BÜLBÜLE KAFES

Yarışma vardı, seçilecekti en güzel sesli
Bülbül birinci geldi, tıktılar onu kafese
Karga sonuncuydu, uçtu sonsuz özgürlüğe
O günden beridir pek garip bir âdet türedi
Dinler bülbülün konserini yalnız birkaç kişi
Lâkin âlemi esir alır karga korosunun sesi

(21 Nisan 2022)

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?

 1. Ülkemizdeki zekât potansiyeline dikkat çeken bazıları, şu kadar milyar dolar büyüklükten bahsediyor ve bunun yönetilmesi için devlete ait bir zekât kurumu kurulmasını arzu ediyorlarmış. Bu kurum zekâtı toplasın, bununla yatırımlar yapsın ve ülke ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunsun, diyorlarmış.

Baştan belirteyim ki bu fikri sağlıklı bulmuyorum. Bu yolla fakirin hakkına tahakküm etmenin çaresi aranıyormuş gibi geliyor bana. Zekâtları fakirlerin inisiyatifine bırakmama gayreti bu. Hâlbuki zekât malının nerde ve nasıl kullanılacağı, sadece onu alan fakirin karar vereceği bir şey. Başkaları niye bu konuya iştah kabartıyor? Zekât malında fakirin sözü geçmeyecekse, verilen şey zekât olur mu?

Zekât verenler veya onların vekilleri, mal üzerindeki mülkiyet ve menfaat ilişkilerini bütünüyle kesmiyorlarsa hâlâ bunda tasarruf ediyorlarsa, verdikleri şey zekât olmaz. Zekât malı bir an önce yerine ulaştırılmalı, üzerinde bir müddet daha tahakküm etmek için dolambaçlı yollara girilmemeli.

Hem ülke ekonomisini kalkındırmak, zekâtın görevi değil ki. O başka bir iş. Zekât, zenginle fakir arasında köprü kurar. Ve zekât sadece gerçek kişilere verilir. İnsanla insan arasında bir ilişkidir zekât. Bu, laik devlette böyle olduğu gibi tarihteki İslam devletlerinde de genel olarak böyle olmuştur. Aşağıda değineceğiz buna. Şu da var: Laik bir devlette kurulacak böyle bir zekât kurumunun zekât malında tahakküm etmesine din izin veriyor mu? Ya da şöyle soralım: Dinin haberi var mı bu işten?

2. Zekâta abartılı anlamlar yüklememek lazım. Ne yazık ki, bazıları, bütün zenginler zekât verse toplumda fakir kalmaz, diyorlar. Diyorlar ama bu cümle bana biraz abartılı gibi geliyor. Çünkü zekât, genel olarak, kırkta bir veriliyor. Yani %2.5. Bununla bir ülkedeki fakirlik ve muhtaçlık sorunu biter mi, emin değilim.

Fakirliğin bitmesi için daha fazlasına ihtiyaç var. Zekât sadece bir başlangıç, ilk basamak. Yapılacak hayır hasenatın asgari sınırıdır bu. Müslümanın, bu basamaktan yukarı doğru çıkması lazım. Daha başka infaklarla, hayır ve hasenatla hem fakirleri gözetmeli hem de başka hayır işlerine destek olmalı.

3. Bazı fakirleri daimi olarak gözetmek için ve ayrıca diğer hayır işlerini yürütmek için sürekliliği olan yardım müesseselerine ihtiyaç duyulduğu doğrudur. Zira toplumda sürekli yardıma muhtaç kimseler; müzmin hastalar, yaşlılar, engelliler, mülteciler ve muhacirler gibi kesimler hep var olacaktır. Fakirler dışındaki birçok hayır işi de sürekli finanse edilmeyi beklemektedir. Duyulan ihtiyaç bellidir ama bu müessese, zekâtla değil başka bağışlarla kurulmalıdır.

Zekât, bir çırpıda verilen, belli yerlerde bekletilmemesi ve hemen yerine ulaştırılması gereken ve aynı zenginin tekrar zekât verip vermeyeceği garanti edilemeyen, yani bir nevi kesintili bir yardım çeşidi. Buna bel bağlanarak uzun vadeli bir işe girişilemez. Yani, yardım kurumunun sürekliliği zekâtla sağlanamaz.

Ayrıca devlete ait bir zekât kurumu kurmak ve işletmek o kadar kolay bir iş değil. Tarihe baktığımız zaman Hz. Osman (r.a.) zamanından beri, şöyle dört başı mamur bir zekât kurumu neredeyse hiç olmamış. Yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlı devleti bile zekât toplayıp dağıtacak bir müessese kurmamış, kuramamış. Neden? Çünkü zekât çok hassas bir ibadet. Toplamasında ayrı bir hassasiyet dağıtmasında ayrı bir hassasiyet... her adımında ayrı bir hassasiyet gerekiyor. Hele bir de günümüzdeki kurumsallığın getirdiği resmiyet oluşursa, o soğuk yüz, zekât gibi bir ibadete pek yakışacak gibi gözükmüyor.

4. Zekât kurumunun bir riski de şudur: Günümüzde ve ülkemiz koşullarında yardım toplayanların kurumsal hataları hakkında bir şayia çıktığında, insanların yardım yapma duyguları da baltalanıyor, onarmak çok zor oluyor. İşin bir tarafında, insan denen varlıkla para arasındaki o malum "duygusal" ilişkinin bulunduğunu hiç unutmamak lazım. Bu duygusallık şimdiye kadar nice vakıfları ve dernekleri batırdı. Nice samimi gayretleri mahcubiyetle sonlandırdı. Şayet adı zekâtla özdeşleşen bir kurum ortaya çıkar ve sonra da o kurumdan değişik kokular gelmeye başlarsa çok yazık olur. Bunun toplumdaki dinî duygular üzerinde meydana getireceği tahribat, bugün zekât vermeyen zenginlerin bireysel hatalarından kaynaklanan tahribattan çok daha ağır ve uzun süreli olur. Çok riskli bir iş.

Belki de bu hassasiyetlerden dolayı Hz. Osman (r.a.) bile altınların, gümüşlerin, paraların ve ticaret mallarının (emvâl-i bâtıne) zekâtını vermeyi kişilerin kendi inisiyatifine bıraktı. Bunların zekâtını siz kendiniz verin, benim zekât memurlarım sadece öşürü ve sâime hayvanların zekâtını sizden toplayacak dedi. Sonraki süreçte Irak, İran, Orta Asya ve Anadolu gibi yerlerde bütün topraklar devlete ait sayılınca, başka bir ifadeyle, öşür arazisi sayılmayınca, öşür toplama durumu da ortadan kalktı. Böylece zekât neredeyse bütünüyle bireysel bir ibadet haline geldi.

Tarihte zekat toplayan kimi yerel yönetimlerin keyfi uygulamaları ve zekat ahkamına pek riayet etmemeleri, devlete verilmesi durumunda, zekatın geçerli olup olmadığı hususunun uzun fıkhi tartışmalara konu olmasına neden oldu. Bu gibi nedenlerle devletler, zekat gibi hassas bir meseleyi pek üstlenmek istemediler. Vergilerini tıkır tıkır topladılar ama genellikle zekâta karışan olmadı. (Selahaddîn-i Eyyûbî gibi yöneticilerin sınırlı süredeki lokal uygulamaları hariç.)

5. Bu topraklarda bin yıldan beri, zekât kurumu bulunmadığına göre, kurumsal zekât uygulaması bakımından yararlanacağımız bir örnek yoktur. Gerçi  zamanımızda başka ülkelerde zekâtın devlet eliyle toplanmasına ilişkin örnekler vardır. Fakat bunların ne kadar sağlıklı işlediği bir tarafa, farklı dinî anlayışların, sosyal olguların ve farklı siyasi yapıların hakim olduğu bu coğrafyalardan ülkemize “ithal” edilecek bir zekât kurumunun, bizim dinî anlayışımızla ve sosyal dokumuzla ne kadar uyuşacağı da büyük bir sorundur.

6. Süreklilik arz eden bir yardım kurumunun kurulması arzu ediliyorsa ve bununla hem muhtaçların ihtiyaçları giderilsin hem de başka hayır işleri daimi olarak finanse edilsin isteniyorsa, bunun örneği geleneğimizde var: “Vakıf müessesesi".

Vakıf müessesini işleterek hem fakirlere yardım edebilirsiniz hem borç isteyene borç verebilirsiniz hem de cami, Kur'an kursu, okul, köprü… yapabilir ve yaşatabilirsiniz. Ama bunların çoğunu zekâtla yapamazsınız. Zaten Müslümanların yapacağı hayırlar sadece zekâttan ibaret değil ki. Niye her konuda sadece zekât akla geliyor?

İsteyenler Osmanlı’da güzel örneklerini gördüğümüz bu vakıf medeniyetini devam ettirebilir ve geliştirebilirler. Ama zekât bireysel kalmaya devam etmelidir. İsteyen kişiler, kendileri veya vekilleri aracığıyla zekâtı fakirlere ulaştırırlar. Bazı dernekler ve kuruluşlar da vekâlet yoluyla kişilerin zekâtını fakirlere ulaştırabilirler. Ancak onların yetkisi de vekâletle sınırlıdır. Bu tür bir aracılık yapmaları, zekât kurumu oldukları anlamına gelmez. Zekâtı bekletemezler, zekât malını yatırımda değerlendiremezler, zekâtla bina ve fabrika gibi şeyler inşa edemezler, zekât malından kesinti yapamazlar ve masraflarını zekâttan karşılayamazlar.

Velhasıl, zamanımızda zekât toplama ve dağıtma işine kurumlar ve devletler pek karışmamalı. İbadet, kul ile Allah (c.c) arasında. Hele hele laik bir devlette, bu iş kişilerin vicdani bir meselesi olarak kalmalı. Yoksa kaş yaparken göz çıkartma durumu ortaya çıkabilir. Zekâtı bulandırmamak lazım.

Allahü a'lâ ve a'lem.


Benzer Yazılar:

Zekat toplayıp dağıtan kuruluşların tarihi kökeni (?)

Bizim ülkemiz başka yerlere benzemez. Malezya'ya da benzemez. Meselemiz zekat kurumu

FAKİRİN HAKKI

ZEKAT KONUSUNDA "ÂMİLİN" SINIFI KİMLERDİR?

YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?




YARDIM KURULUŞLARININ ZEKÂT İŞLERİ, POSTACI VE KARGOCUNUN İŞLERİNDEN FARKLI BİR ŞEY Mİ?

Bir postacı ve kargocu, başka bir adrese teslim etmek üzere vatandaştan aldığı bir gönderiyi açıp içindekini satabilir mi, paraya çevirebilir mi? Bununla biraz yatırım yapayım, bankaya yatırayım da değerlensin, sonra adrese teslim ederim, diyebilir mi? Böyle yaptığında ne kadar saçma olur, değil mi? Yetkisini aşmış ve güveni kötüye kullanmış olur.

İşte ülkemizde, muhtaçlara ulaştırmak üzere zekat toplayan yardım kuruluşları da, dinen, bir postacı ve kargocu gibidirler. Onlar, topladıkları zekatların maliki ve sahibi değildirler. Sadece o paraları yerine ulaştırma hizmeti verirler. Vatandaş onlara zekat bağışlamıyor, zekatı onlara temlik etmiyor. Zekatımı fakirlere ulaştır, diye onları aracı kılıyor. Para vatandaşındır, vakfın ve derneğin değil. Para ne zaman fakirin eline ulaşırsa, ne zaman fakire temlik edilirse o zaman zekat ödenmiş olur. Ve fakirin eline ne kadar para geçtiyse zekat odur. Fakire ulaşıncaya kadar geçen süreçte zekattan eksilme olmuşsa, zekat tam ödenmiş olmaz. Bu durumda, böyle bir kuruluş aracılığıyla zekatını veren kişi, zekat borcundan kurtulamaz. Dolayısıyla yardım kuruluşları, zekat parasını yatırımda değerlendiremez, bununla ticaret yapamaz, bina-fabrika kuramazlar.

Zekat paraları, bunları toplayan vakıf ve derneklerin bir gelir kalemi değildir. Sadece adresine ulaştırılacak birer emanettir.

Bu kuruluşlar, para yatıran vatandaşın vekili durumundadırlar. Para sahipleri, bu kuruluşlara hangi konuda ve ne kadar izin verdiyse ancak o kadar hareket edebilirler. Bunun dışında atacakları her adım için, para sahiplerinin izinlerini almaları gerekir. Hatta zekatları, söz verdikleri şekilde yerine ulaştıramazlarsa veya kendi hataları nedeniyle batırırlarsa, topladıkları paraları iade veya tazmin etmeleri gerekir. 

Velhasıl, zekat sorumluluğu, elde kor ateş tutmak gibidir. Gereğinden fazla elde bekletmeye gelmez. Onu hemen elden çıkarmak ve fakirlere ulaştırmak gerekir. 

Allahu a'lâ ve a'lem.


İLGİLİ YAZILAR:

ZEKAT KONUSUNDA ÂMİLÎN SINIFI KİMLERDİR?

ÇALIŞANLARIN MAAŞLARI ZEKAT PARALARINDAN ÖDENEBİLİR Mİ?

ZEKÂT MÜESSESESİ Mİ? PEKİ, BUNDAN DİNİN HABERİ VAR MI?





ORUÇ TUT, STRESİ KONTROL ET

Zamanımızda orucun en büyük düşmanı STRES. Birkaç dakikalık stres, gün boyu açlıktan daha çok zarar veriyor.
Stresi kontrol etmek çok önemli. Zira orucun sevabı buna bağlı. Sataşanlar olursa "ben oruçluyum" deyip onlardan uzaklaşmak, Peygamberimizin tavsiyesi.
Hele hele şehirlerde iftar saatine yakın trafikteyse insan, sıkışıklığı görmemeli, çalan kornaları duymamalı, aniden önüne kıranlara ve tehlikeli hareket yapanlara ağzını açmamalı. Açsa da güzel konuşmalı.
Oruçlunun ağzına ancak güzel şeyler yakışır; Allah demek yakışır, salavat getirmek yakışır, haline şükretmek yakışır.
Böyle böyle sabredeceğiz ve ramazanın sonuna kadar pişip olgunlaşacağız inşaallah.