ın şiarlarından olduğunda şüphe kalmamaktadır. Zekât, dünya hayatında müminin imanında sadık olduğuna, arınma arzusu içinde bulunduğuna şahitlik eden bir delildir/burhândır. Ahirette ise ecir kazanması için bir delil/burhân olacaktır.

Kur’an’ı kerimde inananların zekât vermeleri ısrarla istenirken hangi maldan ne ölçüde verilmesi gerektiğine ilişkin detaylı açıklama yapılmayıp bu yetki, Allah Rasûlüne bırakılmıştır. O da bizlere, hem genel ilkeleri aktarmış hem de kendi coğrafyasında o gün mevcut bulunan; arazi ürünlerinden, altın ve gümüşten, hayvanlardan vb. mallardan nasıl zekât verileceğini öğretmiştir.

Tarihi süreçte ve değişik coğrafyalarda, insanların sahip olduğu mallarda farklılıklar ortaya çıkmış, malların birbirine karşı kıymetlerindeki oranlar değişmiş ve bazı yeni mal türleri ortaya çıkmıştır. İslam alimleri bu yeni durumlar karşısında ana kaynakların rehberliğinde ictihadî çözümler meydana getirmişlerdir. Bugün, fıkıh ilmini ilgilendiren yeni gelişmeler karşısında nasıl davranılacağına ilişkin bize örneklik edecek 14 asırlık bir Müslüman geleneği bulunduğu gibi ayrıca bu gelenekte oluşmuş çeşitli yorumlama biçimleri ve fıkhî metotlar da mevcuttur.

Günümüzde bizler, bir yandan dinimizin ana kaynaklarına, ana kaynakların sahih bilgisine bağlı kalırken, diğer yandan bu büyük tarihî birikimden yararlanarak ve günceli iyi okuyarak toplumsal değişimlere karşı çözüm üretmek zorundayız. Ne dinimizin ana kaynaklarının doğru bilgisinden vazgeçebiliriz ne de toplumun bizden beklediklerine sırtımızı dönebiliriz. İlim alanında topluma önderlik edenler, gelenekle irtibatımızı soğutmadan ve fakat hayatın var olan gelişme seyrini de sekteye uğratmadan önlemler almak durumundadırlar.

Bütün bunları gerçekleştirirken, dinî delilleri bağlamından kopararak İslam’ı lafızcı ve kısır anlayışlara mahkum etmeye çalışan ucuz, kolay ve aceleci yöntemleri tercih etme lüksümüz bulunmamaktadır. Çözümü önemsemek yerine, aynı konuda çaba sarf eden diğer bilim insanlarını yıpratmaya çalışarak “ilk defa bunu ben keşfettim” edasıyla kendi enâniyetini kutsamaya çalışan ve kendini hakikatin yegane temsilcisi olarak konumlandıran bir yaklaşımda da bulunamayız. Toplumda dinî vazifeleri ifa eden bir görevli olmanın veya ilmî çalışmalar yapan bir akademisyen olmanın, bize bir ayrıcalık ve dokunulmazlık mı verdiği yoksa ağır bir İslamî sorumluluk mu yüklediği sorgulaması, sürekli olmalıdır.

İslam’ın ilkelerini çağımızda geçerli ve kabul edilebilir kılmak adına, çözümlerimiz mutlaka metodolojik alt yapıya, sistematik düşünce ve derinlemesine tahlillere dayanmak mecburiyetindedir. Basit zannedilen bir meselenin bile birçok ilim dalını ilgilendirdiği, ilk bakışta fark edilmeyen geniş boyutlara sahip olduğu günümüzde, ortak çalışmaların ve istişarelerin de önemi her zamankinden daha fazla hissedilmektedir.

Çağımızda para sistemi, malların kabz edilme biçimleri, mal üzerindeki mülkiyet ve ortaklık biçimleri eskiye nazaran değişikliğe uğramış; sanayi inkılâbını takip eden sosyal ve teknik gelişmelerden sonra atölyeler, fabrika ve işletmeler gibi yeni mallar ortaya çıkmıştır.

Bugün konutlar, dükkânlar, büyük binalar, toplantı salonları gibi gayrimenkuller ile; kara, hava ve deniz taşımacılığında kullanılan nakil araçları dünden farklı boyutlarda önemli gelir kaynakları ve yatırım araçları haline gelmiştir.

Değişen şartlar muvacehesinde bu yeni mali durumların tahlil edilmesi ve zekât gibi dinî mükellefiyetler açısından durumlarının ortaya konması, yeni ve derinlikli ilmî çalışmaları gerektirmektedir.

Zekât, onu güncel hayatla buluşturma ve sonraki nesillere aktarma uğrunda gayret gösterenler için de, inşallah, ahirette bir burhân ve şahit olacaktır. Rabbimden bunu temenni ediyorum.
 
Bilal ESEN